Kırık Bir Aşk Hikâyesi: Türk Sineması’nın Başlangıcına Dair
Sanat Araştırmaları Merkezi bünyesinde yürütülen Türk Sineması Araştırmaları Projesi’nin Belgelerle Osmanlı’da Sinema Atölyesi kapsamında ve Kırkambar Özel Etkinlik başlığı altında gerçekleştirdiği konuşma serisinde Dilek Kaya konuk edildi.
Dilek Kaya konuşmasında mikro bir konuya odaklanarak merkezine Türk sinemasının ilk filmi kabul edilen Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı’nı aldı. “Bu ilk Türk filmi mi, çekildi mi, çekilmedi mi, var mı, yok mu?” meselesinden çok bu filmin ilk Türk filmi haline gelmesi ve sinemamızın başlangıcı olarak ortaya çıkan söylemin nasıl oluştuğuna değindi. Konuyla ilgili temel kurucu metinlerde, özellikle de Nijat Özön, Rakım Çalapala gibi isimlerin yazılarında Ayastefanos’a dair bilgilerin her ne kadar kuşaktan kuşağa aynı şekilde aktarıldığı söylense de aynı bilgiyi tekrar etmedikleri görülüyor. Tarihçi kökenli araştırmacıların elinde gelişip değişen bu anlatı ve inşanın ideolojik boyutları da dikkat çekiyor.
Türk sineması tarihçesi Cumhuriyet döneminde yazılmaya başlanır. Sinema bu coğrafyaya Osmanlı döneminde girer ve Osmanlı coğrafyasının çeşitliliğini, çok kültürlülüğünü baltalayan, daha çok Türklüğün öne çıkarıldığı, Türklüğün tanımlayıcı bir unsur şeklinde ele alındığı bir tarihtir bu. Filmin konusunu oluşturan Ayastefanos Abidesi, savaşta ölen Rus askerlerini onurlandırmak ve zaferlerini simgelemek için Ruslar tarafından bir anıt şeklinde yapılır. Arsa istenilmesi üzerine belirli izinler alınır. Devlet tarafından buranın bir hayır müessessi olması istenir. Ancak çan kulesi, askerlerin kemiklerinin bulunduğu bir bölge, içindeki küçük kilise ve etrafı çevrili bir yapı hâline gelir. Sonunda ortaya çıkan Kalitarya köyündeki bu mezar kilisenin yapımı beş yıl sürer. 1898’de görkemli bir açılış yapılır.
Cihad-ı ekber ilan edildiğinde, halk bu abidenin yakınlarında toplanıp nümayişler, protestolar gerçekleştirir. Tasvir-i Efkâr, Tanin gibi gazeteleri, Donanma Cemiyeti dergisinin sayılarını ve askeri kimliklerin hatıratlarını gözden geçiren Kaya, bu olayın en detaylı şekilde Tanin dergisinde yankı bulduğunu ifade etti. Bu yayınlarda birçok tafsilata rağmen bir patlama olayından bahsedilmez. Kazım Karabekir’in anılarında, tatbikat kapsamında abidenin yıkılışının 18 Kasım’da gerçekleştiği bilgisine rastlanır. Bu bilgiye göre Türk sinemasının başlangıcı olarak kutlanan 14 Kasım tarihi hatalı bir gündür. Yine Cemal Kutay’ın Örtülü Tarihimiz eserinde bu abideyle ilgili geniş bilgiler yer alır. Bunca detaydan Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu işte parmağı bulunduğundan ve patlama olayının Ordu Fotoğraf Dairesi ihtiyat zabitlerinden Sadi Bey tarafından fotoğrafa alındığından bahsetmesine karşın herhangi bir filmin çekildiğinden söz etmez.
Anıtın yıkılması bu olayın unutulması için bir teşebbüs olarak görülebilir. Zira bu biraz da Rusların yaşattığı o utanç ve yenilgi hissini ortadan kaldırmak anlamına gelir. Gerçekten geçen süre unutulması için yeterli olur. 1946’da Yerli Film Yapanlar Cemiyeti’nin kurulmasına ve Türk sineması üzerine bir kitapçık basılmasına kadar sürer bu durum. Rakım Çalapala’nın bu kitapta yayınlanan “Türk Filmciliğimiz” adlı bir makalede ilk Türk aktüalite filminin Rus Abidesi’nin Yıkılışı olduğunu ve bu filmi Fuat Uzkınay’ın çektiğini ifade etmesine değin… 1940’lar tam da sinemanın ilerlemeye başladığı bir dönemdir ve ana amaç yerli film yapımcılığının ortaya konması ile devlet desteğinin sağlanmaya çalışılmasından ibarettir. Yani Türk sinemasının şanlı başlangıç hikâyesi için uygun vakitlerdir.
