Edebiyat ve Felsefenin Kavşağında Sinema
Sinema, Metin Erksan’ın da deyişiyle, tek bir kişinin rüyasının çabasıdır. Bu bir zorunluluk hâlidir. Bu anlamda sinema, İbn Sina’nın düşünmek icabete çağıran bir yakarıştır, dediği gibi mistik anlamın ötesinde varoşsal bir yakarış ve bir duadır, edebiyat ve felsefenin de dua olması gibi.
Sanat Araştırmaları Merkezi, Türk Sineması Araştırmaları’nın EdebiyatSinema başlıklı program dizisinin üçüncü oturumunda Mehmet Ulukütük konuk edildi. “Edebiyat ve Felsefenin Kavşağında Sinema” başlıklı konuşmasına Ulukütük, öncelikle program başlığındaki kavşak kelimesinin etimolojisini izâh ederek başladı. Kavşak kelimesi aslında bir trafik ve tıp terimi. İç içe geçmiş damarların bağlantı, yolların kesişim noktası anlamına gelir. Felsefe, edebiyat ve sinemanın böyle bir kesişim noktasına sahip olması, bu üçünün birlikte ele alınmasını gerektirir.
Konunun daha iyi anlaşılması için giriş mahiyetinde şu olay örnek teşkil edebilir. Turgut Cansever, 1995 yılında İsmail Kara, İhsan Fazlıoğlu ve Dücane Cündioğlu’nu evine davet eder. “Mimar Sinan’ın yaptığı eserler, birbirlerinden çok farklı. Acaba bu eserler yapılırken Osmanlı medreselerinde, gündelik hayatta ve felsefe dünyasında neler konuşulup tartışılıyordu? Bu tartışmaların bu eserlerdeki yansımalarını nasıl izleyebiliriz?” mealinde bir soru sorar. Çok daha sonraları bu sorunun üzerine giden ve kafa yoran İhsan Fazlıoğlu, o dönemde hareket kuramı üzerine tartışmalar yapıldığını ve bunun Mimar Sinan’ın eserlerinde bir farklılaşmaya neden olduğunu ortaya koyar.
Buradan hareketle, ilim, kültür veya sanat dünyasındaki herhangi bir disiplinin seviyesinin diğerini de belirlediği görülür. Edebiyat ve felsefe dünyasında ne konuşulup tartışılıyorsa sinemaya da o yansır. Hepsi birbiriyle içiçe bir bütünlük arz eder. Bu üçü şu şekilde gruplanabilir:
1- Edebiyat ve felsefenin karşısında sinema: bir karşısındalık durumu.
2- Edebiyat ve felsefesinin sinemayla karşılaşması: bir karşılaşma durumu.
3- Edebiyat ve felsefenin sinemayla karşılaştırılması: bir karşılaştırılma durumu.
Eğer bir versus yani karşılık söz konusuysa bu kadim Yunan’ın mitos karşısında logos’u ilanı gibi bir karşıtlığın yansımasıdır. Heidegger’in ifadesiyle, mitos ve logos birbirlerinden ayrıldığından, yani Batı Sokrates’ten itibaren aslında düşünmeyi de unutur. Var olana odaklanır ve varlığın bütününü kaybeder. Sinema, felsefe ve edebiyat için böyle bir durum irticadır, tamamen geriye dönmektir aynı zamanda ve köke dönmek değil, olumsuz anlamda geçmişe dönmektir. Bu açıdan birinci konum bu üç disiplin için yanlış bir uygulama sayılır. Bir karşılaştırma şeklinde ele alınmaları, hepsinin birbirinden ayrıştırılmasını da beraberinde getireceğinden bu da pek uygun bir yaklaşım sayılmaz.
Bu üç disiplinin birbirine cansuyu, hayat nefesi, bir ruh üflemesi gerekir. Bu olmadıkça üçünün birbirinden farkı kalmaz. Descartes sonrası özne ve nesnenin birbirinden ayrılması birçok problemi de beraberinde getirir. Mitos’tan logos’a geçiş gibi edebiyatın tekniğe indirgenmesi ve sinemanın ortaya çıkışıyla rüya araştırmalarının kesilmesi benzerlik arz eder. Kartezyen gramerin yani “Ararsan bulursun, bulmuşsan aramışsındır.” karşısında paradoksal gramer “Aramakla bulunmaz, bulanlar ancak arayanlardır.” yer alır.
Derrida, Kafka’nın Yasa Önünde hikâyesi üzerinden edebiyat ve felsefe arasındaki ilişkileri çözümlemeye girişir. Felsefe edebiyatın kapısından, edebiyat da felsefeninkinden girmeye çalışır. Ancak ne edebiyat, ne de felsefe için “kendi oldukları” hâliyle bu pek mümkün değildir. Acaba türler arasında bir yasa mı vardır? Türün yasası nedir? Bu türler arasındaki yasayı kim koymaktadır? Bu türler arasındaki yasa kurmaca mı, performatif midir? Önceden hesaplanmış, kurgulanmış bir kurmacaya göre mi, yoksa her bir edebi eserde, her bir felsefi uğraşta, her bir sinema filminde, yapılan iş ortaya konulurken yasası da mı açığa çıkar? Derrida’ya göre bu ikisi performatiftir. Eylemi icra ederken yasanın da belirginleşmesi ezeli, ebedi, küresel ve sabit yasalar bulunmadığını gösterir. Ayrıca edebiyatın bir felsefe, felsefenin bir gün sinema olabileceği ihtimalini de içinde barındırır. Sinema izlenerek felsefe yapılabilir, felsefe yaparak edebiyat icra edilebilir, edebi metinler yazarak da bir felsefe ortaya konulabilir. Bunlar birbirinin yerine geçebilir.
