Öykünün İzinde
Türkiye’de sanat alanında ne gibi gelişmelerin yaşandığı, belli alanlarda sanat icra etmenin sosyolojik prensiplerinin neler olduğu, nasıl bir alan içerisinde sanatın sürdürüldüğü sorularının cevaplarının arandığı Türkiye’de Sanatın Kuralları dizisinin Kasım ayı konuğu Cemal Şakar idi. Daha çok tecrübeye dayalı, pratiğin içinden gelen ve bulunduğu alanı tanıyan isimlerin ağırlandığı toplantı serisinin yedinci oturumunda Şakar, öykünün doğma, büyüme ve gelişme süreçlerini değerlendirdi. Şakar’a göre öykü yazımına başlayan birinin kendisine sorması gereken ilk soru, “Ben niye yazıyorum?” olmalı. Bu soruya teorik bir cevap beklenmiyor ama kişi bunun cevabını veremiyorsa onun edebiyat yolculuğu kısa sürüyor. Çünkü insan kendine izah edemediği bir şeyi başkasına izah edemez. “Türk edebiyatında eksiklik mi var da öykü yazmaya heves ediliyor? Bir şey yapıyor olmak lazım ki okuyucu sizin öykünüze ilgi göstersin.” diyor yazar.
Şakar, edebiyat yolculuğuna çıkmak isteyen bir insanın hayatında iki önemli dönüm noktası gördüğünü belirtiyor: biri mezuniyet-iş hayatı, diğeri evlilik. Eğer edebiyattan kopulacaksa bu süreç iş hayatına atılmayla başlıyor. İş hayatı, okuma ve yazmaya vakit bulamamayı beraberinde getirebiliyor. Aile ve işin yanında okuma-yazma isteğini sağlıklı bir zeminde sürdürebilen, yoluna devam ediyor. Adaylar, yazmaya başlıyorlar ve öykülerini dergilere gönderiyorlar. Yazar geri dönüş alamadığı sürece kendi kendine kanılar geliştirmeye başlıyor; “dergilerin etrafında çete gibi hareket eden gruplar var, o yüzden dahil olamıyoruz.” hissiyatına kapılıyorlar. Oysa ki editörlerin çoğu iyi üründen anlarlar ve iyi yazarı ellerinden kaçırmak istemez. Bu yanlış anlayıştan gençlerin uzaklaşması ve kendilerini geliştirmek için çalışmaya devam etmeleri gerekir. Kişi öz eleştiride bulunmalıdır. Bu yapılmadığı zaman yazar adayları çok erken yorulup daha yola başlamadan geri dönüyorlar.
Şakar, edebiyatın bir dava olduğunu ve birileriyle yola çıkıp o birilerinin kahrını çekmek gerektiğini belirtiyor. Çünkü öncelik her zaman için “hayat”tır. Önce hayatta sağlam dostlar kazanıp onlar ile uzun yolculuklara çıkmak göze alınmalıdır. Bu, okumayı, düşünmeyi ve yazmayı hem tetikler hem de metinlere eleştirel bakma imkânı sağlar. Eskiden ‘üstad’ geleneğinin bulunduğunu söyleyen Şakar, dergilerin bu üstadların etrafında şekillendiğini, usta-çırak, üstad-talebe ilişkisinin söz konusu olduğunu belirtiyor. Bu ilişkide mesele, yazarın eserini sadece üstada göstermek değil, derdi olan insanların yanında, bir dert yuvasında yetişmektir; orası/onlar bir davanın ocağıdır. Buralarda öncelikle düşünsel bir iklimin içine giriliyordu; bu beraberliğin sonucunda ürünler ortaya çıkıyordu. Bu ilişkinin günümüzde artık yıkıldığını söyleyen Şakar, yeni bir ilişki sisteminin temin edilmesi gerektiğini belirtiyor ve derneklerde, vakıflarda yapılan bu program gibi etkinliklerin bu dönüşümün taşıyıcısı hükmünde olduklarına işaret ediyor. Bu ortamlarda meselelere kafa yoran kişilerle beraber olmak, tartışmak, kitap okumanın getirdiği birliktelik, kişiye gideceği entelektüel/ilmi yolu kolaylaştırıyor.
