Atölyeden Kayıt Dışı Notlar

Paylaş:

Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi Türkiye’de Sanatın Kuralları üst başlığıyla yeni bir program dizisine başladı. Toplantı dizisinin birinci oturum konuğu Atölyeden Kayıt Dışı Notlar başlıklı sunumuyla Doç. Dr. Ahmet Albayrak’tı. Albayrak, sözlerine program dizisinin konseptine uygun olarak Türkiye’de sanata tanıklık etmek veya buradaki sorunların çözümüne dair ufak ipuçlarını görebilmek için güncel sanat ve resim alanındaki bazı deneyimlerini paylaşacağını belirterek başladı. Tecrübelerini ikiye ayıran Albayrak, ilkinin İstanbul ve çeperiyle diğerininse Anadolu’yla ilgili olduğunu ifade etti.

Bu anlamda kendi hikâyesinden bahseden konuğumuz, klasik bir ifadeyle çok küçük yaşta başladığı resim sanatıyla birlikte sanat alanına giriş yaptığını söyledi. Aile içinde birçok ressam ya da resim öğretmeni bulunmasının yanı sıra, resim uğraşını pratik bir noktaya getirmeyen aile üyelerinin bile bir şekilde resimle ilgili yeteneğini kullandığını, aile meclisinde sanatın, resmin sık sık konuşulup tartışıldığını belirtti. Büyük ölçüde gurbetçi olan ailenin bir çok üyesinin sanatsal boya fabrikalarında çalışmasının çocuk yaşta, yurt dışından getirilen sanatçı boyası denilen tüp boyalar, akrilikler, yağlı boyalar, kalemler, kağıtlar, tuvallerle veyahut o zamanlar Türkiye’de basılı olmayan büyük müzelerin kataloglarıyla haşır neşir olma fırsatını kendisine sunduğunu da ekledi.

 Fen lisesi mezunu olmasına rağmen radikal bir kararla güzel sanatlar fakültesinde okumayı tercih ettiğini belirten Albayrak, 2003 yılında Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nden mezun olmuş. Albayrak’a göre üniversite o dönem (1999-2003) hem fakülte olarak çok yeterli olamayan, hem de İstanbul’a kıyasla sanat ortamından uzak, bir sergi görmenin çok zor olduğu, sanat haberleriyle ilgili tartışmaların yaşanmadığı, sanat malzemesinin bulunamadığı bir durumdaymış. Dolayısıyla, öğrenciler için Sezer Tansuğlardan, Kaya Özsezginlerden öğrenildiği kadarıyla işin merkezi olarak İstanbul hep temel hedef olmuş.

Bu noktada, “sanatçı iyi bir okulda okursa sanatçı olabilir” fikrinin Anadolu’da neredeyse 2008’lere kadar sürmüş temel görüş olduğuna dikkati çeken Albayrak, bir sanatçı adayının Türkiye’de belli bir başarıyı elde etmek veya önemli bir sanatçı olmak için o dönemlerde Hacettepe, Marmara ve Mimar Sinan gibi belirli üniversitelerin diplomasını edinmesi gerektiğini söyledi. Bu kesiti neden 2008 olarak belirlediği sorusunu; 1990 doğumlu kuşağın işin içine girmesi, sosyal medyanın başat bir öğe olması, internetin tamamen yaygınlaşması, eski kuşağın kurumlardan emekli olması ve biraz da küresel yayınların artmasının etkisinin olabileceğini ifade etti.

Bu çerçevede bir başka yaygın kabulün modernistlik, daha doğrusu “sanat her zaman yeniyi önermeli” şeklinde ifade bulan avangardlık anlayışı olduğunu söyledi. Eğitim düzeyi artıp yüksek lisans, doktora gibi ihtisas eğitimine gelindiğinde bu durumun özellikle şart koşulduğunu belirtti. Eskiye dair her şeyin reddedilmesinin, klasik estetik argümanların tamamen terk edilmesinin ve yeni bir şey üretilmesinin beklendiğini ifade etti. Bu yeni bir şeyden kastın mesela resim bölümü için bir-iki yıl öncesinden söz edilecek olursa resim yerine video çekmek olabileceğini, bu çerçevede hurdalıklarda gezmek, sanayi ürünleriyle,  çok yeni malzemelerle uğraşmak gerekebileceğini söyledi. O dönemlerin fuarlarına, sergilerine bakınca malzemeyle ve malzemenin morfolojisiyle çok yoğun bir şekilde uğraşıldığının görülebileceğini ekledi. Özellikle bu tavrın kısmen sorunlu bir serüven geçirdiğinin şu an herkesçe kabul edildiğini belirtti.

İlk sergi oluşturma deneyimini Bayburt Baksı Müzesi için, Proje4L Güncel Sanat Müzesi’nde açılan bir sergide gerçekleştiren Albayrak, mekân nasıl okunur ve düzenlenir, bağlamsal olarak sergi nasıl kurgulanır, izleyici sergiye dolaşım kanallarıyla nasıl yerleştirilebilir gibi konuları, usta ve çırak mekanizması üzerinden bu deneyimi sırasında öğrenmiş. O dönemlerde aslında sanatçıdan beklenenin görünüşte profesyonel bir şekilde süreci yönetmesi iken işlerin pratikte usta-çırak ilişkisi şeklinde yürütüldüğünü belirten konuğumuz, bunun geleneksel olarak asırlardır süren bir ikililik deneyimi olduğunu öne sürdü.

