Nev‘î Efendi: Netâyicü’l-fünûn ve mehâsinü’l-mütûn & Muhammed b. Ahmed et-Tarsûsî: Enmûzecu’l-ulûm
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen Fahreddin Râzî Sonrası İlimler Tasnifi Literatürü toplantı dizisinin Haziran ayında gerçekleştirilen altıncı oturumunda Harvard Üniversitesi’nde doktora çalışmaları devam eden Didar Ayşe Akbulut, Nev‘î Efendi’nin Netâyicü’l-fünûn ve mehâsinü’l-mütûnadlı eseri çerçevesinde ve aynı oturum içerisinde Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden Yrd. Doç. Dr. Hatice Toksöz ise Muhammed b. Ahmed et-Tarsûsî’nin Enmûzecu’l-ulûmadlı eseri bağlamında, her iki ismin ilimler tasnifini nasıl ele aldıklarına ilişkin sunumlarını gerçekleştirdiler.
Altıncı oturumun ilk konuşmacısı olan Akbulut, öncelikle Nev’î’nin hayatı ve bazı eserleri hakkında geniş bir bilgi verdi. 1533-34 yılında doğan Nev’î Efendi’nin (ö. 1007/1599) şair ve sûfî kimliğinin göz ardı edilmemesi gerektiğine değinen Akbulut, farklı medreselerde müderrislik görevinde bulunduğuna değindi. İlim ve fazilet sahibi olan Nev’î, aynı zamanda zühd ve dervişane bir hayat sürdürmeye de azamî gayret gösterirdi. Akbulut, Şeyh Şaban Efendi’ye intisap eden Nev’î Efendi’nin, Keşfü’l-hicâb min vechi’l-kitâb adlı eserinin, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Füsûsü’l-hikem adlı eserinin modern dönem öncesi ilk Türkçe tercüme özelliği taşıması açısından önemli olduğunu vurguladı.
Akbulut, Nevî’nin hayatı ve bazı eserleri hakkındaki bazı açıklamalarından sonra sunumunun asıl önemli kısmını oluşturan Netâyicü’l-fünûn ve mehâsinü’l-mütûnadlı eser hakkında bazı açıklamalarda bulundu. Kataloglarda üç yüze yakın nüshanın varlığı, bu eserin birçok yerde yer alması bakımından önemi haizdir. Akbulut, bu yazmalar içerisinde bulunan İstanbul Üniversitesi’ndeki nüshanın bize bazı önemli bilgiler vermesi bakımından önemli olduğuna değindi. Buna göre, müellif nüshasına ulaşılamamış olunsa da eserin 1571 yılının Ekim ayında başlanıp, aynı sene Aralık ayında tamamlandığına dair bilgiler ihtiva etmesi önem arz etmektedir. Bu tarihin Nevî Efendi’nin, İstanbul’a tayini çıkmadan önceki bir zamana tekabül ettiğine değinildi. Ayrıca bu eserin diğer bir önemli özelliği de, III. Murad’a ithaf edildiğine dair bir kaside ihtiva etmemesidir. Çünkü Nevî Efendi’nin sarayda şehzadelere hocalık yapması, özellikle III. Murad ile olan ilişkilerinin iyi bir hâl alması ve böylece ciddi bir nüfuz kazanması bilinen hususlardır. Bundan ötürü matbu eserlerde, eserin III. Murad ile olan iyi ilişkilere binaen kendisine ithaf edildiğine dair bir kaside yer almaktadır. Ancak Akbulut, her ne kadar matbu eserlerde bu eserin III. Murad’a ithaf edildiğine dair bir kaside olsa da, erken döneme tekabül eden İstanbul Üniversitesi’ndeki bu nüshada böyle bir kasidenin yer almadığını belirtti. Böylece eserin sipariş usulü yazılmadığı sonucu da ortaya çıkmış olmaktadır. Ancak daha sonrasında kimi kasidelerin esere eklenmesiyle eserin III. Murad, II. Selim ve bir vezire ithaf edilmiş olabileceği söylenebilir.
