Kelâm Atomculuğu ve Modern Kozmoloji
Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakiler toplantı dizisinin Ocak ayındaki ikinci konuşmacısı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Mehmet Bulğen’di. Bulğen, kısa bir süre önce yayınlanan ve doktora tezinin yanısıra yurtdışında gerçekleştirdiği çalışmaları da ihtiva eden Kelâm Atomculuğu ve Modern Kozmoloji adlı eserinden hareketle gerçekleştirdiği sunumda, hem Antik Yunan’dan günümüze atomculuğun serüvenini hem de bu süreçte gelişen kelâm atomculuğunu klasik ve yeni ilm-i kelâm şeklinde tasnifleyerek ele aldı. Öncelikle Demokritos atomculuğunun ortaya çıkışını ve bunun kelâm ilmindeki yansımalarını değerlendiren Bulğen, ardından klasik kelâmın varlığı anlamlandırmada kullandığı temel kavramlardan biri olan atomculuğun esaslarına temas etti. Bulğen, konuşmasını modern dönemde yaşanan bilimsel gelişmelerle şekillenen atomculuktan, bu atomculuğu temel alan kuramlardan ve bu kuramlar ışığında bütüncül bir evren modeli inşa etme uğraşlarının sürdüğü günümüz kozmolojisinde kelâmın ortaya koyduğu hudus delilini anlamlı bir boyuta taşımanın imkânından bahsederek tamamladı.
Bulğen’e göre insanoğlunun evrenin başlangıcı ve sonu ile yapısı ve işleyişine dair kadim soruları, Sokrates öncesi dönemde sistematik bir hüviyete kavuşmuştur. Bu dönemde ulaşılmış nihai doğa teorisi kabul edilen ve savunuculuğunu Leucippus, Demokritos gibi filozofların yaptığı atomculuk, varlığı bir bütün olarak ele alarak değişim ve çokluk gibi kavramları inkâr eden Parmenides ve Elea okullarına bir karşı çıkıştır. Bulğen, düşünce ve ruh da dahil, var olan her şeyin bölünemeyen temel parçacıklardan oluştuğunu iddia eden bu atomcu görüşün iki icadının üzerinde bilhassa durdu. Bunlardan ilki, evrende var olan atomların hareketlerini mümkün kılacak var-olmayan bir şeye, hareketin kendisini aktaracağı boş bir mekâna yani boşluk kavramının varlığına dair akli çıkarsamadır. Bu bağlamda boşluktan yoksun bir hareketin mümkün olmadığını söyleyen atomcular, düşünce tarihinde ilk defa boşluğu yoklukla özdeşleştirerek ona ontolojik ve kozmolojik bir statü kazandırmışlardır. İkincisi ise atomların ezelden ebede bizatihi sahip oldukları ve hiçbir zaman yitirmedikleri hareket, katılık, dizilim gibi birincil nitelikler ile bu niteliklerin ortaya çıkardığı görüngülerden ibaret olan ve varlığa kavuşmayan ikincil nitelikler ayrımıdır. Bulğen’e göre hareketin birincil nitelik olarak kabulü ve atomların sürekli bir düşüş hâlinde olduğu görüşü, evrenin işleyişinin daima birleşme ve ayrışma hâlindeki sonsuz sayıda atomla, Tanrı’ya gerek kalmadan açıklanmasını sağlamıştır. Zira deneyimlediğimiz bu düzenli âleme de sonsuz tesadüfler içerisinde yer vardır.
Klasik atomculuğun Platon, Aristoteles, Stoacılar, Hristiyan teologlar ve kilise babaları gibi Orta Çağ’ın hemen hemen tüm felsefi ve dini sistemleri tarafından eleştirildiğini ifade eden Bulğen, bu bağlamda özellikle Aristoteles’in üzerinde durdu. Aristoteles’e göre boşluğun olduğu yerde hareket sonsuz bir hıza kavuşacak, uzay ve zamanın da bu süreksiz harekete bir süreksizlikle uyum sağlaması gerekecektir ki bu da onun kapalı evren düşüncesi içerisinde mümkün değildir. Ayrıca bu teori, teleolojik düzen veya gaye gibi bir açıklamaya yer vermeksizin âlemi açıklaması hasebiyle oldukça materyalist bulunarak tepkileri üzerine çekmiştir.
Peki kelâm niçin bu denli katı bir materyalist sistem üzerine inşa edilmiştir? Konuşmasının devamında kelâm alimlerinin atomculuğu tercih etme gerekçeleri üzerinde duran Bulğen, buradaki temel motivasyonun tevhid ilkesi olduğuna dikkat çekti ve evreni tanrılardan arındıran klasik atomculuğun içindeki “saatli bomba” olan boşluk kavramının, kelâmcılar açısından yoktan yaratma ilkesinin oturtulabileceği bir zemin olarak görüldüğünü ifade etti. Atomculuğun klasik dönem kelâmında 400 yıl boyunca işlendiğine, Antik Yunan’ın aksine, marjinal bir teori olarak kalmayıp hemen hemen tüm kelâm fırkalarınca kabul gören tutarlı bir sistem hâlini aldığına dikkat çeken Bulğen, atomculuk ile kelâm arasındaki ilişkisinin tek taraflı olmadığının altını çizdi. Başlangıçta teolojik ilkelerle belli bir şekle bürünen atomculuğun, sonraki süreçte kelâmcıları özel bir perspektif olan vesilecilik görüşüne yönelttiğini vurguladı.
İslam dünyasında atomculuk 12. yüzyıldan sonra çeşitli sosyal, felsefi ve dini etkenlerle gözden düşmüş olsa da düşünce geleneğinde bu görüşe geri dönüşler daima yaşanmıştır. Bu bağlamda Bulğen, anahtar kavram olarak süreksizliği kullanan ve evrendeki her şeye dair bir açıklamayı mümkün kılan kelâm atomculuğu ile günümüz kozmolojisini ve kuantum fiziğini ilişkilendirdiği tezindeki esas amacının, temel kaidelerini koruyarak bu sistemi yeniden inşa etmek olduğunu belirtti. Modern dönemdeki gelişmeler bugün bu ilişkileri kurmayı kolaylaştırmıştır. Örneğin yaratma, gerek Aristoteles kozmolojisinde gerekse İslam felsefesinde evrenin dışından içine doğru gerçekleşen bir süreçtir ki bu görüş, evrenin genişlediğinin ve maddenin derinliklerinde muazzam bir oluş ve bozuluşun süregeldiğinin tespitiyle zayıflamıştır. Evreni açıklamak için gökyüzüne değil, maddenin derinliklerine bakmak gerektiği şeklindeki anlayışın kelâmda birebir karşılık bulduğuna dikkat çeken Bulğen, kelâmcının her bir zerreyi sürekli yaratan bir Tanrı tasavvuru olduğunu vurguladı. Bu tasavvura göre yaratma, maddenin derinliklerinde belirsiz bir biçimde sürer. Arazların da uzay ve zamanın da süreksiz olduğu bir evrende, var olduğu anda yokluğa düşen bir varlık kendi kendini yeniden yaratamaz. Bu sebeple onu yeniden varlığa çıkaracak bir varlığa muhtaçtır. Kelâmcıya göre bu Varlık, Tanrı’dır.
Konuşmasının son kısmında Bilim Devrimi ve sonrasındaki gelişmelerle şekillenen Modern Atomculuk Teorisi’ne değinen Bulğen, kronolojik bir anlatıyla Demokritos’un atomculuğunu hristiyanlaştıran Gassendi’nin, deneysel kimyanın mucidi olan ve simyadan kimyaya geçişi sağlayan Lavoisier’in, atom-altı parçacıkları keşfeden Thompson’ın, enerjinin süreksiz ve ayrık yapıtaşlarıyla emilip soğrulduğunu ortaya koyan Planck’ın, kuantum fiziğinin süreksizliğine dayanarak hidrojen atomundaki elektronun davranışlarını açıklayan Bohr’un çalışmalarından kısaca söz etti. Kuantum fiziğine ve genel görelilik kuramına, modern kozmolojinin temelini oluşturmaları açısından ayrı bir önem atfeden Bulğen, temel karakteristiği süreksizlik, ayrıklık ve belirsizlik olan, tek bir elektronun davranışını tahmin etmenin imkânsızlığını ileri süren ve her alanı parçacıklaştırmaya çalışan kuantum fiziği ile sürekliliğe ve determinizme dayanan, evreni makro ölçekte inceleyerek cisimlerin yüksek hızlarda kazandıkları göreli yapıyı, uzay ve zamanın mutlak olmayıp bükülebilirliğini esas alan genel görelilik kuramı arasındaki çelişkilere dikkat çekti. Bulğen’e göre bütüncül bir evren modeline dair kuramlarda uzay ve zamanın süreksizliğinin kabul edilmesi yani varlığın arasına yokluğun girmesi büyük bir problemdir. Çünkü böyle bir sistemde zaman yokluğa düştüğünde diğer maddi parçacıklar da yokluğa düşecek, bu durumda ortada bir evren kalmayacak ve evrenin dışından bir gücün onu yeniden varlığa getirmesi gerekecektir. Bu bağlamda Bulğen, uzay-zamanın sonlu yapıtaşlarından oluştuğu gösterildiği takdirde hudûs delilinin modern bir yaklaşımını ortaya koymanın mümkün olacağını ifade ederek sözlerini noktaladı.