Din ve Milliyetçilik: Türkiye, Cezayir ve Pakistan’da İslami Kökenler ile Laik Ulus İnşasının Çelişkileri
Küresel Araştırmalar Merkezi, Ekim ayı “Kitap-Makale Sunumları” toplantı dizisi çerçevesinde Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Şener Aktürk’ü misafir etti. Aktürk, Eylül ayında Social Sciences Quarterly dergisinde yayımlanan “Religion and Nationalism: Contradictions of Islamic Origins and Secular Nation-Building in Turkey, Algeria, and Pakistan” (“Din ve Milliyetçilik: Türkiye, Cezayir ve Pakistan’da İslami Kökenler ile Laik Ulus İnşasının Çelişkileri”) başlıklı makalesi üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Aktürk’ün sunumu sonrasında İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Alptekin müzakerede bulundu ve program, soru-cevap bölümü ile noktalandı.
Türkiye, Pakistan ve Cezayir, kuruldukları tarihten itibaren çok kuvvetli İslamcı veya etnik ayrılıkçı meydan okumalarla karşılaşmış üç devlettir. Bu üç devletteki İslamcı muhalefetin yanı sıra, Türkiye’de Kürt, Pakistan’da Bengal, Baluç, Sind ve Cezayir’de Berber gibi etnik milliyetçiliğe dayalı muhalefet tarzları da ortaya çıkmıştır. Aktürk, konuşmasında, benzer tarihsel deneyimlere sahip ve İslami seferberlik ile kurulmuş bu üç ülkede tek dilli, laik ulus-devlet modelinin benimsenmesinin İslami ve etnik muhalefeti doğurduğunu savundu. Türk Milli Mücadelesi, Cezayir Bağımsızlık Savaşı ve Hint Müslümanlarının bağımsızlık mücadelesi İslami mücadeleler olup farklı etnik gruplardan müteşekkil Müslümanların gayrimüslim düşmanlara karşı verdiği bir cihat niteliğindedir. Bu grupların İslami bir söylem ile sürdürdükleri mücadelenin sonucunda beklentilerin uzağında bir devlet modelinin ortaya konulması bu ulusların inşasının temel çelişkisi olarak karşımıza çıkıyor.
Metodolojik olarak karşılaştırmalı tarihsel analiz kapsamında en farklı sistem tasarımını kullanan Aktürk; Türkiye, Cezayir ve Pakistan’ın sömürge geçmişleri, demokrasi seviyeleri, etnik çoğunluk oranları, etnik ikinci kategori oranları, mezhepsel ikinci kategori oranları, ekonomik kalkınma seviyeleri ve coğrafi konumları arasındaki farklılıklara dikkat çekti. Bütün bu önemli farklılıklara rağmen İslamcı ve etnik muhalefetin mevcudiyeti, bu üç devletin bariz ortak yanı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aktürk, kendi yaklaşımına karşıt pozisyonları da eleştirel bir zaviyeden değerlendirdi. Bunlardan ilki, bu devletlerin post-kolonyal devletler olduğu ve dolayısıyla yapay sınırlardan kaynaklanan muhalefet sorunları yaşadıkları iddiasıdır. Bu üç devletin sınırlarının bağımsızlık mücadeleleri sonucu çizilmiş olması bu tezi çürütüyor. Sonuç itibariyle bu devletler, tipik post-kolonyal sınırlara sahip değiller ve kanlı savaşlar sonucunda kurulmuşlar. İkinci argüman, bu ülkelerde İslami muhalefetin 1970’lerden sonra ortaya çıkan küresel dini uyanışın bir parçası olduğu iddiası. Bu iddia da bu üç örnekte geçersiz kalıyor. Örneğin, Türkiye’de ilk İslami uyanış, Aktürk’ün argümanına göre, 1950’de ezanın tekrar Arapça okutulmasıyla başlamıştır. Bir diğer tez ise bu ülkelerin ekonomik gerikalmışlıkları sebebiyle bu tarz muhalefetlere maruz kaldığı yönünde. Bu iddia da maalesef sorunun kökenini açıklama noktasında yetersiz kalıyor, zira üç devletin de ekonomik seviyeleri birbirinden farklı. Türkiye, komşusu İran’a nazaran çok daha güçlü bir ekonomiye sahip; buna rağmen İran’da etnik muhalefet Türkiye’ye göre çok daha alt seviyede. Son teori de bu ülkelerdeki İslami hareketin Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkan Sovyet karşıtı Amerikan politikasıyla alâkalı olduğu yönünde. Fakat burada da belirtmek gerekir ki bu teori, üç ülkede de İslami hareketin yükselişini açıklamıyor. Örneğin Türkiye’de İslami hareket bu politikalardan önce ve anti-Amerikancı bir çerçevede başladı. Ayrıca Cezayir, hiçbir zaman bu Amerikan projesi ağının içinde yer almadı.
