Mısır’da, Upanişadlar’da, Budizm’de ve Hıristiyanlık’ta Ölüm Felsefesi
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi, Tezgâhtakiler toplantı dizisi kapsamında Aralık ayında Senail Özkan’ı konuk etti. Goethe ve Annemarie Schimmel’den bir çok eseri Türkçe’ye kazandıran Senail Özkan, konuşmasını kaleme aldığı Ölüm Felsefesi kitabı çerçevesinde, farklı medeniyetlerdeki ölüm anlayışları üzerine gerçekleştirdi.
Özkan, ölüm konusunu çalışmaya başladığında, insanlığın ölüm hakkında çok fazla söz söylemiş olmasından hem korktuğunu hem de heyecanlandığını belirterek konuşmasına başladı. Özkan’a göre insanoğlu, hayata dair her şeyi ölüme bakarak söylemiştir ve bu anlamda hayatı değerli kılan, ölümün bizatihi kendisidir. Ölüm, “ucu bucağı olmayan bir umman”dır ve bu konu, dinler için de hayati bir önem taşımaktadır. Özkan’a göre ölüm olmasaydı dinin söyleyebileceği çok şey kalmaz, diğer bir deyişle insanı teselli edebileceği bir husus mevcut olmazdı.
Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları adlı romanında gebe kadınlarla ilgili bir tasvirde, kadının aynı zamanda hem yaşamı hem de ölümü karnında taşıdığı belirtilir. Özkan’a göre, Rilke’nin işaret ettiği bu anlamda insana aslında anne karnına düştüğü ilk andan itibaren fanilik bulaşmıştır. İnsan, doğarken ölümlüdür. Heidegger’in ölümle ilgili görüşlerini de aktaran Özkan için ölüm, günlük yaşam karmaşasında unutulmaya terk edilmektedir. Fakat aksi bir durumu tercih etmek de pek mümkün değildir. Çünkü her an ölüm düşüncesiyle yaşamak bizi felâkete sürükleyecektir.
Farklı medeniyetlerdeki ölüm anlayışlarını büyük ölçüde dinler üzerinden ele alan Özkan’a göre dinlerin hepsinde ölüm fikri esastır. Bazı Hint dinlerinde ölüm, reenkarnasyonla bitmeyen bir çile mahiyeti taşır. Ölümü ve hayatı azap olarak gören Buda, bu ebedi ölüm halkasını kırarak insanı ıstıraptan kurtarmaya çalışır. Ona göre bu döngüden kurtulmanın tek yolu, ancak dünyaya gelmekten kurtulmakla mümkündür.
Özkan’a göre, ölüm açısından değerlendirildiğinde Hıristiyanlık ile Budizm arasında pek çok benzerliğin bulunduğu görülebilir. Her iki din de ölümü bir kurtuluş olarak görürler. Hıristiyanlıkta insan, yaratılış itibariyle günahkardır ve bundan kurtuluş ancak ölümle gerçekleşir. Hıristiyanlığa göre ölüm, insanın etinden çıkması gereken bir dikendir.
5000 yıl öncesinin Kadim Mısır’ında ise ölüm bir geçim kaynağıdır. Piramit mezarlar, Mısırlıların ölümden sonraki yaşama olan inançları ile inşa edilmişlerdir. Dönemin düşünürleri, insanın ölüm fikrini nasıl aşacağı sorununa odaklanmış ve ölümü, insanı kendine döndüren veya kendi varlığını keşfetmesine neden olan şey şeklinde düşünmüşlerdir. Sonraki dinler, birçok düşünceyi Eski Mısır›dan tevarüs etmişlerdir. Hatta ölümden sonra yaşam meselesinde İslam ile Eski Mısır arasında var olan benzerlik de oldukça dikkat çekicidir.
Özkan için dinler insanlığa devamlı bir “öte dünya” vadetmektedir. İnsanlık, ölüm fikrine dalarak bedbin olmamalı ve kendilerine verilmiş hayat fırsatını iyi değerlendirmelidirler. Çünkü hayat, ölümden daha önemlidir. Mısır Osiris ile İsis ve Yunan mitolojisi’ndeki Orpheus ve Eurydike hikayelerinin de gösterdiği üzere, evrensel olarak ölümü yenebilecek tek şeyin aşk olduğunu belirten Özkan, ancak aşk marifetiyle insanın ölümü aşabileceğini ifade etti. Bu anlamda aşkın, bütün varlıkları bir arada tutan yegâne olgu olduğunu savunan Özkan, Mevlâna’nın bir sözüyle konuşmasını nihayete erdirdi: “Aşk olmasaydı dünya donar kalırdı.”