Hannah Arendt Düşüncesinde İnsanlığa Karşı Suçların Temellendirilmesi
Medeniyet Araştırmaları Merkezi Kitâbiyat toplantı dizisinin konuğu olan Hüseyin Günal, doktora tezine dayanan Hannah Arendt ve İnsanlığa Karşı Suçlar kitabını anlattı. Hukuk felsefesi açısından insanlık suçu kavramını ve siyaset felsefesi açısından bunun analitiğinin nasıl yapılabileceğini tartıştı. Elbette tartışmanın merkezinde Nürnberg Mahkemeleri ve Hannah Arendt vardı.
İnsanlığa karşı suç bir hukuk normu. Peki neden böyle yeni bir norm yaratılma ihtiyacı duyuldu? II. Dünya Savaşı sonrası suçluların nasıl yargılanacağı bu kavram hakkındaki ciddi değerlendirmeleri doğuruyor. Egemenlik bu değerlendirmelerdeki temel kavramlardan biri. Savaş suçları hukukun iyi bildiği bir konuydu ancak kendi halkına karşı suç işleyen bir devletin görevlilerini, o devleti kendi toprakları içerisinde tam egemen olarak tanıdığınız halde nasıl yargılayabilirsiniz? Dolayısıyla insanlığa karşı suçu düşünmek bir yandan egemenlik üzerine de ciddi fikir teatilerini gerektirmiştir. Devlet egemenliğine zarar vermeden suçluları yargılayabilecek bir alan oluşturmak, uluslararası hukuk teorisyenlerinin temel problemi olmuştu bu süreçte. Nihayetinde insanlığa karşı suç normları oluşturuldu. Kendi halkına karşı da yapılmış olsa yaygın ve sistematik suçların yargılanmasının önü böylece açıldı. Nürnberg yargılamaları tarihteki ilk insanlığa karşı suç mahkemeleri olarak ortaya çıkıyor. Onu izleyen yakın gelecekte, 1948’de uluslararası soykırım sözleşmesi çıkıyor. Unutmamak gerekir ki II. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi Soykırımı bu kavramın geliştirilmesinde çok önemli bir yere sahip olmakla birlikte soykırım insanlığa karşı işlenmiş suçlar kümesinin bir özelidir yalnızca. Kavramın içeriği bundan daha geniştir. İnsanlığa karşı suçlar bütün devletlerin kabul ettiği bir mesele olmasına rağmen uygulanması son derece zor bir normlar bütünüdür çünkü egemen devletlere müdahale etmek neredeyse imkânsız. Ayrıca insanlığa karşı suçlar büyük ölçüde güçlü devletlerin zayıf devletlere uyguladığı bir baskı mekanizmasına da dönüştürülerek sıklıkla suiistimal edilmeye açık.
Sırbistan’ın Bosna’da düzenlediği katliamlar BM’nin insanlığa karşı suçları yeniden düşünmesine yol açtı. BM Bosna için toplandı. İnsanlığa karşı suçlar daha önceden tanımlandığı şekil üzerinden çeşitlendirildi. 1998 yılında Roma Statüsü olarak bilinen Uluslararası Ceza Mahkemesi Kuruluş Statüsü onandı. Fakat BM Güvenlik Meclisinin beş daimi üyesi içerisinde yer alan ABD, Rusya ve Çin bu statüye taraf olmadı. Türkiye de taraf değil. Bu durum insanlığa karşı suçlar konusunda uygulanabilirliği ve gücü kısıtlayan önemli bir etken.
İnsanlığa karşı suçlar kavramının en önemli düşünür Hannah Arendt. Arendt bir hukukçu değil, kendisini bir siyaset düşünürü olarak tanımlıyor. Gençliğinde Almanya’daki Nazi partisi iktidara geliyor ve Arendt olacakları öngören pek çok Yahudi gibi ülkesini terk ederek Fransa’ya kaçıyor. Almanya’nın 1940’da Fransa’yı işgalinden sonra ise ABD’ye kaçıyor. İlk eseri meşhur Totalitarizmin Kaynakları. İnsanlığa karşı suç kavramını yine ilk kez burada kullanıyor. Hayatı boyunca Holocaust’un nasıl mümkün olduğunu soruyor kendine. Bunu sadece Almanlara ya da Almanya’ya özel bir şey olarak görmüyor. Bütün Batı medeniyetinin politik ahlaki bir çöküşü olduğunu söylüyor. Hiç kimse bundan azade değil. Daha sonra acaba Arendt Holocaust’u modernizmin zorunlu bir sonucu olarak mı görüyor diye düşünülüyor. Bu soruya “evet, böyledir” demek mümkün değil. Bu konuda olumsal bir tarih anlayışı var.
