Kötülük Felsefeleri Atölyesi İhtisas Sempozyumu
Kötülük Felsefeleri: Romanlar ve Filmler Ekseninde Kötülük ve Günah Kavramları isimli atölyenin mahsulü olan ve Sanat Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen Kötülük Felsefeleri Atölyesi İhtisas Sempozyumu ilkin Yaylagül Ceran Karataş’ın “Atölyenin Serencamı: Kötülük İnşa mı Doğa mı?”serlevhalı konuşması ile başladı. Karataş kötülüğü çerçevelendirmemize imkân veren iki temel soruyu şöyle formüle etti: (i) Kötülüğün kaynağı nedir? (ii) Kötülüğün anlamı nedir?
Kötülüğün kaynağı sorusu felsefî bir mesele olarak ilkin Epikür tarafından sorulmuş olsa da bu sorunun ömrü yazılı kültürün ortaya çıkmasından bu güne kadar geçen zamana eşittir. Epikür’ün esas aradığı şey kötülük ile Tanrı arasındaki ilişkinin doğası idi: Tanrı’dan bağımsız bir kötülük mümkün müdür? Ancak, kötülüğün kaynağı sorusu 17. yüzyıla gelindiğinde bile filozofları meşgul etmiştir ve bu meşguliyet teodise tartışmaları ile devam etmiştir. Teodise, Ceran Karataş’a göre, Tanrıyı kurtarmaya çalışma girişimidir çünkü teodise tartışmalarının iddiası Tanrı’nın kötülüğü iyiliğin değerinin anlaşılması için yarattığıdır: Eğer her şey adil, iyi ve güzel yaratılsaydı insanoğlu bunu nasıl idrâk edip tartışacaktı? Hatta 17. yüzyıl filozoflarına göre eğer Tanrı her şeyi iyi ve adil bir şekilde yaratsaydı özgürlüğü tanımlamamızın hiçbir imkânı olmazdı. Dolayısıyla, teodise tartışmasının ulaştığı sonuç şu olmuştur: Tanrı insanların özgürlüğünü yine insanların kendi elleriyle inşâ etmesi için kötülüğü yaratmıştır. Ama bu sonuç kendisinden sonraki zamanlarda çok tatminkâr karşılanmamıştır. Felsefe tarihinden örneklerle kötülük tanımlarını aktaran Ceran Karataş şöyle bir tanım yaptı: Kötülük insanların eylemleriyle birlikte kimi zaman Tanrı’ya atfedilen kimi zaman doğaya atfedilen kimi zaman da tarihî süreçte insanın bizâtihî doğasının içinde bulunan bir duygu durumudur, insanın eylemleriyle kurduğu bir şeydir. Peki, kötülük insanın faili olduğu bir eylem ise kötülüğün anlamı nedir? Ceran Karataş, haset, kibir ve açgözlülük gibi duygulardan kaynaklanan ve insanın eylemleriyle ortaya çıkan kötülük eylemlerine “ahlâkî kötülükler” ismini verirken insanın eksik bir varlık olması kabulünden kaynaklanan doğal kötülük (deprem, afet gibi) eylemlerini ise “metafizik kötülükler” olarak tesmiye etti. Doğal kötülükler 1755 Lizbon Depremi’ni müteakiben Batı âleminde güçlü bir tartışma konusu hâline gelmiştir; bunun yanında, ahlâkî kötülüklerin Batı düşüncesinde bir mesele hâline gelmesi Auschwitz toplama kampı sonrasına denk düşer.
Ardından sempozyumun ilk konuşmacısı Mukadder Gezen İntikam ve Medea: Antik Yunan’da Kadın ve Kötülük başlıklı bir sunum yaptı. İ.Ö. 5. yüzyılda yaşamış Euripides’in bir tragedyası olan Medeaçılgınca âşık bir kadının uğradığı ihanet sonrasında aldığı intikamın öyküsünü anlatır. Medea’nın intikamı Yunan toplumunun iyiliği için sürgüne gitmeyi kabul etmeyip kocası Jason’u kızıyla evlendirmek isteyen kralı ve kralın kızını; ardından da kendi iki oğlunu öldürmektir. Medea isimli eser bir aşk ve intikam hikâyesi anlatmasının yanı sıra Yunan toplumunun Yunan-dışı toplumlara bakışını da özetler. Eserin sahnelendiği İ.Ö. 431 yılının bahar ayında, demokrasi ile yönetilen Atina ile kısmen oligarşi ile yönetilen Sparta arasında yirmi bir yıl sürecek Peleponnes Savaşı başlamak üzeredir. Bu savaş aynı zamanda iki farklı hukuk arasındaki mücadele olarak da anlaşılabilir. Euripides, Medea’yı Yunan-dışı bir unsur olarak ötekileştirirken onu Yasa’ya karşı gelen ve evlat katili bir karakter olarak “inşâ” eder. Gezen, bu karakterin bir “inşâ” olduğuna dikkat çekerek Medea’nın Heredotos’daki farklı bir şekilde ve karakterde (“Yunan zorbalığına maruz kalan genç kız”) ele alındığını aktardı. Bu iki farklı anlatım bize Medea tahkiyesinin Antik Yunan’da kötülüğün nasıl algılandığına dair motifler taşımasına ek olarak Yunan tarihinin yazılması sırasında bile bir sorun teşkil ettiğini göstermektedir. Eserde hem toplumun hem de hiçbir karakter tarafından onaylanmamış olsa da Medea’nın kötülük anlayışı verilir: Medea’nın kötülük anlayışı; başkasının otoritesine, başkasının hukukuna bağımlı iken kılıca göğüs germemek, adaletten ayrılmak, hüküm verirken iki tarafı birden dinlememek, sözünden dönmek, evlilik akdine bağlı kalmamak ve vefasız olmak iken toplumun kötülük anlayışı; yabancı bir koca ile kaçarak evlenmek, kralın otoritesine boyun eğmemek ve Yunan olmamak olarak tanımlanmıştır. Gezer sunumunda kötülüğün öteki üzerinden inşâ edilmesi ve onun bir kadın olarak temsil edilmesi üzerinde durarak bu algının İ.Ö. 5. yüzyılda oluşmasına rağmen hâlâ son derece güncel olduğunu ifade etti. Bu iddiasını desteklemek için Terry Eagleton’dan şu cümleyi nakletti: “1991 yılında Protestan bir İngiliz Piskopos uygunsuz kahkahayı, kaynağı açıklanamaz bilgiyi, sahte gülüşü, İskoçya kökenli olmayı, kömür madeninde çalışan akrabaları ve giysi ile araba renginin siyahlı olmasını insanın bedenine şeytan girmesi olarak addediyordu.” Ayrıca, modern psikiyatride katil annelere teşhis koymak için üretilen Medea Sendromu da güncelliğe ayrı bir örnek kabilindendir. Hem Seneca’nın hem de Euripides’in Medea’yı inşâ ettiği tragedyalarından parçalar alıntılayarak mukayese eden Gezer’e göre bu iki tragedyada Medea’nın sadece Yunan-dışılığın (“barbarlığın”) bir sembolü şeklinde işlendiğini, kötülüğün Yunan dini ve menfaatlerine göre inşâ edildiğini söylemek mümkündür.
İkinci konuşmacı İsmail Kılıçaslan’ın sunumu “Suç ve Ceza ile Dogville çerçevesindeM. Scheler ve Nietzsche’de Hınç ve İntikam Kavramları“ başlığını taşıyordu. Dostoyevski’nin romanı ile Lars von Trier’in filmini Max Scheler ve Nietzsche’nin terminolojisiyle anlatmaya çalışan Kılıçaslan’a göre eğer bir insan doğası ve ismi kötülük olan şey varsa, bu o insan doğasının ve dolayısıyla geçmiş ve şimdiyi içine alan geleceğin bir parçasıdır. İnsan doğasının hiç yabancısı olmadığı bir şey varsa o da hınç duygusudur. İki filozofun düşünceleri bağlamında mezkûr roman ve film hınç duygusunu kesif bir şekilde ihtiva eder. Hınç, Scheler’e göre, kendine kilitli bir dehlizdeki duygu durumunun adıdır ve hınç (ressentiment) başka birine karşı özel bir duygusal tepkinin tekrar tekrar yansımasıdır.
Kılıçaslan sunumunda niyet ile eylem arasında her zaman bir uyum olamayacağına dikkat çekerek iyilik doğuran eylemlerin insan doğasının iyiliğine delalet etmediğini vurguladı. Çünkü insanın eylemi hangi niyetle yaptığı mutlak surette açıklanamaz, niyetler olumlu ya da olumsuz olsunlar fark etmez aşkın olana aittir ve tam anlamıyla bilinmesi mümkün değildir. Bu anlamda diğer gâmlığın kökeni ve niyetler boşlukta kalırlar. Boşlukta kalan niyet, ahlâka zemin teşkil edemez. Kılıçaslan niyetlerin ahlâkî zemin olamayacağı düşüncesini Nietzsche’nin kelimeleriyle şöyle aktardı: “Öyleyse ahlâk tam bir yüz karası olmayacak mı? Ahlâk tehlikelerin tehlikesi olmayacak mı?”. Hem hukuk fakültesini ekonomik sebeplerle terk eden ve psikolojik sorunlar yaşayan romanın kahramanı Raskolnikov hem de peşinde olan mafyadan kaçan ve barınmak amacıyla küçük bir köye sığınan filmin karakteri Grace iyi insanlardır ama ikisi de katildir. Hınç duygusunun anahtar kavramları bastırılmışlık, acizlik, iktidarsızlık ve kısasa kısas duygularıdır. Scheler’e göre Hınç (Ressentiment) genelde insan doğasının normal bir bileşeni olan belli duygu durumlarının (intikam isteği, nefret, kötü niyetlilik, haset, kara çalma dürtüsü ve değersizleştirici kindir ) ve etkilenimlerinin sistematik olarak bastırılması sonucu ortaya çıkan süreğen bir zihinsel durumdur. İnsan bu duygu durumlarına değerlerin altüst olması sonucunda yakalanır; ahlâkî değer yargılarındaki yanılsama iyiyi ve kötüyü çarpıtır. Grace’in varlığını, kendileri için büyük bir tehdit olarak gören köy halkı bu tehlike karşısında temkinli davranır, bu temkin Grace’in günbegün keşfedeceği köyün karanlık yüzünü aşikâr kılar. Bu durum hem Grace’in hıncını biler hem de intikam duygusunu berkitir. Etrafındaki iyi insanların sefalet ve yoksulluk içinde yaşamasına karşın Kocakarının hiç hak etmediği şekilde bolluk içinde safahat sürmesine duyduğu hıncı her geçen gün büyüten Raskolnikov Kocakarıyı öldürmenin o insanların intikamını almak olduğunu düşünür. Değer yargılarındaki çarpıklık hem romanın hem de filmin ana temalarından biridir: Böylesi bir yanılsamayı doğuran ahlâkın yokluğu durumunda birini öldürmeye ya da bütün köyü ateşe vermeye ne mani olabilir ki?
Birinci oturumun son konuşmacısı olan Betül Tansel “İntikamın Dönüştürücü Gücü Üzerine: Park Chan-wook’unİntikam Üçlemesi”başlıklı bir sunum yaptı. Park Chan-wook’unyönetmenliğini yaptığı üçlemenin filmleri şöyledir: Haklı İntikam(Sympathy for Mister Vengeance-2002), İhtiyar Delikanlı(Oldboy-2003), İntikam Meleği(Sympathy for Lady Vengeance-2005). İlk filmde, böbrek yetmezliği tedavisi gören ablasına yardımcı olmak isteyen sağır ve dilsiz Ryu’nun hem biriktirdiği paraları hem de kendi böbreğini organ mafyasına kaptırması ve nihayetinde adaletin sorgulanması anlatılır. İkinci filmde, gecenin bir vaktinde bir telefon kulübesinin önünden kaçırılan ve 15 yıl boyunca bir hücreye kapatılan Oh Dae-su’nun kendisine yapılan bu kötülüğün sebebini anlamaya çalışması ve bunu yapanlardan intikam alma hedefi anlatılır. Serinin son filminde ise, işlemediği bir suçu üstlenmek zorunda kalan ve Kyoungju Kadın Hapishanesi’nde 13,5 yıl mahkûmiyet geçiren Lee Geum Ja’nın hapishaneden çıktığı gün uygulamaya başladığı intikam planı işlenir. Her üç filmde de flashback tekniği kullanılmıştır ve geçmiş ile gelecek aynı anda gösterilmiştir. Park Chan-wook’un başarıyla kullandığıflashback tekniğini Tansel kahramanın seneler evvel yaşadığı travmanın hiçbir zaman geçmediğine delil olarak gösterip şunları söyledi: Bellek kırılması hiçbir zaman peşimizi bırakmaz ve bizi depresif bir ruh hâline sokar. Depresif ruh hâlinde olan kişi her şeyi sorgulamaya başlar ve bu sorgulamanın felsefî bir boyutu vardır. Sorgulamaya ilkin Tanrı’dan başlanır. Evvela Hegel’in işaret ettiği ve sonra Nietzsche’nin veciz bir ifade ile literatüre soktuğu “Mutlak’ın/Tanrı’nın Ölümünü” fark etmekten daha hüzün verici bir şey olamaz çünkü artık dilek ve isteklerinizi, güç ve mağfiret arzunuzu ölü bir Tanrı’ya sunamazsınız ve en önemlisi etrafınızda olan biten kötü olaylardan Tanrı’yı mesul tutamazsınız. Bu vahim kayıp sonucunda birey acıları ve bellek kırılmaları ile baş başa kalır ve melankolik bir süreç başlar. Tansel’e göre bu melankolik süreçte hınç duygusu kişiyi çepeçevre kuşatır ve yaşadıklarına sebep olan bir öteki arayışına sürükler; işte bu öteki kötü olan insandır ve tabii iyi ve mazlum ise hınç duygusuna kapılan melankolik kişidir. Bu kişi serbest ya da muktedir olduğunda ise affetmek yerine intikam almak için harekete geçer. Argümanlarını üç filmden de çeşitli fragmanlar izleterek destekleyen Tansel şunları ifade etti: Öylesine yapılan eylemler çağında yaşıyoruz, bir eylemi gerçekleştirmek için geçerli bir sebep arayışımız da yok. Freud’a göre insan doğası güçlü bir saldırganlık ihtiva eder ve bu saldırganlık ortaya çıkmak için bir provokasyon bekler. Büyük ahlâki değerlerin ve ahlâk öğretmenlerin yitirildiği bu çağ anlamsız vahşetin sergilendiği bir sahnedir. Alexander Mitscherlich’in “vahşet işçisi” ve “vahşet hazzı” kavramlarını kullanan Tansel “vahşet hazzı”ın sadizmden beslendiğini vurgularken Park Chan-wook’un filmlerinde başrolü oynayan müntakim karakterleri “vahşet işçisi” kavramıyla tanımladı. Çünkü filmlerdeki intikam amacı güden karakterlerin aldığı hazda herhangi bir cinsellik yoktur, sadece eyleme odaklanma güdüsü vardır. Bu karakterler ciddi bir kişilik bölünmesi yaşadığı için işlerden eylemlerden dolayı suçluluk hissetmezler çünkü bütün suçu diğer benliklerine yüklerler ve tamamen kısasa kısas eylemini gerçekleştirirler. Tansel’e göre korkunç olan şu ki etrafımızda bir sürü “vahşet işçisi” var ve sadece ufak bir işaret bekliyorlar.
Sanat ve Kötülükserlevhalı İkinci Oturumda ilk olarak Zeynep Gökgöz Kötülük Bunun Neresinde: Sanatta Kötülük ve Şiddetin Temsili Üzerine başlığında ve güncel sanat örnekleri üzerinden bir sunum yaptı. Bu sanat örneklerini Ölüm, Şiddet ve Masumiyet şeklinde 3 başlık altında ele alan Gökgöz sunumuna, sanatçı Ali Cabbar’ın Bir Kısır Döngü(A Meaningless Loop) isimli çalışmasını izleterek başladı. Bu çalışmada hayranlıkla bakılan kelebekler bir müddet sonra bakan kişiyi yitirip bitirirken geriye kurukafalı bir kör adam kalıyor. Gökgöz’e göre güncel sanatta ölüm temasını en iyi ifade eden bu çalışmada önemli olan şu: İnsanın varoluşuna verdiği anlam ölüme verilen anlamla eşdeğerdir ve kötülük buradan neşet etmektedir. Ardından, Hans Holbein’in ünlü Elçilertablosunu gösteren Gökgöz bu tablodaki kurukafanın ancak doğru bir perspektiften bakıldığında fark edileceğini ve kurukafanın aslında tabloda yer alan masanın üstündeki dünyevî alet-edevatın içindeki ölüm durumunun yansıması, başka bir âleme geçişin simgesi olduğunu söyledi. Ayrıca, birçok teatral simgelerini, natürmort ve av sahnelerini gösteren Gökgöz bu simgelerle anlatılmak istenen geçicilik duygusu ve ölüm teması olduğunu ifade etti. Ek olarak Gökgöz, güncel sanat örneklerinde gelinen noktanın ölüm duygusunu yok edemediğini ama ölüme karşı kazanılmış bir zafer olarak tanımlandığını belirtti. Sanatta Şiddetin temsili konusunda Gökgöz hız çağında ve görüntü bolluğunun oldu bir zamanda sanatçıların yaşanılan şiddeti resimlerle vermek yerine farklı stratejiler geliştirdiğini vurguladı: Görsel olarak “kan” etkisi yaratan akışkan boyalara ek olarak gerçek kan kullanılmasıyla seyircide şok etkisi yaratmak istenmiştir. Mide bulandırıcı, rahatsızlık verici, hatta yer yer vahşet gibi duran performansların amacı yaşanan şiddetin etkisinin yok edilmesine ve sıradanlaşmasına karşı direnmektir. Bu performansları izleyen kişilere verilen mesaj şuydu: Siz bu işin bir parçasısınız. Bu işin bir parçası olma durumumuz ise kimin masum kimin suçlu olduğu tablosunu daha da müphem kılmaktadır.
