“Hâl”i Konuşmak: Herevî ve Sad Meydân’ı Üzerine

Paylaş:

Medeniyet Araştırmaları Merkezi Tezgâhtakiler toplantı dizisinin Kasım ayı konuğu Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Nedim Tan oldu. Tan, yakın zamanda tamamladığı “Abdullah Ensârî Herevî’nin Tasavvuf Tarihindeki Yeri ve Sâd Meydân’ı” isimli doktora tezinden hareketle yaptığı sunumunda, genellikle Herevî ismiyle tanınan düşünürün tasavvuf ve mezhepler tarihindeki önemini, eserlerini diğerlerinden farklı kılan yönlerini, hâl ve makam anlayışını ele alarak tez çalışmasında kendisini bu konuya yönelten sebeplere değindi.

Tan, konuşmasının girişinde, Herevî ile tanışmasına vesile olan İsmâil Rusûhî Ankaravî’nin Minhâcü’l-Fukarâ’sından bahsetti ve bu eserde yer alan 100 makamlı tertibin büyük oranda Herevî’nin Menâzilü’s-Sâirîn’inden şerh edilmiş olmasının kendisini Herevî’yi araştırmaya sevk ettiğini belirtti. 925 yıl önce vefat eden, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin oğullarından biri olan ve Herat’ta yaşamını sürdürmesi hasebiyle ‘Pîr-i Herat’ diye de anılan Herevî’nin şahsında birkaç farklı kutbun birleştiğini ifade eden Tan, tasavvuf dışı metinlerde bu sufinin isminin anıldığı bağlamların genellikle Hanbelilik, kelâm ve Eş’ari karşıtlığı ile mezhepler arası ihtilaflar olduğunu vurguladı. Özellikle Hanbeli tabakatında bir sufiden çok, “Hanbeli mezhebinin yılmaz bir savunucusu, zengin isnad bilgisiyle ehl-i hadisin muazzam bir temsilcisi ve ehl-i bid’atın yaman bir düşmanı” şeklinde tanıtılan Herevî’nin hayatında üç önemli tarihi figür yer etmiştir: Çocukluğu, ilk gençliği ve rüştünü ispatlaması Gazneli Mahmud dönemine, kendi karizmasını ortaya koyması ve halkasını oluşturması Alparslan dönemine, Eş’arilik ile mücadelesi ve bu uğurda başta Nizamiye Medreseleri olmak üzere, dinle ilişkili pek çok politikayla ters düşmesi Nizamülmülk dönemine denk gelmiştir. Tan’a göre bu durum, hayatının siyasi ve dini çekişmeler merkeze alınarak anlatılmasına da zemin hazırlamıştır.

Konuğumuz konuşmasının devamında Herevî’nin hâller ve makamlar konusuna ilişkin yeni bir metot önerecek kadar tasavvufi kültürü bulunduğunu ve kendisinden önceki külliyatı kuşattığını belirtti. 80 yılı aşan ömrünün 60 yılında bir mürşit, hatip, vaiz ve alim olarak Herevî’nin temel meselesi, hâller ve makamları belirli bir bütünlük içinde anlatmak olmuştur. Herevî’nin tasavvufi yönüyle de ilginç bir sentezi gerçekleştirdiğine dikkat çeken Tan, tasavvuf tarihinde farklılığı nispetinde birbiriyle çelişen ama çeliştiği ölçüde de birbirini zenginleştiren iki tavrın;  şathiyelere, vecde, kayıtsızlığa, rindliğe, azadeliğe vurgu yapan Bâyezîdi Mektep ile biraz daha ulûm-u islâmiye tarafında duran ve kitabî gerekçeleri ortaya koyan Cüneydî Mektep’in Herevî’de bir araya geldiğinin altını çizdi. Herevî’de, hem ehl-i hadis çerçevesini hem de tasavvufi geleneği barındıran telif hayatı ile 60 yıllık hatipliğinden gelen muazzam bir şifâhî hafıza harmanlanmıştır.

