Ev Üzerine Bir Trioloji: Bademli, Hacımercan, Yedievler
Ev ve Mimari toplantı serisinin ikinci oturumunda Atilla Yücel’in Bademli, Hacımercan ve Yedievler evleri konuşuldu. Bu triolojinin ortak özelliği kent yerleşimi çevresinde olan ama kentsel ortamın tam içinde olmayan üç ev olmaları.
Yücel evleri sadece biçim, tasarım, ürün olarak değil; bu üretimin öykülerini aktararak sunmak istediğini ifade etti. Ev bugün bireyselliğin dışlandığı bir kurumsallaşma alanındaysa da bireysellikle de ilişkilendirilebilecek bir meseledir. Evin sadece bir ihtiyaç meselesi, biçim tasarımı olmaktan öte özellikleri var. Yücel bu bağlamda Paul Gaugin’in Büyük Ağaç eserinden, Loggie’nin her şeyi doğanın taklidine dayandırdığı barınağına/ilksel kulübesine, toprak-taş-ahşap menşeli ya da çatkıyla oluşan farklı coğrafyalardaki farklı yapılara, Eskimo iglolarına, Harran’daki konik toprak evlere, İtalya’nın güneyinde Alberobello köyündeki üzeri delikli yığma taş evlere, Balkanlarda ve Anadolu’daki ahşap evlere, Karadeniz’deki seranderlere, Japonya (takayuka shiki) ve Norveç’deki serandere akraba yapılara, İspanya’nın kuzeyindeki Asturias ve Galiçya bölgelerindeki yığma taştan hórreolara pek çok coğrafyadan farklı zamanlara ait eserlere değindi. Tüm bunlardan “ev denen şeyin hem yerel hem evrensel boyutlarından söz etmek, temel olanın rasyonelliğine” dikkat çekmek için söz ettiğinin de altını çizdi.
Öte yandan Yücel, varlık felsefesinin büyük isimlerinden Martin Heidegger’in Almanya Todtnauberg’deki kulübesinden (die Hütte), doğa odaklı düşüncesiyle tanınan Amerikalı yazar ve şair Henry David Thoreau’nun Walden’daki kulübesinden, şehirlerde büyük apartman blokları inşa eden, büyük teoriler ve ütopyalar üreten Le Corbusier’in kendisi için tasarladığı ve içinde yaşadığı on altı metrekarelik kulübesinden (le cabanon) de aynı bağlamda söz ederek Arnavutluk’taki Osmanlı evinden, Kuzey Anadolu’daki Kastamonu yöresi evlerinden görüntüler sundu.
Yücel’e göre, geleneksel yapım şeklinde evin belirli rasyonellikleri ve akrabalıkları var. Bu gelenekler yavaş değişerek süregitmiş. Bunlar okulda değil ustasından pratik edilerek öğrenilen, modernizm öncesine ait yapma biçimleridir. Kentin dışındaki bazı yörelerde üretimin bir kısmı böyle devam etse de bugün bu şekliyle yapı üretilmiyor. Bugün o yapıların aynısını inşa etsek dahi öyle üretmiş olmuyoruz çünkü o hayatın içinde üretmiyoruz. Ancak romantizme düşmemek lazım. Geleneksel yapım şeklinin sağlam mantığını kavrayarak üretebiliriz. Örneğin Anadolu coğrafyasında tek ev kültürü yok. 19. yüzyılda değişme döneminde kentsel alanlarda ve kıyılarda başka ev tipleri de üretilmiş. Mimarlığın “yapma” eylemini destekleyen pek çok kaynak vardır. Hem akademik hem de mesleki faaliyetler “yapma” eylemini beslemektedir. Mimarlık bir düşünce meselesidir. Dolayısıyla bahsi geçen faaliyetler “yapma” eyleminde iç içe geçer.