İkinci oturumun son sunumu ise Tuba Deniz tarafından Camera Obscura: Görüntü Kötülüğü Çoğaltır mı? başlığıyla yapıldı. İmgelere ve imajlara dayanan görüntü sosyal iktidarın işleyişinden bağımsız ele alınamaz. Camera“oda” manasına gelirken obscura“karanlık” anlamına gelir ve ‘camera obscura’ tekniği fotoğraf makinesinin atası olarak kabul edilir. İlk başlarda bu teknik ile elde edilen görüntülere hakikatin yansıtılması payesi verilirken, 20. yüzyılda fotoğraf ve sinemanın devreye girmesiyle birlikte görüntünün gören kişinin etkisinde olduğu ve görüntü-iktidar ilişkilerine dair yeni tartışmalar başlamıştır. Bu tartışmaları başlatan en önemli olayın savaş olduğunu aktaran Deniz şöyle devam etti: Fotoğraf üzerine düşünen birçok isim gibi Ernst Jünger de bir ölüm aracı olan silah ile fotoğraf makinesinin mantığını birbirine yakın görür. Jünger’e göre, fotoğrafsız savaş olmaz; bir nesneyi çeken (shooting) kamera ile bir insana ‘ateş eden’ (shooting) silah arasında önüne geçilmez bir özdeşlik vardır; düşmanı bir anlığına donduran ölümcül silah ile büyük bir tarihsel olayı en ince ayrıntılarına kadar korumaya çalışan fotoğraf makinesi aynı aklın ürünüdür. 1960’larda televizyonun yaygınlaşması ile dijital devrim gerçekleşir ve görüntü dili hayatımızın vazgeçilmez bir parçasına dönüşür. Deniz’e göre, 90’lı yılların sonunda dijital teknolojinin aldığı yol neticesinde ‘görüntüler’, ‘imgeler’ avucumuzun içine kadar ulaşır ve herkesin elinde fotoğraf makinesi ya da kamera ile gezdiği bir toplumda ‘gerçeklik’, ‘kurgu’, ‘iktidar’ gibi kavramlar yeniden ve bir arada tartışılmaya gebedir. Peki, bu görüntü teknolojilerinin çoğalmasının “kötülük” ile ilişkisi nedir? Deniz’e göre bu soruya şöyle bir cevap verilebilir: Teknolojinin daha çok imajlar üzerinden gerçekleştirmesinin, kötülüğü çoğaltmasa dahi yaygınlaştırdığını, gündelik hayatın bir parçasına dönüştürdüğünü ifade etmek mümkün. Deniz, estetik hazzın bir parçası hâline gelen ölüm fotoğrafları, savaş sahneleri, cinayet filmleri ya da bir bilgisayar oyununda önüne geçen her şeyi yok eden, öldüren bir oyun figürünü kötü-olan’a örnek olarak gösterdi. Bu örnekler ‘kötü’ fikrinin yüceltilmesine, yaygınlaştırılmasına, ifşa ve inşâ edilmesine zemin hazırlamaktadır.
Sempozyumun son oturumunda ise Yaylagül Ceran Karataş ve Zeynep Gemuhluoğlu kötülüğün modern bir fenomen olduğunu vurgulayarak sunumlara dair genel bir değerlendirme yapıp programı nihayet erdirdiler.