Tan’ın aktardığına göre, Sâd Meydân eseri, 1055 yılının muharrem ayında Herevî’nin yaptığı sohbetlerin öğrencileri tarafından imlâ edilmesiyle oluşmuştur. Eser, hâl ve makamları 100’lü tertip üzerinden anlatan, her tertibin kendi içerisinde üç kısma ayrılmasıyla genelden özele, özelden daha özele geçecek şekilde yazılan ilk Farsça tasavvuf kitabıdır. Ayrıca bu eser, tasavvufun hem tarihi hem de doktrin bazında teorik hafızasını Herevî’nin nasıl sistemleştirdiğini göstermesi bakımından önemlidir. Sâd Meydân, kendi dönemi ve sonrasında sıkça okunmuş ve alıntılanmıştır. Tan’ın aktardığına göre, İsmail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân tefsiri ve diğer çalışmalarında Sâd Meydân’ın beşte biri, Osmanlı edebiyatına çok tesir etmiş Hüseyin Vâ’iz-i Kâşifî’nin Mevâhib-i Aliyye’sinde ise dörtte biri yer almıştır.

Herevî’nin tabakat literatürüne yaptığı katkılara da değinen Tan, bu hususta öncelikle tabakatın diğer ilimlere nazaran tasavvuf tarihinin daha geç dönemlerine rastladığı, bugün elimizde bulunan en eski metnin 1000’li yılların başında neşredilen Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin tabakatı olduğu bilgisini verdi. Sohbet meclislerinde bu eseri okutarak sufi hafızayı kendi muhitindeki insanlara aktaran Herevî’nin düştüğü notların ve yaptığı yorumların 15. yüzyılda şerh edilmesiyle, özellikle Osmanlı’da sıkça okunan ve alıntılarla faydalanılan Nefahâtü’l-üns ortaya çıkmıştır. Tan, Herevî’nin Herat bölgesinde görüp kerametlerine şahitlik ettiği ve himmetlerine erdiği çok sayıda sufinin hâllerini yorumladığını, onlara tabakatında yer verdiğini belirtti ve bu sufilere başka hiçbir kaynakta rastlanmadığını da özellikle vurguladı.

Tan, programın devamında hâl ve makam tanımlarını ele aldı. Hâl, insanın çabası olmaksızın ona gelen, ona inen, içinde uyanan, içine doğan veya Allah tarafından hibe edilen zamansız, gelip geçen durumlardır. Makam ise, hâldeki bu tezahürlerin zıttıdır ve gelip kalan, insana yerleşen meleke, seciye ve karakteri ifade edebilecek bir öze sahiptir. Tan’a göre buradan hareketle, “Hâller ve makamlar, tasavvufun dili yahut omurgasıdır.” demek yanlış olmayacaktır. Zira seyr-u sülûk denilen anahtar faaliyetin içeriğini hâller ve makamlar oluşturmakta, onlarsız fenâfillâh ve bekâbillâh gibi büyük ideallere ulaşmak mümkün olmamakta, onların sıhhatini sağlamak âdâb-u erkân denilen tasavvufi muaşeretin esas amacını teşkil etmektedir.

Konuşmasının sonunda Tan, Herevî’nin tasavvuf tarihine bıraktığı etkiyi örneklemek adına İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-Hikem’inin “hamd” cümlesi ile Sâd Meydân arasında sezilen süreklilikten, kullanılan kalıpların ve kelimelerin, yapılan vurguların büyük oranda benzerlik gösterdiğinden bahsetti. Herevî’nin vefatından otuz yıl sonra Endülüs coğrafyasında çıkan tasavvufi hareketlerde onun eserlerinden alıntılar yapıldığı ve yararlanıldığı kalıplardan yararlandığı tespitinde bulunan Tan, bu durumun kelimeler ve satırlar arasında yüzyılların yürüyebildiğine örnek teşkil ettiğini vurgulayarak sözlerini tamamladı.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir