II. Meşrutiyet Döneminde Hukukçuların Meşrutiyet Algısı

Paylaş:

Türkiye Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen Tez/Makale Sunumları programı çerçevesinde Ekim ayında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Ali Adem Yörük’ün doktora tezini dinledik. II. Meşrutiyet devri hukukçularının meşrutiyet algılarını, anayasacılık hareketleri içerisindeki yerlerini dönemin gazeteleri ve arşiv kaynaklarından hareketle ortaya koyan Yörük, çalışmasını üç bölüm üzerine inşa ediyor. İlk bölümde bir muhit veya düşünce/meslek alanı olarak hukuk alanının ve hukukçuların ortaya çıkışını, hukukçuların II. Meşrutiyet yıllarındaki cemiyetleşme faaliyetleri üzerinden ele alıyor. Tezin ikinci bölümünde 1325 Kanun-i Esasî değişiklik sürecini, aktörlerini, temel tartışmalarını ve bu değişikliklerin siyasi sistem üzerindeki etkilerini tafsilatlı bir şekilde inceliyor ve nihayet son bölümde ise bütün bu değişimin ve yeni kurumların meşruiyeti probleminin nasıl çözüldüğü meselesini ortaya koymaya çalışıyor.

Ali Adem Yörük, sunumuna “II. Meşrutiyet söz konusu olduğunda hukukçular kimlerdir?” sorusunu yanıtlayarak başladı. 1870’te başlayan, 1880’den itibaren sistemli hâle gelen ve 1885’te ilk mezunlarını veren modern hukuk eğitimi, II. Meşrutiyet yıllarında böyle bir zümrenin varlığından bahsetmemizi mümkün kılan en önemli faktör. Öyle  ki 1895’e geldiğimizde Adliye Nezareti’nin hemen her kademesindeki hakim ve savcı atamaları, Mekteb-i Hukuk mezunları arasından atanmaktaydı. Bununla beraber Yörük, “hukukçu”ların sadece Adliye bürokrasisinde görev alan isimlerden ibaret olmadığının da altını çiziyor. Buna göre Mekteb-i Hukuk mezunları, hocaları, özel olarak hukuk tahsil edenler, hakim ve savcıların yanısıra Mekteb-i Kudat mezunları, ilmiyenin bir kanadı, Avrupa’da siyaset ve hukuk tahsil edenlerden müteşekkil, geniş ve etkili bir zümre, devrin “hukukçu”larını teşkil etmektedir. Hukukçuların her bir mensubu kamu hukuku alanında otorite kabul edilmese de ve söz söyleme kapasitesine sahip olmasa da, ortak bir kavramsal dile sahip/aşina olmak bakımından geniş bir muhit olarak varlık bulması, II. Meşrutiyet yıllarının getirdiği yeniliklerden birisi olarak zikredilmelidir. 31 Mart’a hadisesine kadar kurulan; Baro, Osmanlı Hukuk Cemiyeti, Dersaadet Mukayese-i Hukuk Cemiyeti, Talebe-i Hukuk Cemiyeti gibi cemiyetler de bu durumun en somut göstergelerindendir. Dolayısıyla hukuk/kamu hukuku bilgisi/tarihi; II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte önem kazanmış, sistemin işleyişi, tahkimi vb. açılardan muteber bir konuma gelmiştir. Yukarıda zikredilen cemiyetlerin, başka bir ifade ile muhâlif veya muvafık hukuk muhitinin tamamı, en önemli ve acil ihtiyacın hukuk-i esasiye (anayasa hukuku) olduğu ve bunun bir ders olarak müfredata eklenmesi hususlarında hemfikirdirler. Hukukçu zümrenin bilhassa ilmiye ve Mekteb-i Hukuk kanadı gerek münferid gerekse mensup oldukları cemiyetler üzerinden, II. Meşrutiyet devrinin geniş matbuat ortamında hukuk ve siyaset eksenli, kurumlar ve meşruiyet merkezli ciddi tartışmalar yürütmüşler, henüz sağlıklı bir envanteri dahi yapılamamış olan, konu açısından geniş hacimli bir literatür ortaya koymuşlardır.

II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte hukukçuların bir muhit hâline geldiğini ortaya koyan Yörük, tezinin ikinci bölümünde literatürün bugüne dek yeterince ele almadığı, ekseriyetle bir takım genellemelerin tekrarıyla şekillenen 1325/1909 tadillerini, Tadil Encümeni’nin faaliyetlerini mufassal bir şekilde (teklifin oluşum süreci, kanunlaşan ve kanunlaşamayan kısımları, gerekçenin hazırlanması vb.) hemen bütün unsurlarıyla ortaya koyuyor. Bu bir yandan 1325 tadillerinden sonra Kanun-i Esasî’nin -ve dolayısıyla Meşrutî sistemin– karakteristiğini anlamak, diğer yandan ise hukuk muhiti içerisindeki fay hatlarını göstermesi bakımından önem arz ediyor. Jön Türk hareketi önemli figürleri içerisinde hukukçuların yer almadığına ve esasen Jön Türkler arasında Kanun-i Esasî’nin tadil edilmesi gerektiğine dair kuvvetli bir fikrin varlığından bahsedilemeyeceğine işaret eden Yörük’e göre Saray/II. Abdülhamid Kanun-i Esasî değişiklikleri konusunda –daha etkin olamamakla beraber– daha hazırlıklı ve tecrübeli bir konumdaydı. İttihat ve Terakki açısından tadil fikri cemiyetin siyasi programını ilan etmesiyle birlikte gündeme geldi ve 31 Mart hadiseleri başlamadan Tadil Encümeni bütün çalışmalarını tamamlamış oldu. Ali Adem Yörük’ün çalışmasında/sunumunda vurguladığı en önemli hususlardan birisi ise Kanun-i Esasî Tadil Encümeni’nin bütün değişiklik önergelerinin arka planında “Sultan Abdülhamid’in –elinin zayıflığına rağmen– neler yapabileceği” sorusunun yer aldığı, yeni maddelerin onun tahtta kalacağı öngörülerek hazırlanmış olduğudur. Bununla beraber 31 Mart hadiseleri tadillerin seyrini değiştirmiş, hazırlanan metnin ancak yarısı kanunlaşabilmiştir. Süreçten Meclis-i Mebusan değil, Meclis-i Âyân güçlenerek çıkmıştır.

Yörük’ün tezinin ve sunumunun son bölümünde ele aldığı konu ise yeni sistemin, kurumların ve konumların meşruiyeti bağlamında hukuk muhiti etrafında yürütülen tartışmalar, serdedilen fikirler ve bu bağlamda ortaya çıkan ayrışma ve farklılaşmalar olmuştur. Yörük, ilmiye kökenli hukukçular ile mektep kökenli kamu hukukçularının fikirlerini/söylemlerini hangi saiklerden hareketle ve hangi gayeye matuf olarak geliştirdiklerini ve nihayet değişiklik tekliflerinin dinîliği meselesinin süreç içerisinde kazandığı ve kaybettiği değerin seyrini özellikle Elmalılı Hamdi Efendi ve Hüseyin Cahid Bey üzerinden yanıtlamaya çalışmaktadır.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir