Müzik ve Mimari: Sedefkâr Mehmed Ağa Tecrübesi
Sanat Araştırmaları Merkezi’nin Kırkambar Sohbet programı çerçevesinde Eylül ayında düzenlediği programının başlığı, Celâleddin Çelik’i dinlediğimiz “Müzik ve Mimari: Sedefkâr Mehmed Ağa Tecrübesi” idi. Mimar ve müzisyen kimlikleri bulunan Celâleddin Bey, bir başka mimar-müzisyeni, Sedefkâr Mehmed Ağa’yı ve dolayısıyla her iki köklü sanat dalının ilişkisine, bu ilişkinin Osmanlı/İslam tecrübesinde neye tekabül ettiğine dair düşünce ve tespitlerini paylaştı.
Konuşmasına Goethe’ye atfedilen yaygın bir kabulü, iltifata mazhar olan “Mimari, donmuş müziktir” ifadesini hatırlatarak ve sorgulayarak başlayan Çelik, en azından Osmanlı geleneği söz konusu olduğunda bu ifadenin doğru olmadığını, müziğin de mimarinin de “donmuş” değil; hareketli, akışkan alanlar olduğuna işaret etti. Buna mukabil, aslında müzik ve mimari aynı skalanın iki ucunu teşkil ederler; müzik bu skalanın en soyut kısmında, mimari ise en somut kısmında durur. Müzik sanat dalları içerisinde varlık kisvesinden en fazla soyunanı iken mimarlık fiziki malzeme marifetiyle ve bir atölye içinde mücerret bir halde değil, bilakis zihin, iktisat, hâlet-i ruhiye, toplumsal hareketler; velhasıl, hayatın bütün somut veçheleri ile iç içe ve etkileşim hâlinde icra edilebilen bir sanat dalı. İşte bu nedenledir ki bu meseleye soyut-somut bağlamında yaklaşmak gerekiyor. Öte yandan bir zaviyeden iki uçta bulunan, çok farklı iki meşrebe sahip olan bu iki sanat arasında yabana atılmayacak ortak noktalar da var: Birlik, çokluk, tekrar, ritim, ahenk/nisbet/proporsiyon (Celâleddin bey bu noktada Niyazi Sayın’ın ‘musiki, iki ses arasındaki ilahi münasebettir’ tarifini ve bu tarifinde aslında ‘nisbet’i anlattığını hatırlatıyor gibi.
Çelik’e göre, hayatını bilhassa Cafer Efendi’nin mimarlık tarihi bakımından da çok mühim bir eser olan Risale-i Mimariyye’sinden takip etme imkânı bulduğumuz Sedefkâr Mehmet Ağa, gerek uzaklık (soyut-somut) gerekse yakınlık (ortak noktalar) açısından tam da müzik-mimari ilişkisinin müşahhas bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Serüvenine musiki (soyut) silkinde başlayan Sedefkâr, daha sonra keskin bir dönüşle meslek değiştirerek mimariye (somut) intisap eder, her iki sanatla eş zamanlı olarak meşgul olmaz. Öte yandan Cafer Efendi’nin risalesinde vurguladığı üzere mimarlığı/mimari eserleri, musikisi ile bütün ortak noktaları başarıyla taşır, temsil eder.
Konuşmasının müteakip bölümlerini bu minval üzere Sedefkâr Mehmet Ağa’nın hayat hikâyesine ayıran Celâleddin Çelik, hikâyeyi skalanın bir ucundan diğer ucuna geçiş olarak görebileceğimizi belirttiği hayat hikâyesini bu minval üzere şu şekilde özetledi:
Sedefkâr Mehmet Ağa 1562’de on yaşlarında iken devişiriliyor ve yaklaşık beş sene ulûfesiz ve acemi oğlanı olarak bekliyor. Ulûfe bağlandıktan sonra ilk görevi Sultan Süleyman Türbesi bahçe bekçiliği oluyor. Bu vazifesinin ardından musiki ile ilk defa tanışacağı, meşk meclislerine şahit olacağı ve ilgisinin farkedileceği saraya/hasbahçeye kabul ediliyor. Bu meşk meclislerinin birinde ve üstelik sultanın sarayında “bre aferin size, bu dünyada bundan büyük sultanlık olmaz.” şeklinde duyduğu bir cümle ile müziğe olan ilgisi aşka inkılap ediyor ve bir üstada intisap ediyor. Kendisindeki “musiki aşkını” farkeden üstat, onu talebeliğe kabul ve bunun bir nişanesi olarak ona bir mızrap hediye ediyor. Bundan sonra Sedefkâr’ın gecesi gündüzü meşke dönüşüyor. Üstadının “eli kırılsın” diye verdiği temrinlere o kadar çok çalışıyor ki adeta virtüöz düzeyine geliyor (Cafer Ağa, Sedefkâr’ın geldiği noktayı ‘elinin hayali bile gözükmüyor’ diye tasvir eder), üstadının -Pisagor’dan beri bu sazı senin gibi çalan kimse gelmedi tarzındaki- büyük iltifatlarına mazhar oluyor. Üstadı, başka bir üstada gitmemesi tenbih ve kaydıyla artık makam öğrenmeye başlayabileceklerini söylüyor. Ancak bu sırada Sedefkâr, gördüğü bir rüyanın ve renkten renge giren hâlet-i ruhiyesinin de tesiriyle müzikten uzaklaşmaya başlıyor. Bu sıralarda rüyasını tabir ettirmek için müracaat ettiği Halveti şeyhi Vişne Mehmed Efendi’nin telkinatına uyarak – ki bu süreç başlı başına değerlendirilmesi gereken ayrı bir fasıldır – musiki ile irtibatını tamamen koparıyor, yine şeyh efendinin tavsiyesi doğrultusunda yeni meslek tercihi için ilham gelmesini beklemeye başlıyor. Ve yine o sıralarda hasbahçede bu defa hendese kitabını mütalaa eden sedefkârları görüyor; mimarlık mesleğine, başa dönecek olursak skalanın somut ucuna intisap etmeye karar veriyor. Nitekim bu yolda da büyük bir terakki kaydediyor ve Mimar Sinan’dan sonra Osmanlı mimarlık organizasyonunun başındaki kişi hâline geliyor. Hayatının, başta Sultanahmet Camii olmak üzere mimari eserlerini verdiği bu devresi, her ne kadar musiki ile irtibatı kopmuş olsa da mimarlık-musiki ilişkisindeki ortak noktalarının hüküm-ferma olduğu bir devre hâline geliyor. Celâleddin Bey’in, Cafer Efendi’den ve ona katılarak aktardığı tespit, Sedefkâr’ın mimarlığında musiki ile uğraşmasının ciddi tesirleri bulunduğudur. Özetle ve bir cümle ile ifade etmek gerekirse Sedefkâr Mehmet Ağa, mimarlık-musiki ilişkisinin hem farklılık hem ortaklık boyutlarını temsil eden çok önemli mimarlarımızdan birisidir ve başarıyla sergilediği bu temsil kabiliyetinin, söz gelimi adeta bir beste gibi inşa ettiği Sultanahmet Camii’ndeki geleneğe sadık; fakat yeni bir beste peşinde olma hâlinin, bugünün mimari arayışlarına, mimarlık uğraşısına ve eğitimine sağlayacağı ciddi katkıları göz ardı etmemek gerekir.