Mutlak Savaş: Birinci Dünya Savaşı Üzerine Clausewitzyen Bir Çözümleme

Paylaş:

Kitap-Makale Sunumları toplantı dizisinin Kasım ayı misafiri Mutlak Savaş: Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri Üzerine Clausewitzyen Bir Çözümleme başlıklı kitabı çerçevesinde İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Burak Gülboy oldu. Sunumuna öncelikle çalışmasının hikâyesinden ve amacından bahsederek başlayan Gülboy, genel olarak uluslararası ilişkiler teorileri üzerinden siyasi tarihe bir bakış sunmaya çalıştığını, özelde ise Birinci Dünya Savaşı’nın öncesi ile ilgili tartışmalara yoğunlaşarak özellikle yabancı literatürdeki bu tartışmaları Türkçeye aktarma düşüncesiyle yola çıktığını dile getirdi. Dünyada pek çok ülkeden farklı tarihçilerin yaklaşımlarıyla ortaya bulanık bir tarihin çıktığına, çok fazla önkabulün bulunduğuna ve bunları kırabilmek için her şeye şüpheyle yaklaşılması gerektiğine işaret etti. Hatta tarih yazımındaki bu tartışmaların günümüzdeki gelişmelerle de bağlantısı bulunduğunu, Fransa ve Almanya’nın Avrupa Birliği çerçevesinde tarihlerini yeniden gözden geçirmeleri örneğiyle açıkladı. Kitabının doğruyu ortaya koyan bir çalışma olmaktan ziyade, sorular sorup cevaplar arama amacını taşıdığını belirten Gülboy, bunun için de Alman felsefesinden beslenen ve ilk kez savaşı bir olgu olarak ele alıp üzerine düşünen Carl von Clausewitz’in “mutlak savaş” kavramı üzerinden bir açılım getirmeye çalıştığını ve tartışmaların bunun üzerinden de devam etmesini hedeflediğini ifade etti.

Gülboy çalışmasının sorunsalını özetle şöyle ortaya koydu: Savaşın sonunda Versay Sarayı’nda imzalanan anlaşmanın 231. maddesi çok net bir şekilde Almanya’yı savaşın sorumlusu ilan etmiştir. Sonraki yıllarda başta Almanya olmak üzere neredeyse tüm devletler savaşı başlatmanın suçunu üzerlerine almamak için savaşın başlangıcı ile ilgili diplomatik belgeleri yayınlamışlar ve buradan doğan tartışmalar günümüze değin devam etmiştir. Bu durum bize Birinci Dünya Savaşı üzerine düşüneceksek tarihsel anlatılara çok da güvenmememiz gerektiğini gösterir. Birinci Dünya Savaşı’nın mahiyetine bakıldığında uluslararası ilişkiler açısından en önemli husus, bu savaşın, tarihin en önemli kırılma noktası olarak kabul edilmesidir. Çünkü 1648 Vestfalya Sistemi’nden itibaren 1914’e dek uluslararası sistem ne biriktirdi ise dört senede yok olmuş, Avrupa’nın o zamana kadar sistemin içine enjekte ettiği diplomasi, savaş vb. tüm kavramlar ve değerler ortadan kalkmıştır. Bu bağlamda çalışma, savaşın öncesiyle olan bağlantısı üzerine kurulu. O halde bu kırılmayı uluslararası ilişkiler açısından “diğerlerinden farklı kılan nedir?” diye sorduğumuzda Clausewitz’e bakmak bir açılım sağlayabilir.

Clausewitz, ilk defa savaşı bir olgu olarak ele alıp üzerine düşünüyor, masaya yatırıp analiz ediyor ve savaşın felsefesini üretiyor. Savaş Üzerine (Vom Kriege) adlı eserinde gerçek dünyadaki savaşı anlamlı kılmayı amaçlayan ve savaşı teorize eden bir anlatım görüyoruz. Clausewitz bu anlatım üzerinden aslında dünyadaki savaşın böyle gelişmediğini, ‘savaş’ ile ‘savaşma’nın ayrı şeyler olduğunu söylüyor ve buradan gerçek savaş/mutlak savaş ayrımı yapıyor. Biz genelde savaşmanın, yani güç kullanarak iradenin rakibe kabul ettirilmesi sürecinin tarihini okuruz. Bu, filozofun gerçek savaş olarak kastettiği şeydir. Saf teori olarak düşündüğümüzde ise, yani mutlak savaşta, mücadeleyi sınırlayacak hiçbir şey yoktur. Karşıtlık ilkesi uyarınca rakibiniz de size karşı gelecektir. Buna göre ilk olarak iradenizi kabul etmesi için rakibinize güç uygularsınız; rakibiniz de size misliyle cevap verir. İkinci aşamada rakibin elindeki gücü yok etmeye çalışırsınız; rakibiniz de aynı şekilde karşılık verir. Nihayet elinizdeki tüm imkânları ilk ikisini başarmak için devreye sokarsınız, hatta seferber edersiniz. Neticede başta bir araç olan unsur, nihai bir amaca dönüşür, tamamen rakibi yok etme amaçlı, sınırsız bir şiddet eylemi hâline gelir. Mutlak savaş aslında teorideki savaştır ve yeryüzünde hiçbir zaman gerçek olmaz. Buna karşın gerçek savaş esasen siyasetin başka araçlarla devamıdır ve siyasetin sınırlanmaları ile sınırlıdır. Ayrıca her savaş aslında barış için yapılır ve stratejiler de savaşın sonunda uygun görülen barış için hazırlanır. Savaşın başında, neticede ulaşılmak istenen hedefin bilinmesi gerekir. Eğer bilmezseniz o savaşı kontrol edemezsiniz. Kontrolden çıksa bile bitirebilme süreçleriniz açıktır. Bu anlamda savaşlarda diplomasi ölmez. Saf teorik açıdan mutlak savaşta ise böyle bir şey yoktur; savaş, araçlıktan çıkar ve sizi kontrol etmeye başlar. Diplomasi kesilir; sonsuza açılan, taraflardan birini yiyip bitirecek bir çatışma süreci hâline gelir.