Yazma meselesinde önceliğin her zaman okumak olduğunu belirten Şakar’a göre, yazarın yazdıklarıyla okudukları karşılaştırılınca okunanlar, yazılanları geçmeli. Okumanın önemini şu cümlelerle vurguluyor: “Hasan Aycın, ‘yazarın içinde bir sır havuzu vardır’ der. ‘Biz okuyarak hayat içindeki gözlemlerimizle, beraberliklerimizle, tartışmalarımızla bu sır havuzunu sürekli dolduruyoruz. Eser de bu sır havuzundan taşanlardır’ diyor. Yani havuz dolmadan su taşmaz. Doldurmak için de sınırsız okumak gerekiyor.” Şakar’a göre aslında herkes sürekli bir öykü anlatıyor. Bunun yazıyla ifade edilerek bir forma dönüştürülmüş olması öyküyü ortaya çıkarıyor.
Okumanın ise daha temel bir zemini var. İnsan olarak bizim yeryüzüne gönderilmemizin bir nedeni ve buna dair sorduğumuz sorularımız, kaygılarımız var. Sahip olduğumuz dini inanış, başlıca ontolojik ve metafizik sorularımızın cevaplarını bulabildiğimiz bir yer. Eşyanın hakikati görülmeye başlanıyor ve her şeye birer isim atfediliyor. İsim bizim nesneyle olan ilişkimizi belirliyor. Şakar bunu doğru, sağlıklı bir şekilde kurmuş bir insanın öykü yazmaya başladığında vereceği ürünlerin zaviyesini çizmiş olduğunu belirtiyor ve soruyor “Peki kötü bir insandan iyi bir öykücü, edebiyatçı olur mu? Eşya ile arasındaki adaleti tesis edememiş, karanlıkta olan biri aydın olabilir mi, etrafını aydınlatabilir mi?”
Şakar, Türkiye’de yazarken karşılaşılabilecek toplumsal engellere de değindi. Bunlardan biri öykünün helâl-haram bağlamında değerlendirmesi. “Öykü’de yaşamadığınız şeyleri anlatıyorsunuz. Bu yalan söylemiş olduğunuz anlamına gelir mi?” şeklinde kendisine yöneltilen bir soruyu örnek verdi. Bir diğeri de “sûret yasağının surat yasağı” olarak anlaşılması. Öykü yazarken tasvir sınırının nereye kadar gideceğinin kaygısını yaşadığını belirten Şakar’a göre bizde tartışmalar çok soyut, ilkesel düzeydedir ve bu, ürün ortaya çıkmasını engellemektedir. Şakar, “Sanatı bana bir kelimeyle özetleyin derseniz biçim derim, içerik ondan sonra gelir” diyor. Türkiye’de, içeriğin öne çıkarılmasını doğru bulmuyor, biçimin imkânları henüz bilinmediği için onun üzerine kafa yorulmadığını ve bu yüzden özgün sesler çıkmadığını vurguluyor.
Öykü ve hikâye arasındaki ayrım üzerinde de duran Şakar, bu ‘arada kalmışlığı’ şu şekilde açıklıyor: Hikâye terimiyle öykü terimi arasında ona göre bir fark yok, ikisi de aynı şeyi anlatıyor. Hikâyeyi tahkiye barındıran bir üst başlık olarak düşünüyor. Öyküyü ise roman, şiir, sinema gibi bir form şeklinde değerlendiriyor. Bu noktada Rasim Özdenören’in “Hikâye özetlenebilir, öykü özetlenemeyen şeydir” diyerek işlevsel bir tanım yaptığını söylüyor. “Öykü daha çok öykünmeyi çağrıştırıyor, hikâye daha yerli, bir şeyleri tahkiye etmek demek. Keşke biz hikâye demeye devam etseydik.” diyor Şakar, hikâyenin çağrışımlarının daha zengin olduğunu hatırlatarak.
Yazar sözlerinin sonuna gelirken, “Sanatçı söylemek derdine düştüğünde onun bir çaresini bulur.” diyor, “önemli olan bir derdinin olmasıdır.” Ama yazar, derdini okuyucuyla paylaşırken bir problemle karşılaşabiliyor: okuyucunun muhayyile melekesiyle. Okuyucu, derdini anlatan yazarın metninde arkeolojik kazı yapıyor, metinden alâkasız anlamlar çıkarılabiliyor ya da yazarın derdi başka bir yöne çekilebiliyor.