Turgut Cansever’in Ankara-Batıkent projesi için Mehmet Öğün tarafından yapılmış çizimlerini, Andrea Palladio’nun 1567-70 tarihli Kuzey İtalya’daki Villa Rotonda’sını dinleyicilerle paylaşan Yücel, Palladio’nun klasik repertuara hakim, geometriyi iyi bilen bir mimar olduğunu ve çoğu modern mimarlık tarihçisi tarafından Villa Rotonda’nın ideal villa olarak tanımlandığını dile getirdi: “Kare plandan, kubbenin daireselliğine, oranlara kadar bir ideallik… Üstü delik kubbeden gelen ışık, Roma’daki Pantheon’la ilişkilidir. Rönesans’ın akla, mantığa, geometriye dayalı dünyasının eve dönüşmesi.”
Buradan kendi eserlerine geçiş yapan Yücel, triolojinin ilk eserinin Bursa Bademli’de 1989’da sipariş üzerine tasarlanmış küçük bir uygulama olduğunu söyledi. Tasarım o zamanlar kısmen boş olan, uzaktan belli noktalardan Mudanya’ya denize bakabilen, yamaç bir yerde, koruluk bir alanda yapılan on iki evi kapsamaktadır. Anadolu/Osmanlı ev geleneği, bu tasarım için bellekte olan bir unsurdur. İlaveten Palladio’nun villasındaki merkezilik besleyici unsurlardandır. Tasarımda Kuzey-Güney ve Doğu-Batı pratiklerinin orta noktalarının birleşmesiyle ortaya çıkan kırk beş derecelik ikinci bir kare ve dolayısıyla ikili bir sistem söz konusudur. Yani tasarım bir bakıma Palladio villasının yeniden inşasıdır. Bu kez kavramsal olarak değil, gerçek haliyle. Üst üste binmiş iki hafıza unsuru vardır: Biri Anadolu/Balkanlar/Osmanlı evinin zemin katı dar, üst kattaki çıkmaların ana kattaki varlığı; ikincisi Palladio’nun karesi, hatta çift karesi ve ortası ışıklık. Bu ışıklık aslında Palladio’ya, Rönesans geleneğine özgü değil. Osmanlı geleneğinde de merkezi şemalı evlerde orta hol iki eyvanın kesiştiği mekân bir orta mekândır. Geometrik esas hemen hemen aynıdır. Yani Rönesans döneminden gelen belirli hafızaların ve yerel duyarlılıkların bir araya gelerek biçimlendirdiği bir ev tasarımıdır.
Triolojinin ikinci eseri, 1993-96 yıllarında Sapanca sırtlarında kullanıcıların işverenler olduğu yirmi sekiz ailenin (İTÜ 1954 mezunu mühendisleri ve aileleri) hafta sonları gelebilecekleri küçük, mütevazı evler olarak tasarlanıyor. Tasarım kullanıcılarla birlikte yumuşak eğimli bir topografyada, henüz yerleşmelerin olmadığı bir bölgede, bir köyün kıyısında gerçekleştiriliyor. Tarihi semtlerdeki sokak dokusuna dair hafıza bu dokuyla ilişki kurmada yol gösteriyor. Tasarıma hem teknolojide, hem yerleşme örüntüsünde var olanı sürdürme yaklaşımı hâkim oluyor ve Ayşe Orbay ile birlikte bu çözük doku içinde yirmi sekiz yapının yerleri arazide tek tek belirleniyor. Her bir evin diğer evin görüntüsünü kesmeyeceği bir düzen kuruluyor. Geleneksel teknolojinin kullanılması öne sürülüyor fakat içlerinde birkaç mimarın da olduğu kullanıcıların bir bölümü tarafından kabul edilmiyor. Kullanıcılar özellikle fare gibi hayvanların eski yapılara girmesi endişesini dile getiriyorlar. Nihayetinde evler 1970’li yılların başında Turgut Cansever’in Çiftehavuzlar’da yaptığı bir apartman ile yine Göztepe’deki bir benzerinden esinlenerek tamamlanıyor.
