Kapitalist Çağda İktisadi Adaletin Kuramsal Çerçevesi
Kapitalizmin hükümferma olduğu mevcut iktisadi sistemde “iktisat” ve “adalet”in telifi mümkün mü? İktisadi ilişkilere atfedilen realist, hareketli ve hırslı bir rekabete dayalı portre ile adalete yakıştırılan idealist, sükûnetli ve işbirliği temelli fedakârlığa dayalı tablo birbirlerinin suretini soldurmadan aynı resimde yer edinebilirler mi? Küresel Araştırmalar Merkezi siyaset, adalet ve iktisat arasındaki ilişkilerin tartışıldığı “Küresel Siyaset ve Adalet Konuşmaları” serisine devam ediyor. Serinin dördüncü toplantısının konuğu Mustafa Özel’di. Mustafa Özel, “Kapitalist Çağda İktisadi Adaletin Kuramsal Çerçevesi” serlevhalı sunumuna iktisadi adaletin “doğru fiyat/değer belirleme” ekseninde gerçekleşebileceğini dile getirerek başladı. Kapital mefhumunun iyi tanımlanmadığını belirten ve kapital ile servet arasındaki farka değinen Özel, kapital’i “muhtemel gelirin risk faktörü hesaba katılarak bugünden değer biçilmesi” olarak tarif etti. Peki, ya servet yani zenginlik? “Zenginliğin kaynağı akıştır.” diyen Özel, Defoe ve Goethe romanlarına atıflarla kapitalizm öncesi dönemin gelir kaynaklarının üç yoldan sağlandığını vurguladı: Savaş, korsanlık ve ticaret. Coğrafi keşiflerden sonra Avrupa’ya altın ve gümüş akışı sağlandı ve böylelikle para biriktirerek zengin olma olgusu sistematik bir durum kazandı. Bu akışın sonucunda enflasyon faktörü farklı bir servet/ zenginlik ölçütü getirdi. Zamanımızın göze çarpan zenginlik ölçütleri ise inovasyon ve rekabetçi üstünlük hususundaki yetkinleşmedir.
Şimdiye kadar iki değer teorisinin üretildiğini ve şimdilerde farklı bir değer teorisi üzerine çalışmaların yapıldığını ifade eden Özel, sunumunda emek-değer teorisinin seyrine de yer verdi. Fizyokratlara göre değerin kaynağı tabiattır; “tabiata müdahale etmeyin, zira o kendi kendini tamir eder.” gibi bir anlayış, serbest piyasanın uzun vadede dengeye oturacağını belirten iktisadi ön-kabule takaddüm eder. Tabiata yapılan bu vurgu “sadece tarım kaynaklı üretim aslidir.” şeklinde bir görüş ile taçlanmıştır. Bu görüş, sonraki iktisatçılar tarafından eleştiriye tâbi tutulacaktır. Adam Smith’in (ö. 1790) kurucusu olduğu klasik iktisat görüşündeki emek-değer teorisi, fiyat ve fiyatlandırmaya dayanır. Klasik iktisat görüşüne göre fiyatı belirleyen faktör, dolayısıyla değerin kaynağı olan, bizatihi emektir. Smith fiyatı “iki ürün arasındaki nispet” olarak ifade eder ve bu nispetin sosyal ilişkiler bağlamında adaletin tesisi sorunuyla ilişkisini izah eder. Ancak, sanayi toplumlarında emek verimliliği çok değişken olduğundan bu izahat açıklayıcılığını yitirir. David Ricardo (ö. 1823) ise bu izahata “sermaye de emektir” şeklinde bir katkı yaparak görüşü revize etmiştir. Ricardo’ya göre arsa ve binalar gibi gayrimenkul değerler ölü/ donuklaşmış emek kategorisine dâhildir. Marksist görüş de bu açıklamayı kısmen devralmıştır. Karl Marx ilk eserlerinde kâr ile artı değerin aynı olduğunu söylemişse de sonraları bu düşüncesini tebdil etmiştir.
1870’lere gelindiğinde emek-değer teorisi yeniden gözden geçirilmiştir. Klasik iktisat ekolünün neo-klasik iktisat ekolüne dönüşümü süreci içinde Léon Walras (ö. 1910) gibi öncü iktisatçılar marjinalite kavramını ileri sürmüşlerdir. “Marjinal fayda” olarak anılan bu açıklama biçimi emeği değerin asli belirleyicisi olmaktan çıkarır ki burada fayda nosyonu devreye sokulmuştur ve fayda-değer teorisi bu dönemde baskın açıklama modeli olagelmiştir. Bu modele göre emek, marjinal fayda teorisinde tüketici tercihlerine göre şekillenen türev bir üretim faktörü olarak ele alınmıştır. Bu dönemde reklamcılık devreye girer ve artık reklam aracılığıyla insanın psikolojisi, biyolojisinin yerine ikame edilir. Özel’e göre tüm bunlardan sonra insanoğlu ihtiyaç ve istek ikilemine icbar edilmiştir.
Bu iki açıklama modelinin de etkisini yitirdiği ve yeni bir değer teorisi için çalışmaların bulunduğu bir momentte bulunuyoruz. Özel, bu yeni değer teorisinin “capital as power” olarak formüle edildiğini belirtmiştir. Shimshon Bichler ve Jonathan Nitzan’ın ortaya attığı bu teoriye göre, değerin ölçütü güçtür ve sermaye denilen şey bizatihi gücün kendisidir.
Mustafa Özel daha sonra Medine pazarını merkeze alarak İslâm iktisat düşüncesinin kerteriz noktalarını aktararak sunumunun son bölümüne geçti. Özel’e göre, risaletin Medine döneminde biri siyasi [Medine Antlaşması], diğeri iktisadi [Medine pazarı] iki kritik hamle yapılmıştır. Medine’deki tüm pazar yerlerini dolaştıktan sonra bu pazarların Müslümanların ticaret yapabileceği yerler olamayacağını ifade eden Hz. Peygamber, pazarı yeni bir mekânda inşa etmiştir. Müslümanlar gayrımüslimlerle Medine Antlaşması üzerinden siyasi bir ortaklık kurmasına rağmen, pazarı ortaklaşa kullanmamaya dikkat etmişlerdir. Özel’e göre ayrı bir pazar kurulmasının başlıca iki amacı vardı: (i) İslâmi ilkelerin uygulanacağı bir iktisadi düzen ihdas etmek; (ii) Müslümanların iktisadi güç elde ederek inanmayanların sultasından kurtulmaları. Medine pazarında va’z edilen üç temel ilke vardır: (a) Pazar yerinde kimse belirli ve mahsus bir yeri sahiplenmeyecektir; (b) Vergi alınmayacaktır. (c) Fiyatları Allah belirleyecektir.
Özel, bugün bu ilkeleri yeniden yorumlamanın mümkün ve elzem olduğunu vurgulayıp verimli sunumunu noktaladı:
(a) Siyasi otorite iktisadi hayat içinde rant oluşumunu engelleyici biçimde davranacaktır;
(b) Piyasa düzenlemeleri üretici ve satıcılar için cazip olacak biçimde düzenlenecek, servet kazanılmadan vergilendirilmeyecektir. Bu durumda hem iktisadi hayat bir dinamizme kavuşacak hem de müşteri konumundaki halk daha elverişli şartlarda alışveriş yapabilecektir.
(c) Fiyat üzerinde beşeri otoritenin bir tasarrufu bulunmadığına göre Müslüman bir toplumun iktisat düzeni, müdahaleden mümkün olduğunca uzak bir serbest rekabet düzeni olarak tanımlanabilir.