Uluslararası Siyasette Adalet Problemi
Küresel Araştırmalar Merkezi’nin Küresel Siyaset ve Adalet Konuşmaları toplantı dizisi çerçevesinde Mayıs ayındaki konuklarından biri İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. İsmail Yaylacı, idi. İsmail Yaylacı, Uluslararası Siyasette Adalet Problemi başlıklı bir sunum gerçekleştirdi.
Yaylacı sunumuna uluslararası ilişkiler teorisinin adaleti bir odak noktası olarak kabul etme hususunda ya ilgisiz kaldığını ya da aktif olarak hasmane bir tutum takındığını söyleyerek başladı. Özellikle 1940’lardan itibaren adalet meselesinin realiteye konuşmayan teorinin bir parçası, bir hüsnü kuruntu veyahut ham hayal olarak değerlendirildiğini dile getirdi. T. Nagel’in “Uluslararası adalet meselesi normal siyaset teorisine göre o kadar az gelişmiştir ki bu alanın sorularının ne olduğu bile belli değildir” şeklinde ifade ettiği gibi Yaylacı, bu alanın ne kadar az geliştiğine değindikten sonra uluslararası ilişkilerde paradoksal olarak hem güçlü devletler hem de zayıf devletler tarafından en çok kullanılan kavramlardan birinin adalet olduğunu vurguladı. Uluslararası ilişkilerde insan haklarının, insan hakları hukukunun, insani hukuk alanında yaşanan gelişmelerin, uluslararası cezaların şahsiliği ilkesinin, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumların uluslararası adalet kavramı çerçevesinde tartışıldığını belirten Yaylacı, koruma sorumluluğu gibi yeni potansiyel sorumlulukların ve insani müdahale, şartlı egemenlik gibi yeni yapısal dönüşümlerin de adalet meselesine bağlı olarak tartışıldığını ifade etti. Ayrıca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısınının, büyük güçler siyasetinin meydana getirdiği yıkımların, iç savaşların, kitlesel hareketlerin de adalet meselesiyle bağlantılı olarak konuşulduğunu dile getirdi. Yaylacı, sunum sırasında kendisinin adalet meselesini “(i) egemenlik, (ii) eşitlik, (iii) düzen ve barış, (iv) sorumluluk” şeklinde dört alt başlıkta tartışacağını belirtti.
Yaylacı, “(i) Egemenlik” alt başlığı altında devam ettiği sunumunda uluslararası ilişkilerde adalet meselesini siyaset teorisindeki adalet mevzuundan ayıran en önemli unsurların egemenlik ve devletlerin egemen olmaları sonucunda ortaya çıkan uluslararası anarşi olduğuna değindi. 1945’te kabul edilen BM şartına göre BM’ye üye devletler eşit egemen devletlerdir. Bu nedenle devletlere kendilerinin adil olduklarını düşündükleri politikaları takip etme hakkı tanınmış olmaktadır. “Güçlü gücünün yettiğini yapar, zayıf kabul etmek zorunda olduğunu kabul eder” ifadesini dile getiren Thucydides’e göre adalet ancak eşitler arasında konuşulabilecek bir meseledir. Hobbes da “Adil yahut adil olmayan kelimelerinin bir anlamının olması için öncelikle mücbir bir gücün olması gerekir” diyerek merkezi bir gücün olmadığı doğal durumda adaletin mümkün olmadığını ifade etmiş olmaktaydı. Yaylacı, Thucydides ve Hobbes’un ifadelerini dile getirdikten sonra Makyevel çizgisindeki realizm için, uluslararası ilişkilerin yapısının anarşik kabul edilmesi gereği, adaletin tamamen imkansız olduğunu vurguladı. Daha sonra da egemenliğin hem adaletin varlık şartı hem de adaletin önündeki en büyük engel olmasından dolayı bir paradoks ve uluslararası ilişkiler için oldukça bir kozmopolit/girift meydan okuma sunduğuna değindi.
“Eşitlik ve Adalet” alt başlığında ise Yaylacı, adaletin uluslararası ilişkilerde kahir ekseriyetle güçlü ile zayıf, büyük ile küçük, zengin ile fakir, siyah ile beyaz, nükleer silahlara sahip olan ile sahip olmayan arasında hakların dağılımındaki ve tatbikindeki eşitliği talep ettiğini açıkladı. Yani adalet güçlünün de hesap verebildiği, kanun önünde eşitliği ister. R. B. J. Walker’ın ve Richard Devetak’ın iddia ettiği üzere adaletin herkese uygulanabilecek standartlar yaratabilen bir evrensellik talebi bulunmaktadır. Carr’ın “farklarımızı devletlerin kendi çıkarlarından alıp tarafsız bir adaletin pak ve huzurlu dünyasına kaydırmak ütopyacı bir rüyadır” ve S. Huntington’un “insanlar kendilerine akraba ülkelere bir tür standart uygularken diğer ülkelere farklı standartlar uygularlar” ifadelerinden anlaşılacağı gibi uluslararası arena bazı teorisyenlere göre tamamen çifte standardın hakim olduğu bir alan olarak görünür. Yaylacı, daha sonra Bull’un “aritmetik adalet” ile “orantılı adalet” kavramlarını izah etti. Akabinde diğer alt başlık olan “Düzen, Barış ve Adalet”te ise adalet ile düzen ve adalet ile barış arasındaki diyalektik ilişkiyi analiz ettikten sonra hangisinin hangisini öncelediği teorik tartışmalarına değindi. “Sorumluluk” başlığında ise adalet meselesinin hem iç hem de dış siyasette diğerine/ötekine ne borçlu olduğu mevzuuna değindi. Yaylacı, sunumunun son alt başlığında “İslam Siyaset düşüncesi ve Uluslararası Adalet”i irdeledi. Adaletin Müslümanlar için ferdi, ümmet için ise kolektif bir yükümlülük olduğunu izah ettikten sonra Majid Khadduri’nin İslam geleneğinde devletlerarası “adalet ancak şeriatın buyruklarını tatbik eden bir yönetimde mümkündür” sözünü alıntıladı. Yaylacı sunumunun bu kısmında İslam ülkeleri açısında nasıl bir devletlerarası alanın tezahür etmesi gerektiğine ve devletlerarası hukukun neye göre şekilleneceğine dair zihinlerde var olan birçok soruyu dile getirerek Sohail Hashmi’nin “uluslararası ilişkiler hakkındaki İslami söylem en azından bir süre daha normatif düzeyde kalacak, İslam hukukunun uluslararası meseleler hakkında neler söylemesi gerektiğini bulmaya yönelecektir” tespitine katıldığını belirtti.
İsmail Yaylacı sunumunun sonunda adaletin özü itibariyle normatif ve ahlaki bir kavram olduğunu ama uluslararası sistemin ahlaki davranan devletlerin değil reelpolitiği kurnazca tatbik eden devletleri ödüllendirdiğini vurguladı. Yaylacı, burada şunları söyledi: ütopyacılık/idealizm ile realizm/çıkarcılık arasındaki duvarı aşıp İslam’ın normatif dünyasını mevcut uluslararası şartlarda yeniden yorumlayan “ütopyacı realist” bir çizginin geliştirilmesi icap etmektedir. Böylesi bir çizgi hem temel bazı ahlaki doğruları tespit ve tekrar eden basit bir ahlakçılığa düşmemelidir hem de reelpolitiğin şehvetine kapılmamalıdır. Salman Sayyid’in tabiriyle sinikliği erdem kılığına sokmamalıdır. Bu Kant’ın “ahlaki siyasetçi” tipiyle koşut düşünülebilir. Ahlaki siyasetçi, siyasal çıkarı ahlakla beraber olabilecek şekilde kavrayan kişidir. Bu ideal tip kendi ahlakını bir devlet adamı olarak çıkarlarına uydurmaya çalışan kişi “siyasal ahlakçı”nın zıddıdır.