Albayrak bu defa sanatçı olarak yer aldığı bir başka sergide Irak savaşının etkisiyle, ilkokul 1. Sınıf okuma fişlerini Amerikan ulusal marşına çevirdiği bir iş gerçekleştirmiş. Bu işe paralel olarak sunduğu mekânsal yapıtı ile kendi deyimiyle sanat ortamına girişinin sergisi olan 23. Günümüz Sanatçıları Sergisi’ne seçilme fırsatını yakalamış. 2004’te Akbank Sanat’ın organize ettiği sergi, Diyarbakır’a taşınınca kendisine politik anlamda da bir takım tecrübeler kazandırmış. O zamanki sanat ortamının etkisi ve bazı çevrelerce fişleri Kürtçe yazma teklifleri alan Albayrak, konuşmasında, bu tür direktiflerin ve olguların artık tamamen erozyona uğradığının bilincine sanat ortamında çok geç varıldığını da ekledi.

Nihayetinde teklifi kabul etmemesini olmasını fişlerini bu şekilde sığ bir politik bir sürece, daraltılmış bir anlama indirgemek istemediğini ve asla güdümlü bir üretim yapmayacağını da söyledi. Fişlerin kendisi için mekânı kodlamayla ve oluşturmayla alâkalı bir karşılığı olduğunu, kendi yapıtlarında yer alan dili etnik kimlik olarak görmediğini, modernizmin okumalarıyla da bağlantılı olarak evlere bakış-dönüş bağlamında hafızasında anlam bulduğunu ifade ederek açıkladı. Bu anlamda, kendi habitusundan yola çıkarak çalışmalarının merkezine koyduğu uzak, mekân, nefes, iyileştirme, umut gibi kavramlardan bahseden Albayrak, eğiliminin bireyin kendi yaşadığı yerle ilgili bir mit yaratması anlamında biraz modernist bulunabileceğini, ancak belirli bir sorun etrafında şekillenmedikçe sanattan söz edilemeyeceğini hatırlattı. Sanatın ve ortamın en büyük sorununun da belki çok daha fazla sanat aramakla ilgili olduğunu belirten Albayrak, bu açıdan mutlulukla olmakla ilgili sorunun çok daha fazla mutluluk istemek olması gibi bir çelişkinin Türkiye’de de yaşandığını ifade etti. Nicelik çoğaldıkça sanatın kendisinin yitirildiği tespitinde bulundu.

İşin diğer yanında sanatın yönetilmesiyle ilgili birçok sorun olduğunu belirten Albayrak, “sanatımız, kültürümüz gelişmiyor” tarzı kalıplaşmış yargılardan hoşlanmasa da özellikle Anadolu’da sanat eğitimi ve kurumların sanatsal politikalara karşı siyasi yaklaşımındaki sorunları kendisinin de sertçe eleştirmeye başladığını ifade etti. Yönetim kurumlarından üniversitelere kadar birçok alanda, çeşitli engelleme biçimleriyle karşı karşıya kaldığı tecrübelerden örnekler veren konuğumuz, özetle, sansür gibi doğrudan müdahaleleri kast etmediğini ancak sanat anlayışındaki sorunlar nedeniyle kısa sürede bütün heyecanını yitirmesine neden olan problemlerle karşılaştığını anlattı. Sansürün sadece bir sonuç olduğunu belirtti.

Küratörlerin sanat piyasasına etkisi ile ilgili gelen soruyu başlı başına bir mesele olarak değerlendiren Albayrak, başarılı küratörlük kurumunun eleştirilen bir kurum olduğunu hatırlatarak eskiden Bedri Baykam’ın sanatçıların aslında birbirinin aynı olduğu, küratör ne derse onu yaptığı şeklindeki iddialarını hatırlattı. Eskiden gerçekten de klişe bir küratörlük mekanizmasından söz edilebileceğini, belli bir küratörün belli sanatçılarla çalıştığını ama son dönemde bunun biraz değiştiğini ifade etti. Nihai olarak sanatçıların bir “ağ” üzerinde olduğunu ve bu ağın mekanizmasında küratörlerin çok önemli bir katkısı olduğunundaunutulmaması gerektiğini vurguladı. Türkiye’de etkili bir orta kuşak sanatçı olgusunun mevcut olmamasının da bu anlamda sıkıntıya sebebiyet verdiğini belirtti. Buradan yola çıkarak gelen çeşitli sorular üzerinden, Gezi olaylarının Türkiye’deki sanat alanına etkisi, yurt dışında algılanışı, ‘muhafazakâr sanat’ tartışmaları, sponsorluk mekanizmalarının işleyişi gibi birçok konuya örnekler üzerinden temas edildi.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir