I. Dünya Savaşı Yıllarında Osmanlı Devleti’nde Casusluk Faaliyetleri (1914-1918)
Türkiye Araştırmaları Merkezi’nce düzenlenen Tez-Makale Sunumları çerçevesinde Şubat ayında Abdullah Lüleci’yi 2014 yılında savunduğu “I. Dünya Savaşı Yıllarında Osmanlı Devleti’nde Casusluk Faaliyetleri (1914-1918)” başlıklı tezi münasebetiyle misafir ettik. Lüleci, ağırlıklı olarak ATESE arşivi ve hatıratlardan hareketle hazırladığı tezinde “Osmanlı’nın I. Dünya savaşını kaybetmesinde hangi saikler rol oynamıştır?” sorusunu sorduğunu ve nihayet mağlubiyette casusluk faaliyetlerinin ne gibi bir rol oynadığının cevabını bulmayı amaçladığını belirterek başladı sunumuna. Tezinde Osmanlı’ya karşı casusluk faaliyetlerini ele aldığının altını çizen Lüleci, çalışma boyunca şu alt sorulara cevap bulmaya çalıştığını belirtti: Osmanlı coğrafyasında hangi casus teşkilatları inşa edildi? Casusların kullandıkları teknikler nelerdi? Osmanlı devleti içerisinde gerek tebeadan gerekse yabancı unsurlardan kimler casusluk yaptı? Son olarak bu casus ve casusluk faaliyetlerine karşı hangi tedbirler alındı?
Casusluğun, istihbaratçılığın daha ‘gelişkin’ bir boyutu ve en gizli bilgiyi elde etme faaliyeti olduğuna işaret eden Lüleci, Osmanlı’nın ancak II. Abdülhamid döneminde bir casusluk teşkilatına sahip olmasına mukabil, başta İngiltere olmak üzere Rusya ve Fransa gibi Avrupa devletlerinin bu süreci çok daha erken başlattıklarını, bunda da emparyalizm ve milliyetçilik ideolojilerinin etkili olduğunun altını çizdi. Avrupa (veya savaş literatürüyle zikredecek olursak İtilaf Devletleri) gerek emperyal hedefleri gerekse Osmanlı toplumunu teşkil eden etnik unsurlar arasında gelişme belirtileri gösteren milliyetçilik ideolijisi nedeni ile Osmanlı topraklarında geniş bir casus teşkilatı kurmuşlar ve savaş yıllarında bu teşkilatı olabildiğince etkin bir şekilde kullanmaya çalışmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Osmanlı’nın hemen her bölgesinde bir casusluk teşkilatının kurulduğu ve bu teşkilatların arkasında farklı devletlerin bulunduğu görülmektedir. Bunların faaliyetleri ise ağırlıklı olarak gayrimüslim Osmanlı vatandaşları ve ilgili devletlerin kendi vatandaşlarından casuslar tarafından yürütülmektedir. Marmara, Ege, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında Rumların; Doğu Anadolu bölgesinde Ermenilerin; Arap bölgesinde ise Arap aşiretler ile birlikte İngilizlerin yoğun casusluk faaliyetine girdikleri söylenebilir. Bununla beraber, bilhassa sahil kesimlerinde, az sayıda müslüman unsurların da casusluk faaliyetleri içerisinde yer aldığından bahsedilebilir. Bu faaliyetlerin teşkilat merkezlerine bakıldığında ise öne çıkan bölgeler şunlar olmaktadır: Köstence, Taşöz, Antalya (Kaş ve Fenike), İzmir (Urla-Gülbahçe), Aydın (Söke), Ayvalık, Dersim (Ovacık), Adana, Artvin, Trabzon ve Arap coğrafyası (Kerbela, Necef). Osmanlı dahilindeki bu bölgelerin yanısıra Hollanda, İsviçre ve Felemenk gibi tarafsız ülkelerde de teşkilatlanan yapıların varlığından söz etmek mümkün.