Yukarıda bahsedilen mutlak savaş ve gerçek savaş arasındaki farkların çalışmadaki analizi belirlediğini belirten Gülboy, bu bağlamda “Birinci Dünya Savaşı’nı bir mutlak savaş olarak düşünebilir miyiz?” sorusundan hareketle, Clausewitz’in Savaş Üzerine adlı kitabında yer alan mutlak savaşa dair tespitlerini ele alarak bu savaşın bir mutlak savaş olduğu hipotezini ortaya koydu. Bu anlamda esasen Clausewitz’in kurduğu felsefi yapıyı biraz daha kriterlerle değerlendirmeye, onun tespitleri üzerinden Birinci Dünya Savaşı’na dair sorular sormaya ve yapılacak analizleri bu sorulara verilecek cevaplara göre şekillendirmeye çalıştığını belirtti. Bu analize göre Gülboy, Clausewitz’in ilk olarak mutlak savaşın bir distopya olduğunu ve tarihte hiç görülmediğini söylediğine işaret ederek onun tespitleri üzerinden savaşın başlangıcıyla ilgili şu soruları sordu: “Savaşın başlangıcında siyasetin sınırlaması/frenlemesi var mı? I. Dünya Savaşı, kendinden önceki kısa veya uzun vadeli gelişmelere bağlı olarak mı, yoksa bir anda mı çıkmıştır? Savaşın içinde siyasi iletişim devam ediyor muydu? Siyasi amaçlara ulaşıldığında savaşı kesebilecek siyasi mekanizmalar mevcut muydu?”

Bu sorular çerçevesinde 20 yy. başlarında her ne kadar gerginlikler ve krizler ortaya çıksa da, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Avrupa’da hâlen diplomasinin devam ettiğini görüyoruz. Fakat Gülboy’un dikkat çektiği 1914 Temmuz ayı çok ilginç bir zaman dilimi ve Birinci Dünya Savaşı’nın mutlak savaş olmasına neden olarak gösterilecek çok fazla işaret bulunuyor. Buna göre savaş, Avusturya ve Sırbistan arasında başlıyor ama sonrasında kara delik gibi diğerlerini içine çekiyor. Avrupalı devletler öteden beri savaşı lokalize edebiliyorlardı; Avusturya da bunu yapabileceğini düşünüyor ama iş kontrolden çıkıyor. Bu açıdan sorulara dönüp tekrar bakıldığında savaşın, siyasetin frenlemesinden geçmediğini vurgulayan Gülboy’a göre anlatılan hikâyede sanki savaşı hazırlayan birçok neden varmış gibi görünüyor ama 1914 Temmuz’unun sonuna bakıldığında bunların hiçbiri anlamlı değil. Savaş ilanları, seferberlikler, hepsi anlık refleksler üzerine kurulu ve bir siyasi sınırlama olmaksızın bir anda patlak verip zincirleme şekilde gelişiyor. Dolayısıyla savaşın öncesindeki birikimler 1914 Temmuz’unun sonundaki savaş ilanlarıyla doğrudan bağlantılı değil. Ayrıca dikkat çekilen diğer önemli bir husus da 1914’te devletlerin önceden konulmuş savaş hedefleri yok. Siyasi amaç bulunmadığından mutlak savaş hâline geliyor. Ancak 1917’ye gelindiğinde ABD Başkanı Wilson’un devreye girmesiyle taraflara, “savaşa son verdiğimizde beklentileriniz nelerdir?” diye soruluyor. Yazara göre bu da aslında Avrupa’nın 1914’e kadar oluşturduğu siyasal sistemin artık bir çözüm üretemediğini ve Clausewitz’in kendi dönemindeki savaşlar üzerine kurduğu distopyanın bu yapının yerini aldığını gösteriyor.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir