İslam Sanatı ve Müze: Poetik ve Politik Yaklaşımlar
Baudelaire’e göre sanat “güzelliğin belleğinin geliştirilmesidir”. Bellek, tarihsel bir çağrışımdan başka nedir ki? Müzelerdeki bellek seçilmiş bir bellektir. Müze, bir tarihyazımı formudur. Örgütlenmiş bir geçmiş tasavvurudur. Bütün zamanları, biçimleri, zevkleri barındıran, ama kendisi zamansız bir mekândır. Her modern toplum kendi kültürel geçmişini ve bunun başka geçmişlerle olan ilişkisini müzede teşhir eder. Böylece her modernin geçmişle ayrı bir ilişkisi mevcut olur. Aydınlanma zihniyeti, Helen mirası, ulus anlatısı, türlerin kökeni vs. müzelerde tecessüm eder.
Sanat Araştırmaları Merkezi geçtiğimiz Mayıs ayında yeni bir toplantı dizisine başladı. Dizide geçmiş, kimlik, büyük anlatılar ve bunların müzedeki temsil biçimleri, müzelerin çoğaldığı modern dönemin farklı geçmişlerle (mesela İslam sanatıyla) kurduğu ilişki, müzelerin örgütlenme tarzları gibi netameli konuların tartışılması hedefleniyor. Serinin koordinatörlüğünü Ayşe Taşkent ve Nicole N. Kançal-Ferrari üstleniyor. İlk oturumun konuğu hâlihazırda Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi’nde doktora çalışmalarına devam eden Emine Betül Çakırca oldu. Çakırca’nın tez çalışmasını paylaştığı ve tartışmaya açtığı toplantı, geneli itibariyle 19. yüzyılda İslam sanatının İngiltere ve Osmanlı müze koleksiyonlarına dâhil edilme sürecinde sergilenen “poetik ve politik” yaklaşımlar üzerine yoğunlaştı. Milliyetçilik çalışmalarında modern ulus-devletlerin soyut yapısından söz ederken bunu tecessüd edecek örgütlü kültürel kurumların başında ‘müze’ anılır. Dizi başlığındaki “yapısöküm”, “kimliğin yeniden inşası” ifadeleri ve oturum başlığındaki “poetik ve politik” ibaresi de, müze/cilik çalışmalarının kültür araştırmaları dâhilinde zülf-i yâre dokunan meseleleri tartıştığını ima ediyor.
Konuşmasının başında müzenin tarihçesine değinen Çakırca, Foucault’nun Avrupa tarihinde bulunduğunu tespit ettiği üç ayrı episteme’nin bir sanat arşivi olarak müzeyi dönemlendirirken de yardımcı olduğunu söyledi (Hooper Greenhill). Buna göre Rönesans’ın kendi epistemesi/bilgi sistemi bağlamında nadire kabineleri (cabinets of curiosity) oluşmuştur. Bu sanat arşivleri bildiğimiz anlamda müze değillerdir ve Avrupa’nın emperyalist faaliyetlerinin, coğrafi keşiflerin ve fetihlerin tarihiyle bağlantılıdır. Büyü, merak ve zevk ihtiyacını karşılarlar. Bu koleksiyonlarda bir Yunan heykeli, bir hilkat garibesiyle yan yana durabilir. Tek kıstası nadir ve ilgi çekici olmasıdır. Bundan sonra gelen klasik dönemde ise düzen, kıyas ve taksonomi fikri ön plana çıkar. Lakin sanat arşivleri hâlâ seçkinci mekânlardandır. Burada müze bir eğitim aracı değil, eğitimin ve kültürün sergilendiği yerdir. Müzelerin bugünkü manada eğitsel işlevi ancak modern epistemeyle, yani müzelerin insanları disipline etme ve kimlik aşılama mekânları olarak örgütlenmeye başlamasıyla olmuştur. Bu da gerçek anlamda müzeyi üretmiştir.
Kutsalın müzelerde sergilenmesiyle ilgilendiğini ifade eden Çakırca, tez çalışmasına başladığında 19. yüzyıl müzelerinde İslam sanatı diye bir sınıflandırmanın olmadığını fark ettiğini söyledi. Daha çok “Mohammadan” deniliyor ve İslam sanatı eserleri “art/sanat” kapsamına alınmıyor. Bu, tasnifteki politik yaklaşımının bir göstergesi olarak aklımızda kalsın.
Emine Betül Çakırca, her şeyden önce Avrupa’da İslam Sanatı Tarihi’nin bir disiplin olarak nasıl ortaya çıktığının, İslam sanatının bu terminolojiye nasıl dâhil edildiğinin anlaşılması gerektiğini söylüyor. Çünkü bunu oluşturan zihniyet daha sonra ayniyle müzeye de sirayet ediyor; bilahare, müze çalışmaları ve akademik çalışmalar karşılıklı etkileşimle ilerliyorlar. İslam Sanatı kavramının 19. Yüzyıl Avrupa-merkezciliği ürünü olduğunu söyleyen Çakırca, bu adlandırmanın bütün sorunlarının müze çalışmalarında kendini gösterdiğini ifade etti: “İslam medeniyeti nedir, İslam sanatı nedir, İslami olan nedir, sanat mıdır, zanaat mıdır, gelenekli sanat ve modern sanat arasındaki farklar nelerdir, İslam sanatı kutsal mıdır, yoksa seküler midir, böyle bir ayrım var mıdır?” Modern dönemde İslami etiketinin diğer alanlarda yaşattığı kafa karışıklığı ve muğlaklık aynı şekilde müzecilikte ve sanat tarihinde de görülmüştür.
Bütün sorunlarına rağmen bu sıfatın çağdaş Müslüman dünyadaki bir boşluğu da gösterdiğini söylüyor Çakırca. “Bu ‘İslam’ etiketi, bizdeki ümmet fikrinden ne manada ayrılıyor?” diye soruyor. Batı’daki ‘İslam/Islamic’ etiketi içinde ırkçılık, geri kalmışlık vurgusu ve Müslüman toplumlar arasındaki kültürel farkları yok edip onları özcü bir potada eritme niyeti var. Ama, bu geniş oryantalist İslam ibaresine itiraz ederken ümmet fikrini nasıl sağlama alacağız? Nasıl ki bugün kadın sanatçılar ‘kadın sanatçı’ diye adlandırılmak istemiyorlarsa Müslüman sanatçılar da ‘Müslüman sanatçı’ olarak anılmak istemiyorlar. Çakırca bu sorulara kendisinin de cevap aradığını söyleyerek bu faslı bitirdi.
Avrupa’daki ırkçı yaklaşımın kendini müzecilikte de gösterdiğini ifade eden Çakırca, İslam sanatını milletlere ayıran Avrupa müzelerinin burada en büyük payeyi İran/Farisi sanatına verdiklerini söyledi. Bunun altında İran’ın bir Hint-Avrupa ailesi ülkesi olması vardır. Burada kendilerine en yakının sanat anlamında daha güzeli temsil ettiğini iddia eden ırkçı yaklaşım, poetik değil politik bir değerlendirmeyi teşkil eder. Çakırca ırkçı yaklaşımın bir tezahürünün de müzelerin koleksiyonlarındaki İslam objelerini sergilerken onları “ortaçağlaştıran” tekniklerin kurgulanması olduğunu söyledi. İslam sanatı ürünlerinin Bizans eserlerinden hemen sonra ya da Bizans objeleriyle birlikte verilerek bu eserlerin ait olduğu zamanın ortaçağ olduğu izleniminin veriliyor, bugün de yaşayan dinamik bir sanat olduğu reddediliyor. Böylece İslam toplumlarının geri kalmışlığı, tarihte statik/geçmiş bir pozisyonda dondukları tekrar vurgulanıyor. En hakkaniyet sahiplerinin bunu 19. yüzyıla kadar getirdiğini, ama onların da İslam medeniyeti ile beraber İslam sanatının da öldüğünü gösterdiklerini söyledi Çakırca.
Osmanlı İmparatorluğu’nda 1846 yılından itibaren Aya İrini Kilisesi’nde iki koleksiyon bulunmasına rağmen İslam eserleri 1900’lerin başında Osman Hamdi Bey’in teklifine kadar müzelik bir ilgiye mazhar olmuyorlar. İslam objelerinin neden bu kadar uzun süre alınmadığının birkaç neden olabileceğini söylüyor Çakırca. Bunlardan ilki, milliyetçilik tezi; yani ulusalcılığın yükselmesiyle beraber İslam eserlerinin Türk-İslam kimliğinin desteklenmesi yönünde enstrüman kılınmaları. Çakırca bu önerme kulağa makul gelse de, bütün motivasyonun bundan ibaret olduğuna inanmadığını söyledi. Bu milliyetçilik tezine ek olarak tabii bir muhafaza düşüncesi de ihtimal dâhilinde. Ayrıca dini objelerin seküler bir mekâna girmesinin bir gerilim sebebi olduğunu ve bunun ancak daha geç dönemde mümkün hâle gelmesi ihtimali üzerinde duruyor. Hatta bu durum Osmanlı toplumunun sekülerleşmesinin bir göstergesi olarak da okunabilir.
Konuşmasını bu konuya/soruya ait mülahazalarla bitiren Çakırca, meseleyi dinleyicilerin dikkatine açtı. Oturum söyleşi olarak devam etti.