1950’de Yeni Tarih Dünyası dergisindeki bir yazı, günümüze kadar gelen bu hikâyenin başlangıcını oluşturur. Yazıdaki detaylar ilginçtir. Avusturyalı bir şirket bu filmi almak ister ama filmin ancak bir Türk tarafından çekilebileceği ifade edilir. Daha sonra Emekli Yarbay Bahri Doğanay 1950’de Tarih Dünyası’nda bu olayı detaylıca aktarır: Tatbikat yapılmaktadır, Enver Paşa karşı çıktığı halde milletin iradesini dinlediğini belirten Doğanay dinamitleri alıp kendisi yukarıya çıkar ve anıtı patlatır.
Nurullah Tilgen de Nijat Özön’ün en önemli kaynaklarından biridir. 1953’te Tilgen “Türk Filmciliği: Dünden Bugüne” yazısında abidenin filme alınmasıyla ilgili “Avusturyalı Saşa film şirketine verilmiş” şeklinde bir ifade kullanır. Diğer makalede onların bu filmi çekmek istediği bilgisi yer almaktadır. Böylece Tilgen verilmiş diyerek bu şirketi pasif konuma itmekte ve hikâyeye başka bir ton vermektedir. Başka bir yazısında ise hikâyeyi daha da detaylandırır. Ancak bu olayla ilgili kızlarının, babalarının bu filmi çektiğine dair Giovanni Scognamillo’ya mektup yollamaları dışında bir bilgi yoktur. Fuat Uzkınay ise bu bilgileri Çalapala’yla yapılan söyleşide dile getirir.
Fuat Uzkınay isimli kitabında Nijat Özön bu filmin bulunamadığını bir dipnotta açıklar. Filmin yanmış veya denize atılmış olabileceğini söyler. Ordu Foto Film Merkezi’nde demirbaş listesinde adını gördüğünü ifade eder. Sonra da film kutusu bulunduğu, ancak içinden başka bir film çıktığı gündeme gelir. Sonrasında ise ne film, ne de film kutusuna rastlanır. Böyle bir durumda bu başlangıç hikâyesi daha çok yeniden yaratılmaya müsait, kurulmuş, geliştirilmiş Türk sinemasının başlangıç mitini oluşturan bir hikâye gibi durmaktadır. Söylemsel olarak yazılmaya çalışılan bir tarih ve kırıkları çok olan bir ilk hikâyedir denilebilir.
Bu hikâyeyi yeni kuşaklara aktaran Nijat Özön’dür. Kaynakları da Tilgen ve Çalapala’dır. Özön, Türk Sineması Tarihi kitabında bu hikâyeyi iyice pekiştirir. Özön bu kronolojiyi yazdıktan sonra film künyesi olan, yönetmen, görüntü yönetmeni ve yapımevi, tarihi olan bir filme dönüşür. Bilerek veya bilmeyerek hikâyeyi bazı yönlerden farklılaştırır. Örneğin Tilgen’de filmin uzunluğu 300 m. Özön’de 150 m.’dir. Tilgen’de film 150 m. mesafeden çekilmiştir, Özön’de bu birkaç metredir. Birinde birkaç saat, diğerinde birkaç günde film çekmeyi öğrendiğine değinilir.
Scognamillo bu durumu “Öyle bir vaka ki cinayet işlendi ama ceset ortada yok” şeklinde niteler. Tüm bu kuşkulara rağmen her yıl Türk sinemasının yıldönümü kutlanırken yine hikâyenin başına dönüldüğü görülür. Burçak Evren’in 1984’te Gelişim Sinema’da yazdığı yazıda Gafuri Akçakın’ın Fuat Uzkınay kitabını okurken yanına notlar düştüğü ve buradan hareketle de filmi izlediği bilgisi yer alır. Bu not düşülmüş kitabın da nerede olduğu tam bilinmemekle birlikte aslının Fuat Uzkınay’ın kızında olduğu sanılmaktadır.
Albay Nusret Eraslan da Gafuri Akçakın için “O söylüyorsa doğrudur” dese de bu konudaki bilgiler de net değildir. Zira Dilek Kaya, Nijat Özön’le yaptığı bir görüşmede filmin kutusunu sorar. Özön, üstünde bugünün Türkçesiyle filmin ismi yapıştırılmış kutuyla yanlarına gelen Nusret Eraslan’a çok da inanmadıklarını ifade eder. Daha sonra 2014’te Hürriyet gazetesinde Kunt Tulgar’ın Sütlüce’deki belediye film deposunda çıkan yangından sonra babası Sabahattin Bey ile filmleri kurtardıkları sırada bu filmin parçalarına rastladıklarını ancak durumu bilmediklerinden çöpe attıklarını belirttikleri bir haber de yer alacaktır.
Kaya bu maceralı ama kırıklarla dolu başlangıcın hatta bu filmin artık bir kenara bırakılarak Türk sineması veya Türkiye sineması şeklindeki bir ayrımdan çözüm beklemeden bundan çok daha fazlasının ortaya konması gerektiğini dile getirdi. Sinemanın filmlerden öteye götürülerek “filmler nasıl gösterilirdi, nasıl pazarlanırdı, salonlar nasıldı, sinema nasıl bir deneyim sunuyordu, seyirciye uzanan boyutları neydi” gibi soruların ön plana çıkarılması gerektiğini vurgulayarak konuşmasını sonlandırdı.