Ekokurgu: Ekolojik Sorunların Çözüm Yolu Olarak Edebiyat
Çevre, bugünün dünyasının en çok üzerinde durulan kelimelerinden biri. Hayatın her alanında kendine bir yer edinmiş, çeşitli alanlarda ise etrafında örgütlü kitleler yaratmış bir kelime. Bu manada çevrebilimcilerin ele aldığının çok ötesinde bir anlama sahip. Epey bir süredir çevre felaketleri edebiyatın ve sinemanın sıklıkla ele aldığı bir distopya öyküsü olmuş durumda. Birçok ülkede “Yeşil Parti” ya da “Yeşiller Partisi” gibi adlara sahip siyasi partilerin varlığı çevre meselesinin kitleleri örgütlemedeki ve siyasa oluşturmadaki gücünü göstermektedir. Almanya’da Die Grünen (Birlik 90/Yeşiller) hükümet ortağı olmuştu. Türkiye’deki Gezi Parkı eylemi de çevrenin sivil toplum hareketlerinin mühim bir veçhesi olduğuna delalet ediyor. Çevre tarihi bugün tarih disiplinin en çok ilgi gösterdiği alanlardan, antroposen tartışması ise felsefenin en yoğun ve canlı tefekkür konularından biri. Hatta bir manada C. P. Snow’un ifade ettiği şekliyle sosyal bilimciler ve fen bilimcileri arasındaki “iki kültür” farkını belli ölçüde kapamaya namzet bir fikir teatisi. Medeniyet Araştırmaları Merkezi, Kitabiyat toplantı dizisinde bu konuları tartışmayı teşvik edecek bir sunuma ev sahipliği etti. İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi öğretim üyesi Sezgin Toska, Ekokurgu: Ekolojik Sorunların Çözüm Yolu Olarak Edebiyat kitabını anlattı.
Çevre felaketlerinin insan eylemlerini şekillendiren kültürel ideolojilerle bağlantılı olması, bu krizlerin çözümünde sosyal ve beşeri bilimlerin de konuşmak zorunda olduğu anlamına gelir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ekoyazın literatürünün eski tarihine ve genişliğine değinen Toska, pek çok konuda olduğu gibi çevre meselesinin de edebiyatın bu konuyu kültürel alana taşımada öncü olduğunu belirtti. Lawrence Buell’den alıntılayarak Amerikan edebiyatının ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren şehirleşme ve sanayileşmenin ağır sosyolojik gerçeklerine bakmaksızın kırsala, yabana, pastorale yoğunlaştığını söyledi. Buna paralel olarak ekoeleştirinin de kırsalla uğraştığını ve bu ilk evre eleştiri anlayışında doğanın hep şehrin “dışında” bir yer olarak kavrandığını dile getirdi. Halbuki çevreci eleştiri doğanın, yani aslında “ekosistem” dediğimiz şeyin hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan bir çevrem olduğunu fark ettiği ve bu idrakle doğrudan şehir yaşamına ve toplumsal problemlere yaklaştığı ölçüde faydalı bir eyleme dönüşebilirdi. Nitekim ekoeleştirinin evrimi de böyle oldu. Yazınsal üretim ağırlıklı olarak doğadan çevreye, yabandan kente, yeşilden kahverengiye, derin ekolojiden toplumsal ekolojiye, yeryüzü merkezlilikten insan merkezliliğe kaydı. Doğanın çok dar bir anlama, yalnızca “vahşilik” manasına indirgenmesi içinde bulunduğumuz ikili (binary) sistemin bir illüzyonudur. Sürdürülebilir bir ekokritik ancak doğa içindeki kültürün açımlanmasıyla ve doğa odaklı metinlerin aynı zamanda kültürel ürünler olarak değerlendirilmesiyle (ve tam tersi) mümkündür.
Ekoyazının toplumsal eleştiri alanında etkinlik göstermesinin bu konudaki sosyal eşitsizliğin ortaya çıkarılmasında da oldukça faydalı olduğunu söyleyen Toska, çevreci eleştirinin ekonomik eşitsizliğin nasıl her köşeye sızdığını bir kez daha gösterdiğini söyledi. Doğayı vahşi yaşamla sınırlayan ekoeleştirinin özellikle yabanı kendi zevkleri için korumak isteyen zengin sınıfın sorunlarıyla ilgilenen ve onların hizmetindeki ırkçı ve sınıfçı bir etkinliğe dönüşme riski vardır. Oysa yabanı risk altına sokan koşulların ve vahşi doğaya verilen zararların insanları ve toplumsal doğayı da etkilediğini de unutmamalıdır. Aynı şekilde bu zararlardan her kesim aynı oranda etkilenmemektedir. Sosyo-ekonomik skalada en alt düzeyde bulunanlar çevresel zararların ceremesini en çok çekenler olmuştur. 19. yüzyıl İngiltere’sinin sanayi tesisi yanında kurulan işçi lojmanları nasıl bu kirlilikten en çok zarar gören kesim olmuşsa, bugün şehrin gettolarına, lağım ve çöp yataklarına itilen gecekondu haneleri de kentin yarattığı çevresel tahribattan en çok etkilenenlerdir. Yine dünya ekolojik kirliliğine en az katkısı bulunan fakir Afrika kıtası bu ziyandan en çok paye alan kara parçasıdır. Ekoyazının toplumsal alana çekilmesi bu eşitsizliği fark etmemize yardımcı olmaktadır.
Ekokurgunun ve ekoeleştirininin, yani genel ismiyle ekoyazının günümüzün en güncel ve toplumsal dönüştürücü gücü yüksek yazın türlerinden biri olduğunun altını çizen Toska, özellikle “gelişmiş” dünyada oldukça yaygın olan yazının Türkiye gibi henüz kalkınma ve gelişme odaklı ülkelerde yaygınlaşmadığını belirtti. Henüz bu ülkelerin kalkınma ve dünya ekonomisindeki paylarını artırma iştahı, ekolojik duyarlılığın daha üstünde. Ancak dünyadaki gelişmeler göz önüne alındığında Türkiye’de de ekoyazının artan bir hızla genişleyeceğini kestirmek hiç de güç değil.