Yozgat Blues – Taşra, Yalnızlık ve Hüzün
Hayâl-i zî-ruh’tan Sinemaya başlıklı söyleşi dizisinin ikinci programına yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun konuk oldu. Yozgat Blues- Taşra,Yalnızlık ve Hüzün başlığı altında yapılan söyleşide Coşkun ilk olarak filminin yapım sürecini anlattı. Film yaparken öykü temelli çalışmadığını, bir takım anlar, heyecan duyduğu bazı durumlar üzerine giderek ve öyküyü de bağlayıcı bir unsur gibi kullanarak film yaptığını söyledi.
Film proje aşamasındayken katıldıkları Köprüde Buluşmalar organizasyonunun nasıl işlediğini ve filme katkılarınının neler olduğunu anlatırken; bu tür katılımların ‘yönlendirici’ olma gibi bir handikapları olduğunu, bu konuda dikkat edilmesi gerektiğini vurgulayan Coşkun, festivallerin, filmlerde içerik ve form anlamında genel bir algısının olduğu, bu yüzden de yaratıcılığı engellediğini belirterek temkinli davranılması ve sürecin kontrollü ilerletilmesi gerektiğinin üzerinde durdu.
Yozgat Bluesfilminin çekimleri için seçtiği şehrin ‘kimliksiz’ olmasına dikkat ettiğini söyleyen yönetmen, sosyokültürel manada değil daha çok görsel olarak bu ‘kimliksizlik’ durumunu aradığını belirtti. Film üzerine yapılan ‘taşra’ temelindeki eleştirilere karşın, asıl meselesinin taşra, taşra algısı ve taşra temelli sosyolojik bir okuma yapma olmadığını vurgulayan yönetmen, taşrayı mekandan çok bir ruh hali olarak kullandığını, bir tür çoraklaşma anlatısının peşinde olduğunu ilave etti. Filmi şehir-taşra ve taşra sıkıntısı üzerinden okumanın yanlış olacağını; yapmaya çalıştığı şeyin hayatın bir replikası olduğunu söyleyen Coşkun, özellikle ‘Yozgat’taki hayat nasıl?’ sorusu üzerinde durmadığını ve filmin temsiller üzerinden okunması gerektiğini söyledi. Taşra’nın “uzakta bir yer’’ olarak tasavvur edilmesinin yanlış olduğunu, aslında hayatlarımızın da çoraklaştığını ve bu anlamda taşralaştığını, İstanbul’da da taşranın olabileceğini vurguladı.
Yönetmen, filmin başrolündeki Yavuz (Ercan Kesal) karakterinin ‘geç ergenlik’ içerisinde olmasını özellikle yazdığını ve amacının doğu-batı mevzusundaki ‘arada kalma’ durumuna gönderme olduğunu belirtti. Batılılaşmaya çalışan ama bunu tam yapamayan karakterin Cumhuriyet’i temsil ettiğini; baba figürüyle tam hesaplaşamaması ve karakterin kendince bir romantizminin olmasının da bu bağlamda bir eleştiri olduğunu söyledi. Kimliksiz, kişiliksiz, tanımsız bir bölgede hiçbir yere gitmeyen karakterlerin ve bir şeyler oluyormuş gibi görünüp aslında hiçbir şey olmaması durumunun Yeni Türkiye olduğunu söyleyen yönetmen, filmdeki karakterlerin ve olayların da bu hal ile benzerlik içinde olduğunu ekledi.
Belgeselci kimliğinin sinema filmlerine de yansıdığını belirten yönetmen, konu ve durumlara ‘tarafsız’, ‘uzaktan’ bakma gibi bilinçli bir tavır sergilediğini, bunun için çabaladığını ve bir şeyi ispatlama ya da anlatma kaygısının olmadığını belirtti. Film yaparken olabildiğince basitleştirmeye çalıştığını ancak bunu ucuzlaştırmak ya da satışa yönelik sunmak anlamında yapmadığını ilave etti.
Film yaparken en çok dikkat ettiği unsurun, kendi müdahalesinin seyirci tarafından fark edilmemesini sağlamak olduğunu ve yönetmenin mümkün olduğunca hissedilmediği filmleri başarılı bulduğunu söyledi. “Yaratıcı’’ metaforunu kullanan yönetmen, yaratıcının varlığının da ispatlanamadığını, kendisini gizlediğini ve bunun tabiiliği de beraberinde getirdiğini vurguladı. Yönetmen filmde kendini öne çıkartırsa o filmin problemli olacağını ve filmin gerçekçilikten, hakikatten uzaklaşacağını belirterek söyleşiyi bitirdi.