Düzenli bu tasarımın ekonomik de olabileceğini, evlerin çoğalabilme potansiyeline sahip olduğunu dile getirdi. Pencere gibi standart elemanlar, rasyonelin aranması ve planların azaltılması, metrekarelerin ihtiyaç dahilinde minimum tutulması, çoğalabilme, mahalleye dönüşebilme potansiyelinin birer unsurlarıdır. Öte yandan duvarda kullanılan kırmızı tuğlaların, Cansever’in tabirleriyle tektonik/maddi özelliğinin tezyini karakterinin yanında zihni harekete geçirici atektonik/gayri maddi bir karakter kazanması da önemli. Yücel bu çoğalma meselesinin gerçek bir yanı olduğunu, ortakların bu yerleşimi biraz daha uzatabilir miyiz şeklinde bir yaklaşımları olduğunu dile getirdi. Ayrıca duvarda kullanılan taş yerlerde de kullanılmış ve kapaklı ortak kullanım alanı inşa edilmiş: Bir mutfak, bir tuvalet ve bir buluşma yeri. Kapaklar kapandığında yapı tümüyle kapanıyor. Yine bu yapıda Turgut Cansever’in Demir Tatil Köyü’nde uyguladığı geleneksel ocağın da bir versiyonu var.
Triolojinin son eseri ise ikincisinden iki üç yıl sonra yine Sapanca gölüne bakan, yürüyerek aşağı inilebilen bir tepede ortak bir arsa alınarak gerçekleştiriliyor. Arsa biçimi itibariyle uzun ve dar bir yapıda. Topografyanın tabiatını kollamak, bazen didişmek gerekiyor. İkinci eserdeki yirmi sekiz kullanıcının aksine burada tek karar verici var: İşin sahibi, girişimcisi, tasarımcısı aynı kişi. Tasarım için başlangıçta araziden neredeyse bağımsız tipolojiler türetiliyor. Louis Kahn’ın ışık, ışık/ana mekânlar, servis mekânları/geçitler gibi ilkelerinin içine girdiği ölçekli karalamalar yapılıyor. Uygulanan tiplerden biri merkezi şemalı, masif, net kare bir ev. Bir de uzun bir ev tipi var: Ortada bir hol, iki mekân. Zemin katında yaşama alanı, mutfak ve ortak alanlar: Açık bir mekân, merdiven ve tuvalet, arada bir eklem: Geçit ve ışık. Yukarı katta ise yapı daralıyor. Üçüncü tip ise bir kare. Üç katlı bir kule ev. Üstü hafifliyor, yanda da bir servis merdiven çekirdeği ve tek katlı bir mutfak.
Bu tasarımda tamamen endüstriyel bir malzeme kullanılıyor: Betonarme. Sapanca’nın deremsellik unsuru var. Bu yapılar üç kata kadar çıkıyor. Kaba yapı başlamadan ya da bir kısmı yeni yapılmışken 1999 depremi oluyor. Bu yapılar deprem geçirmiş. Çevreden kabası yapılmış yapılara sığınanlar olmuş. Burada yine ikinci eserdeki gibi brütalist bir tavır var: Çıplak malzeme. Dışında ya brüt beton ya da sıvasız yapı malzemesi mevcut fakat içerde kimi yerlerde alçı sıva var. Tasarımda iki temel malzeme bulunuyor: Brüt beton perde elemanları veya bazen görünür halde kolon-kirişler, dışarıda da yapı merkezinin ürettiği yapı blokları. Bütün boyutlandırma yapı bloklarına göre etüt edilerek ve neredeyse hiçbir blok kesilmeden yapılıyor. Böylece modüler bir koordinasyon oluyor. Yapılarda yer yer ahşap doğramalar yer alıyor. Üst katlar ve çatıda endüstriyel ahşap kullanılmış: Eğrisel veya düz lamine ahşaplar. Kaplama olarak ise bakır kullanılmış. Program dinleyicilerin katkı ve sorularıyla sona erdi.