Bu ifadeler bağlamında aslında başlıktaki kavşak ifadesi de yanıltıcı bir unsurdur. Zira bu yollar ayrı mıdır ki kavşakları olsun? Peki burada bir indirgeme mi söz konusudur? Aslında burada sinema, edebiyat ve felsefenin öncesine bir geri dönüşten bahsedilebilir. Yalnız, bu bir irticayı ifade etmez. Düşüncenin saf hâline, insan imgesinin, tahayyülünün ilk evresine gitmektir. Bu geri dönüşte karşımıza çıkan şey, rüyadır.
Sinemanın 1895’te Lumière Kardeşler’in icadı olduğu söylenir. Aslında sinema rüyanın varlığından itibaren mevcuttur. Lumière Kardeşler yeni bir disiplin getirmezler, bunun bir takım aletlerle yapılabileceğini açığa çıkarırlar sadece. Herkes rüya görür ve rüyanın gerçekliği veya gayrı gerçekliği kişinin kendi sınırlarını çizdiği bir şeydir. İnsanlar gördükleri rüyanın gerçekliğiyle ilgili sınırları kendileri çizerler. Bu sebeple sinema için rüya kavramı önemli bir noktada durmaktadır.
İnsan rüya mı görür, yoksa rüya ona gösterilir mi? Rüyayı Freudyen bir şekilde bilinçaltının bir dışa yansıması olarak görmek, onu basite indirgemektir. Rüya bunu aşar çünkü ve görülmez, gösterilir. Buradan hareketle, sinema bir görme veya gösterme meselesi değildir. Sinema, Metin Erksan’ın da deyişiyle, tek bir kişinin rüyasının çabasıdır. Bu bir zorunluluk hâlidir. Bu anlamda sinema, İbn Sina’nın düşünmek icabete çağıran bir yakarıştır, dediği gibi mistik anlamın ötesinde varoşsal bir yakarış ve bir duadır, edebiyat ve felsefenin de dua olması gibi. Ancak böyle olduğunda bir anlam kazanabilir.
Rüyadan ölümle uyanılır. Rüyanın rüya olduğu anlaşıldığında, o rüya olmaktan çıkar. Sinema gösterilen rüyanın farkına varmaktır ve bu şekilde bir ölüm tecrübesi hâline gelir. Foucault’nun Deliliğin Tarihi kitabında rüya, delilikle ilişkilendirilen bir durumdur. Sadık Battal’ın ifadesiyle de, rüya görebilen herkes film çekebilir. Ancak sinema ölümü hatırlamak mıdır, yoksa unutmak mı? En hayati mesele budur. Batı’da bunun adı konulmuştur: Seküler Bir Kilise Olarak Sinema. Toplum olarak bu adı doldurmaya çalışmak yerine, ölümü hatırlayan ve hatırlatan bir sinema inşa etmemiz gerekir. Burada temel sorun, unutma sorunudur. Rüyanın kökü re’y’dir. Re’y ise düşüncedir, fikir sahibi olmaktır. Bu açıdan çift taraflı bir eylemdir.
Edebiyat ve sinema arasındaki ilişki edebi eserlerin uyarlanması meselesine indirgenemez. Felsefe ve edebiyat arasındaki ilişkiler de, sinema filmleri üzerindeki felsefi akımların tespitinden ibaret değildir. Bu epistemolojik, kısır tartışmaların aşılıp varoluşsal bir zemine çıkılması, felsefecilerin sinema felsefesi üzerine çalışmalar yapması ve felsefenin sinemaya bir ontolojik arazi oluşturması gerekir. Bunun dışında kurulan ilişkilerin çoğu hastalıklıdır.
Tarkovski’nin ifadesiyle, sinema bir göstergeler sistemi değildir. O hâlde nasıl bir edebi eser veya özelde roman sinemaya uyarlanabilir? Şiir sinemaya uyarlanamaz mı? Bu toprakların sinemayla sahih ve otantik bir ilişki kuramamasının en önemli sebebi, şiirsel sinemayı gerçekleştirememiş olmasıdır. Medeniyetimizin en bariz özelliği divan şiiridir çünkü. Divan şiirinin bütünlüklü, dairesel yapısından faydalanmadan bu bir çözüme kavuşamaz. Zeynep Gemuhluoğlu’nun tespitiyle, divan şiiriyle bağımızın kopmasıyla sinemayla bir bağ kurulur. Divan şiirinin anlam dünyası anlaşılmadan dünya sinemasına söyleyebilecek özgün bir sinema anlayışı ortaya çıkmayacaktır. Bu, Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filmiyle kısmen başarılır. Bu damar sürdürülebilse bu coğrafyadaki sinema yaklaşımı bambaşka bir yerde olabilir.
Tüm bu tespitlerinin ardından katılımcıların sorularına cevap veren Ulukütük, “Descartes’ın ağaç benzetmesinden yola çıkan Heidegger’in ifade ettiği gibi, acaba bu ağaç köklerini hangi toprağa salabilir? Kendi edebi tahayyülü, kendi rüyaları, kendi tefekkür dünyasını arayan bir atmosferde ancak otantik bir sinemacı ortaya çıkar. Hangi nazardan bakarsanız, o manzarayı görürsünüz. Gördüğünüz rüyayı göstermeye çalışırsanız o toprağın insanı onu izler. Felsefeci olarak, imgenin kıyameti farkedildiğinde, hakikatin epistomolojik bir mesele değil, sanatsal bir ifşa ve deneyim olduğunun ayırdına varıldığında, sorunların çözümü için de bir adım atılacaktır.” yargısında bulunarak konuşmasını sonlandırdı.