Aktürk, çalışmasını zaman yönünden dört bölüme ayırıyor. İlk bölüme konu olan kuruluş ve bağımsızlık öncesi dönemin ana özelliği, Müslüman ve gayrimüslim gruplar arasında dine dayalı siyasi ve sosyo-ekonomik eşitsizliktir. Osmanlı’da kapitülasyonlar ile başlayan ve gayrimüslimlerin ekonomik olarak Müslümanlardan daha zengin hâle gelmeleri bu eşitsizliğin bir ayağını teşkil ediyor. Yine Cezayir’de Müslümanlara hiçbir siyasi katılım hakkının tanınmaması bu eşitsizliğe bir diğer örnektir.
İkinci bölüm kuruluş ve bağımsızlık seferberliğine odaklanıyor. Burada üç ülkede de ortak olan özellik devlet kurucu seferberliğin niteliğinin dini eksende bir dost-düşman ayrımına dayanıyor olması. Etnik açıdan heterojen, dini açıdan homojen toplumların “cihat” olarak adlandırdıkları bir mücadele söz konusu. Milli mücadele döneminde kurulan Milli Meclis’in yapısına bakıldığı zaman, Osmanlı Mebusan Meclisi’nin aksine, hiç gayrimüslim vekil bulunmadığını açıkça görebiliyoruz. Pakistan’ın bağımsızlık mücadelesi, aynı şekilde farklı etnik kökenlerden Müslümanların gayrimüslim Hint çoğunluğa karşı yürütülmüştür. Ayrıca bu devletlerin kurulduğu ilk yıllarda belirgin bir nüfus değişimi yaşanıyor. Bu nüfus mübadeleleri ile gayrimüslimler kurulan devletten ayrılıyor. Pakistan ve Hindistan arasında yaşanan büyük göçler yanında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesi de bunun açık örnekleri niteliğindedir.
Üçüncü bölümde devletlerin laik ulus-devletler olarak kurulması ele alınıyor. Bu dönemde üç ülkede de tek dilli ulus-devlet modeli, resmi devlet modeli oluyor; muhalif figürler bir şekilde ortadan kaldırılıyor. Cezayir’de Berberi liderlerin bir kısmı sürgüne gönderilirken, bir kısmı öldürülüyor, bir kısmı da yargılanıyor. Türkiye’de 1925 yılında hem İslamcı hem de Kürt etnik kökenine dayanan Şeyh Said isyanı çıkıyor ve bastırılıyor. Yine bu dönemde seküler kanunlar yapılıyor ve bu eksende seküler milliyetçilik politikaları izleniyor. Bunun sebebini dönemin liderlerinin zihniyetlerinde arayabiliriz. Liderler nezdinde İslam, ekonomik geri-kalmışlığın sebebi olarak algılanıyor. Tek dilli laik ulus-devletin ekonomik kalkınmaya yol açacağı ve yeni kurulan devletlerin yalnızca bu şekilde ayakta kalabileceğine dair bir anlayış söz konusu.
Son bölümde İslamcı ve etnik meydan okumaya yoğunlaşılıyor. Bahsettiğimiz sebeplerden ötürü bu dönemde üç ülkede de İslamcı ve etnik ayrılıkçı muhalefetlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Türkiye’de Kürt sorunu, Cezayir’de İslamcılar ve devlet arasında cereyan eden iç savaş, Pakistan’da ise Bangladeş’in ayrılmasıyla sonuçlanan etnik ayrılıkçılık bu tür muhalefete örnek teşkil ediyorlar.
Sonuç itibariyle bütün bu dinamikler göz önünde bulundurulduğu zaman, Türkiye’nin tek dilli laik ulus inşasında görece en başarılı, Pakistan’ın ise kısmen sorunlu görüldüğünü söyleyebiliriz. Denilebilir ki Türkiye, büyük ölçüde sahip olduğu Osmanlı bakiyesi devlet tecrübesi ile başından beri bu noktada avantajlı konumdaydı. Pakistan ve Cezayir ise bu ölçüde oturmuş bir devlet geleneğine sahip değillerdi. Nitekim Pakistan hem laik devlet yapısını koruyamamış hem de ulusal bütünlüğünü kaybetmiştir.