Casusların kullandıkları haberleşme yöntemlerine ilişkin bulgularını da aktaran Lüleci, bu çerçevede öne çıkan yöntemler olarak şunları zikretti: Aralıksız ve sürekli bir haberleşme imkânı sağlamak amacıyla telsiz telgraf hattı oluşturmak (özellikle Rum casuslara bağlı gizli telgraf hatları yoğun olarak göze çarpmakta); güvercin, sığırcık gibi kuşlar üzerinden haberleşmek, şifreli bir dil kullanmak, ancak belirli işlemlerin ardından görünür hâle gelen, özellikle demiryolu hatlarındaki bazı tren vagonları üzerine sembol, rakam ve yazılar yazmak; kolye, haç, şemsiye gibi ilk etapta göze batmayacak objelerdeki gizli bölmeleri kullanmak, esnaf veya tüccar kimliği ile şüphe çekmeden bilgi aktarımında bulunmak, gizli bilgileri yazarken limon suyu gibi ancak belirli işlemlerden sonra okunabilecek bir belirginliğe sahip olan unsurlar kullanmak, bilgi aktarımında sokak kadınlarını kullanmak.
Osmanlı’nın casusluk ve karşı casusluk faaliyetlerine nisbeten geç başlaması, bu faaliyetleri istediği düzeyde sürdürmeye yetecek ekonomik duruma sahip olmaması, yukarıda zikredildiği gibi Osmanlı topraklarını casuslar açısından cazip bir bölge hâline getiriyordu. Bu da beraberinde Osmanlı açısından bu faaliyetleri önlemeye yönelik tedbir arayışlarını kuvvetlendiren bir etki yapıyordu. Nitekim Osmanlı hukukunda casusluk faaliyetlerine karşı nasıl bir ceza sistemi uygulanacağına dair hukuki zemin ancak savaşın başlarında, 29 Ekim 1914’te çıkarılan “Esrâr-ı Askeriyeyi İfşa ve Casusluk ve Hıyanet-i Harbiye Kanun-i Muvakkati” ile temin edilebilmişti. Bunun öncesinde meseleyi 1907 tarihli Lahey Sözleşmesi’nin 29., 30. ve 31. maddeleri çerçevesinde değerlendiren Osmanlı Devleti, 29 Ekim’de çıkarılan geçici kanun ile casuslukla mücadele konusunda daha kararlı bir tutum içerisine girmiş bulunmaktaydı. Bu bağlamda ilgili geçici kanun gereğince casusluk faaliyetinde bulunanlara hapis, müebbet kalebent, prangabent, sürgün, idam gibi cezaların verilmesi öngörülmüştü. Nitekim Lüleci’nin tezinde tespit edebildiği kadarı ile bu cezaların hemen tamamı çeşitli vak’alarda uygulanmıştır. En çok ceza alan unsurlara bakıldığında bunların doğuda Ermeniler, kıyı kesimlerinde Rumlar (bu noktada Çanakkale’den 490 Rum ailenin iç kesimlere, Karadeniz’deki bir grup Rum’un da aynı sebeplerle Sivas’a nakledildiği biliniyor) ve Irak bölgesinde ise Araplar olduğu görülmektedir. Lüleci, Osmanlı’nın casusluk faaliyetlerini önlemeye ilişkin hazırladığı bu kanun-i muvakkatin yanında aldığı diğer başlıca tedbirlerin ise ülke giriş-çıkışlarında, limanlarda denetimlerin sıkılaştırılması ve bu bölgelerde Müslüman görevlilerin istihdamı, şaibeli kolluk görevlileri ve memurların görevlerinden azledilmesi, seyahat edenlerin belirli izinlere tabi olması (mürur tezkeresi) ve askerî personelin kamusal mekânlardaki davranışlarına belirli sınırlar getirilmesi olduğunu belirterek sunumunu sonlandırdı.