Akbulut, Nevî’nin bu eserinin orijinal niteliğe haiz olduğunu vurguladı. Akabinde, eserin kendisinden önceki hangi kaynaklardan ne ölçüde esinlendiği konusuna değinen Akbulut, tıpa tıp kendisinden yapılan iktibasların da tespit edildiği Nevâkutû’l-ulûmve Durerû’n-Nucûm adlı Farsça eserin kendisinden en çok istifade edilen eser olduğunu belirtti. Akbulut’a göre, her ne kadar bu eser Gazzâlî’ye atfedilmişse de asıl müellifinin XII. yüzyılda yaşamış olan Şihâbüddin Ebû Muhammed el-Kazvînî adlı kişiye ait olduğu bilinmektedir. Nevî Efendi’nin bir diğer önemli kaynağı ise, Abdurrahman Bistâmî’nin (ö. 858/1454) el-Fevâhü’l-miskiyye fi’l-fevâtihi’l-mekkiyyeadlı eseridir.
Nevî’nin bu eseri, otuz ilim içeren Nevâkutü’l-ulûm ve dürerü’n-nucûmadlı esere mukabil on iki ilmi içermektedir. Eserin neden on iki ilim içerdiğine yönelik bir soruya karşılık Akbulut, burçlar feleğinden hareketle bir sınırlandırmaya gidilmiş olabileceğinin ihtimal dahilinde olduğunu belirtti. Diğer bir rivayet olan III. Murad’ın on ikinci sultan olmasına binaen böyle bir sınırlandırılma yapıldığı görüşünün yanlış olduğu dile getirildi. Akabinde, eserin sistematik bir yapıya sahip olup olmaması üzerine eğilen Akbulut, her grubun üç ilmi ihtiva eden toplam dört gruptan oluşan bir tasnif şeklinin olduğunu belirtti. Bazen ilm-i Tabî’â (Doğa bilimleri) şeklinde de dile getirilen “ilm-i hikmet ve heyet” ile birlikte tarih ilminin olduğu ilk grubun en dikkat çekici grup olduğuna değinildi. Özellikle tarih ilminin ilk sıraya konuluşu ve bütün ilimlerin bir şekilde tarih ilmine borçlu olduğu teması açısından önemi haizdir. Böyle bir tasnifin varlıkların kategorizeleştirilmesine binaen yapıldığını vurgulayan Akbulut; tarih, hikmet ve heyet şeklindeki ilimlerin mukabilinde yer alan varlık kategorilerinin “insan”, “ay-altı cisimler” ve “ay-üstü cisimler” olduğunu belirtti. En şerefli ve yüce varlık olan insanın mukâbilindeki tarih ilminin ilk sıraya konuluşu, bütün ilimlerin amacı olan “mârifetullâh”a giden yolun, eserden müessire şeklinde olmasından ileri gelmektedir. Akbulut, tarih ilminin tümel bir bilgi alanına ilişkin olmaması yüzünden “felsefî ilimler” yerine “edebî ilimler” kategorisi altında değerlendirildiğine dikkat çekti. Akabinde, ilm-i hikmet ile ilgili Nevî’nin“hikmet”in klasik tanımını zikrettiğini ve üç problematik sorunu teşkil eden “cismin mâhiyeti”, “insan nefsi” ve “bedenin yok olmasıyla nefsin akıbetinin ne olacağı” soruları hakkında filozofların görüşlerini aktardığı dile getirildi. Akbulut’a göre Nev’î, filozofların bu üç temel meseledeki görüşlerini şer’î açıdan yanlış görse de tamamen hikmeti dışlayan bir pozisyon içerisinde değildir.
Akbulut, ikinci grup ilimleri oluşturan “ilm-i kelâm”, “usûl-i fıkh” ve “tefsir”in aynı kategoride yer almalarının sebebinin ilimlerin, bilgi kaynaklarının bir kriter olarak kabul edilmesini ileri sürmektedir. Bu ilimler arasındaki öncelik-sonralık ilişkisinin sebebi ise tümel, aklî ve naklî bir ilim olup olmamalarından kaynaklanmaktadır. Kelâmın tümel, aklî ve naklî bir ilim olması hem aklî hem de naklî bir ilim olan usûl-i fıkhtan önce gelmesine yol açarken, tefsirin salt naklî bir ilim olması en son sırada yer almasına neden olmuştur.
Üçüncü grup içerisinde “tasavvuf”, “rüya tabiri” ile “rük ve tıp” ilimleri yer almaktadır. Akbulut, rüya tabiri ile rük ve tıp ilminin dini ilim olarak tasnif edildiğini ve bu ilimlerin nebevî bir meşruiyet zemininin altına yerleştirilme niyeti içerisinde olunduğunu belirtti. Rük, Nevî’nin terminolojisinde “tıbbu’r-rûhânî” adını almaktadır. Ayrıca bu ilimlerin nefsin tezkiyesi ve bedenin tedavi edilmesi amaçlarını taşıması itibariyle insana dönük bir ilişkisi de bulunmaktadır. Fizik ilminin dalları olarak görülen “felâhât”, “nücûm” ve “fâl” ilimlerinin ise insanın kendi dışındaki varlıklardan anlam çıkarsamasına dayandığını belirten Akbulut, son olarak, ilk iki gruptaki ilimlerin aksine son iki gruptaki ilimlerin bilmenin yanında eyleme ilişkin olmalarından ötürü pratiğe ilişkin bir boyutlarının da olduğunu belirterek sözlerini tamamladı.
Altıncı oturumun ikinci ayağında Yrd. Doç. Dr. Hatice Toksöz, Muhammed b. Ahmed et-Tarsûsî’nin (ö. 1145/1732) Enmûzecu’l-ulûmadlı eserinin sunumunu gerçekleştirdi. İlk önce müellifin hayatı ve eserleri hakkında bilgiler verildi. Ölüm tarihi hakkında kimi ihtilaflı görüşler olsa da 1732 yılının gerçeğe en yakın tarih olduğu dile getirildi. Tarsûsî’nin ilk eğitimini Tarsus’un müftüsü olan babasından aldığı ve akabinde çevre illerde müderrislik yaptığı belirtildi. Çoğunlukla tefsir ilmine dönük olan çalışmalarından sadece iki tanesi matbudur.
Toksöz, eserin önceki enmûzec türü tasniflerden ayırt edici bir tarza sahip olduğunu ve yirmi dört ilim ihtiva ettiğini belirtti. Önceki tasniflere mukâbil, girişte ilimlerin tanımı, amacı ve hangi özelliklere binaen birbirlerinden ayrıştıklarına dair bir açıklama yer almaz. Daha sonra her ilmin kendi içerisinde tanımına, içeriğine ve tartışmalı problemlere değinmesine rağmen literatür bilgisi vermemektedir. Yirmi dört ilim içerisinde en çok hacim kaplayan ilmin kelâm olması ise dikkat çekicidir. Toksöz, konuşmasını daha çok kelâm ilmi ekseninde sürdürerek, özellikle müellifin kelâm ilminin ince problemlerine ve filozoflardan ayrışan yönlere önem atfettiğini belirtti. Toksöz’e göre dikkatleri çeken diğer önemli bir nokta ise, Tarsûsî’nin, klasik kelâm kitaplardaki tasnifin aksine kelâm kısmında hâtime kısmından önce“imamet”başlığı yerine “iman” konusuna yer vermesidir.
Toksöz, eserde “tasavvuf” veya kimi eserlerde “ahlâk” diye tabir edilen kısım üzerinde de durdu. Bu ilmin tanımı, kişinin vicdânî konularda lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. Toksöz, müellifin, felsefe ilminin yerilmesi veya övülmesi hakkında çekimser kalarak net ifadelerde bulunmamasının sebebi olarak, babası gibi Tarsûsî’ninde müftülük görevini icra etmesi veya İstanbul gibi merkezi ilim yerlerinden uzak olmasını gösterdi. Son olarak, soru cevap kısmında Toksöz, Enmûzectürü eserlerde tıp ve ahlâkilminin istisnasız bir şekilde yer alırken, metafiziğin yer almayışı üzerinde durulduğunu belirterek konuşmasını nihayete erdirdi.