Arendt’in sert bir burjuva eleştirisi var. Emperyalist arzunun ve burjuvazinin ulus devleti bozduğunu, bunların ürettiği ırkçılığın geri dönerek Avrupa’ya vurduğunu söylüyor. Arendt’ten daha önce emperyalizmi Holocaust ile alakalı düşüncelerin temeline koyan bir düşünür yok. Avrupalı bir düşünürün öz eleştirisi olarak değerlendirebiliriz bunu. Totaliter rejimin bir anda ortaya çıkmadığını ve yeni bir suç türü yarattığını söylüyor. Bu suçun rejimin temelinde olduğunu söylüyor. İnsanların insanlar olarak fuzuli kılınması. Tarihte ilk defa bir rejim insanları çeşitlilikten yoksun kılıp öngörülebilir bir insana indirgemek istiyor. Dolayısıyla Arendt için mesele öldürülen insan sayısı değil, bu rejimde yeni olan şey insanları tahmin edilebilir kılmak. Buna giden yolda üç aşama belirliyor. İlk olarak insanların politik kimliği ellerinden alınıyor. İkincisi, ahlakî kişiliği yok ediliyor. Son olarak da bireyselliğin ortadan kaldırılması. Örneğin saçların kesilmesi, bir örnek kıyafet giydirilmesi, kollarında Davut yıldızı bulunan yama taşınması, insanların numaralandırılması bunun tezahürleridir. Bu aşamaların sonunda ortaya çıkan varlık artık insan değil, tarihte daha önce görülmemiş bir “sub-human”dır. Arendt insan imgesi ve doğasının öncü tanımlarına güvenilemeyeceğini ve insanın şekillendirilebilir bir varlık olduğunu toplama kamplarının bize gösterdiğini söylüyor.
İnsanın topluluk içerisinde var olması mecburiyetten oluşan bir durumdur. İnsan toplumun içerisinde bireyselliğini kazanmak istiyor. Bu insanlığın politik niteliğidir. İşte insanlığa karşı suçlar insanlığın politik niteliğine karşı işlenen suçlardır. Arendt’e göre insan aktivitesi üçe ayrılır: Emek, iş ve eylem. Emek denilen şey bizim doğal halimiz ve hayvanlarla paylaştığımız niteliklerdir. Yemek yemek gibi zorunlu şeylerdir. İş ise yapıp ettiğimiz eserler ve kalıcı olanlardır; ürün üretmek gibi. İnsan işi doğaya şiddet uygulayarak kalıcı bir şey üretir. Eylem nesnelerin aracılığı olmadan insanların birbirleri arasında yaptıkları şey ve temelini “çoğunluk” (plurality) oluşturur. Eylem politikanın temelini oluşturur. İnsanlığa karşı suçlar bir grubu yok etmeye yönelik olduğu için çoğunluğa saldırmak anlamına gelir.
Son olarak Arendt’in kamusal alan ve özel alan arasındaki ayrımından bahseden Günal, Arendt’in sosyal alan eleştirisini anlattı. Arendt’e göre sosyal alanın ortaya çıkması ile özel ve kamusal alan ayrımı rahatsız edilmiştir. Sosyal alan, özel alanın kamusal alanı yağmalamasıyla oluşan melez bir alandır. Toplum içinde herkesin bir politik kanaati vardır. Kamusal alanın sağladığı gerçeklik sayesinde insan kendi sınırlarından, yani özel alandan çıkıp başkalarının bakış açılarını anlayabilir ve kendininkini onlara sunabilir. Böylece bakış açısı genişler. Bu bakış açılarından birisinin ortadan kaldırılması bir şekilde dünyayı eksiltir, yarım bırakır. Bu yüzden de Arendt’ e göre suç teşkil eder.