Hakikatin Adları: Antik Yunan Şiirinde Hakikat ve Adlandırma

Paylaş:

Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin Aralık ayı Tezgâhtakiler toplantılarından biri de “Hakikatin Adları: Antik Yunan Şiirinde Hakikat ve Adlandırma” başlığı altında gerçekleşti. İstanbul Üniversitesi Eski Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalında görev yapan Erman Gören, 2015 yılında Dergâh Yayınları tarafından yayınlanan Arkaik Yunan’da Adlandırma ve Hakikat kitabını sundu. Sunumda temel mesele olarak Antik Yunan’da adla adlandırılan şey arasında nasıl bir ilişki olduğu ve bu ilişkinin şair Pindaros (M.Ö. 518/522-441/443?) ile dönüşerek nasıl siyasal bir veçheye büründüğü tartışıldı. Homeros’un metinlerine bu sorular çerçevesinde yaklaşan Gören, söz konusu çalışmasına öncelikle “Homeros’la felsefi gelenek arasında nasıl bir geçişsel dönem olabileceği ve bu geçişsel dönemin, adlandırılan şey ile adın ilişkisini ortaya koymada nasıl incelenebileceği” sorgusuyla başladığını söyledi. Bu nedenle kitabının birinci bölümünde Pindaros’a kadar olan dönemde adlandırma sorunun nasıl olduğunu tartıştığını ifade etti. Daha sonra Pindaros’ta bu ilişkinin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini ortaya koymaya çalıştığını belirtti.

Pindaros, Arkaik Yunan şiir geleneğinde aristokratik bir söylem inşa eden şair olarak belirir. Zira o kendi dönemine kadar beden ve ruh bütünlüğü olarak tartışılagelen, bir kişinin doğası, yani “phye” algısını değiştirerek, kendi şiiri vesilesiyle o kişiye toplumda saygın bir yer atfeder, bu algıyı siyasallaştırır. Şöyle ki, bir tür kaside olarak düşünebileceğimiz “epinikion” türünü düşünürsek, Pindaros bu türde şiir üretirken kendisinden önceki şairler gibi olimpiyat oyununda bir turnuvayı kazanan atleti, onu görünür kılan fiziksel özelliklerini vurgulayarak övmek yerine, onun zaten doğası gereği özünde olan, doğuştan getirdiği mizacını yücelterek o atletin devlet içindeki konumuna meşruiyet kazandırır. Zira, bir kişinin doğası o kişinin devlet içindeki konumunu da belirler. Dolayısıyla siz doğanız itibariyle soylu ve iyi biri olarak doğduysanız siyasal olarak da toplumda belli bir yerde yer alırsınız. Ancak sadece adınız size bu meşruiyeti kazandırabilir ve bunun için toplumda peygamberî ilhamla konuşan şairin övgüsüne ihtiyacınız vardır. Dolayısıyla, adla adlandırılan şey arasındaki ilişki şairin söylemi mesabesinde yeniden şekillenerek siyasi bir boyut kazanır. Bu noktada “Ad ile varolan arasındaki ilişki nasıldır?” sorusu önem kazanır.

Ad ile varolan arasında bir özdeşlik olduğuna dair eski bir kanı vardır. Bu özdeşlik o kadar kuvvetlidir ki bir kişinin adı o kişi orada olmasa bile o kişinin varlığı kadar değer kazanır. Modernite öncesi toplumlarda adın bir tabu hâline gelmesi de bundadır. Zira, adın büyüsel bir yanı vardır. Adınızla, yani “epitetiniz”le anıldığınızda adınız da tıpkı ruhunuz gibi varoluşsal bir veçhe kazanır ve madden o ortamda olmasanız bile adınız vesilesiyle mânen o ortamda olursunuz. Bu noktada Homeros ve Hesiodos’un metinlerini göz önünde bulundurduğumuzda adın etimolojisinin yapılmasının önemi de ortaya çıkar. Zira, bu metinlerdeki kahramanların adları kahramanın özlüğünden izler taşır. Dolayısıyla ad, kozmozda bir kurguyu anlatmak üzere bir imkân yaratır. Böylelikle, bu adların etimolojisi üzerine çalışmak bize dönemde yaşanan dönüşümü okuyabilme fırsatı sağlar. Aşk tanrıçası Afrodit örneğini ele alırsak, Afrodit, Hesiodos metinlerinde gelenekten farklı olarak Uranüs’ten üremiş afrostur, yani köpüktür, köpürmüştür. Oysa ki gelenekte Zeus’un kızıdır. Zeus’un kızı olmaklığı ona önem atfeder. Ancak Hesiodos’un metinlerindeki dönüşümle o artık belirli bir çevrenin değil, bütün Yunanlıların tanrıçası olarak belirir.

Pindaros’un şiirinin en önemli yanı ise şiirinin bir vesileye bağlı olarak şekillenmesidir. Düğün, cenaze, kına gecesi gibi çeşitli vesilelerle şairden bir şiir söylemesi istenir ve şair, şiir söylenmesi istenen kişinin adı üzerinden şiirini inşa eder. Bu noktada adın önemiyle birlikte sadece hakkında şiir söylenen kişi değil, o kişinin mensubu olduğu, yani adını aldığı aile, adını verdiği aile-çocukları-ve hatta yaşadığı kentin tanrılarla kurduğu ilişki de bu söyleme katılır. Böylelikle, adının söylemi kişiyi kutsallaştırır. Bir şair, şayet hakkında şiir söyleyeceği kahramanın adı, şehrin ileri gelenlerinden birinin soy kütüğündeyse o kişiye başlangıcı tanrılara ulaşacak bir şecere yaratabilir ki bu şecere, o kişiye ulviyet kazandırır. Eski çağlarda başkomutanın ordusundaki muzaffer atletlerin varlığının düşmana korku veren bir tılsım yaratması, bu açıdan değerlendirilebilir. Ancak bu tılsımlı etkinin oluşabilmesi için muzaffer atletin şair eliyle meşruiyetini kazandığı şanını sürdürmesi gerekir. Dolayısıyla muzaffer atlet, ya şairin ona atfettiği doğanın ulviyetini sürdürecek davranışlarda bulunarak konumunu pekiştirmek zorundadır. Nitekim iyi bir doğası olan soylu kişi zaten doğuştan gelen bir liyakata sahiptir. Bu nedenle ya bir çocuk sahibi olmalı ve ya da şanını sürdürecek zafere talip olmalıdır. Öte yandan kazanılacak zaferin de dünyaya duyurulması gerekir ki şairin önemi bu noktada belirir. Zira, şair kurduğu söylemle kişinin öldükten sonra bile ününü sürdürebileceği bir etki yaratmış olur.

Sunumunun son bölümünde ise İslam geleneğindeki Esma algısının da bu tip bir ilişki içinde, yani kendi özünde bir varlığı olup olamayacağı sorgusuyla incelediği çalışmasına da değinen Erman Gören, katılımcılardan gelen sorularla söz konusu doğanın mahiyetini açımlayarak, Pindaros’un gerçekleştirdiği bu dönüşümün Aristotales ve Platon’un düşünce dünyasındaki yerini konumlandırmaya çalıştı. Lâkapla varlığın arasında nasıl bir ilişki olduğu tartışmasıyla konuşma son buldu.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir