Kutsal Sanat Metafiziği
Sanat Araştırmaları Merkezi, Ocak ayında İstanbul Üniversitesi İlahiyat öğretim üyesi ve aynı zamanda bir kanun sanatçısı ve bestekâr olan Muharrem Hafız’ı misafir etti. Kırkambar Tez-Makale Sunumu kapsamında ağırlanan Hafız, 2012 yılında doktorasını tamamladığı Din Felsefesi Açısından Kutsal-Sanat İlişkisi isimli tezini temel alan bir sunum gerçekleştirdi. Aradan geçen altı yılı göz önünde bulundurarak konuları bugünkü bakış açısıyla ele alacağını söyleyen Muharrem Hafız, “Kutsal Sanat Metafiziği” başlığıyla yaptığı konuşmada; kutsal ve sanat arasındaki ilişkiyi modern dönem ekseninde felsefi, fenomenolojik, teolojik ve mistik olarak üç ana başlıkta inceledi.
Muharrem Hafız, sunumuna kutsal, sanat ve metafizik derken neleri kastettiğini açıklayarak başladı. Metafizik derken, Kartezyen düşünceye ait bir metafizik kavramı değil de fizik ötesi olan, duyular üstü konular, ilahi meseleler, tanrı, evren, ruh gibi kavramlar anlaşılmalı diyor Hafız. “Sanat her zaman bir idenin nesneleştirilmesidir” diyerek açıklıyor sanat kavramını da… Sanat metafiziği, teolojisi söz konusu olduğunda ise felsefi idrakin zirve noktada soyutlamasında karşılaşılan Tanrı kavramı kastediliyor. Peki, bu kavramlar arasında nasıl ilişkiler kuruluyor? İnsan, madde âleminde, daima somut ve görünenle muhatapken kutsalın, görünmeyenin peşine düşüyor ve bu ikisi arasında bir birlik kurmaya çabalıyor. İkilikler dünyasına mecbur insanın, bu çabasının sebep olduğu gerilimdense en çok sanat besleniyor ve belki de sanat zaten bu gerilimden doğuyor.
Kendi başına idrak dışı ve aşkın olan kutsalın, kendini ifade etmek, duyurmak ve tezahür ettirmek için kutsal sanatın aracılığına ihtiyaç duyduğunu ifade ediyor Muharrem Hafız. Bu durumda inanç devreye giriyor ve gelenekselci bakış açısıyla bir sanatın kutsal olması için mutlaka bir dinin belli bir metafizik ya da ontolojik zeminine oturması gerekiyor. Sanatçının ifade etmek istediği, eserin hissettirdikleri “profan” ve “seküler” iken kutsal sanattan bahsetmek mümkün olmuyor. Kendisine katılmadığını belirterek Seyyid Hüseyin Nasr’ı örnek veriyor Muharrem Hafız. Seyyid Hüseyin Nasr’a göre İslam kutsal sanatından söz edilmesi için eserin, İslam’ın merkezi pratikleriyle doğrudan alakalı olması gerekiyor. Bunu sağlayan üç sanatı da cami mimarisi, Kuran tilaveti ve hat sanatı olarak görüyor. Hafız ise bu yaklaşımı, daraltıcı ve yaşamın tinselliğinden uzak bulduğunu söyleyerek eleştiriyor. Gelenekselci bakış açısı, yaşamın bütününü kapsamadığı için Hafız’a göre eksik kalıyor. Geleneğin neye dayandığı noktasında da Alfred N. Whitehead’in “Bütün bir felsefe tarihi, Platon’a düşülmüş dipnotlardan ibarettir” sözüne Aristoteles’i ekliyor Muharrem Hafız.
Kutsal ve sanat arasındaki ilişkinin modern felsefede incelenmesi, Muharrem Hafız’ın sunumunda en çok yer verdiği bölüm oldu. Kant’ın fenomenler-numenler ayrımına muhalif, Alman idealizminin iki ismi G. W. F. Hegel ve Friedrich Schelling’in idealist estetiklerini karşıtlık bağlamında ele aldı Hafız. Fakat buraya gelmeden, madde ve hakikat âlemi arasındaki ilişkinin neye dayandığını Platon ve Plotinus üzerinden açıkladı. Bu konuda Platon ve Plotinus’u anlamak, Hegel ve Schelling’in dayanak noktası olan geleneği anlamak demektir. Dolayısıyla kritik bir öneme haizdir.
Platon’un felsefesinde her daim ikilik metafiziği vardır. Politeia, Phaiedon ve Phaedrus gibi diyaloglarında varlık ve oluş alemi, duyular ve idealar ikilikleri görülür. Platon’da madde, oluş âlemi daha aşağıda ve değersizdir. Tasavvufla benzer olarak, hakikate varabilmek için maddenin aşılması gerektiği düşünülür. Timaios diyaloğunda görebileceğimiz üzereyse tanrı, hakikat mükemmeldir; hatta tanrıdan taşar ve tanrının yarattığı madde âlemine yansır. Plotinos’u bu noktada dahil ediyor Muharrem Hafız ve Plotinus’un “Nedir bu filozofun dediği?” cümlesiyle Platona yönelttiği eleştirileri ele alıyor. Plotinus’a göre Phaedrus’ta madde âlemini kötüleyen Platon, Timaios’ta tanrının mükemmelliğini yansıtması bakımından maddesel âleme önem atfederek kendisiyle çelişiyor. Bir mükemmelin elinden çıkması ve hakikate giderken geçilen yol niteliği taşıması bakımından Timaios’ta madde âlemini, görünür olanı öven ve belki kutsal sayan bir Platon görüyoruz. Plotinos ise bu ikiliği sudur metafiziğiyle çözmeye çalışıyor. Her şeyin başı ve bütün varlığın temeli olan Bir ile başlıyor sistem. Birden taşan akıl, akıldan taşan ruh, ruhtan taşan doğa ve doğadan taşan madde en sonunda yine Mutlak Bire varır.
Bu döngü genelde yukarıdan (Bir’den) aşağı (maddeye) doğru inen bir sudur çizgisi şeklinde tasavvur ediliyor. Muharrem Hafız is bunun kendisine açıklayıcı gelmediğini dile getiriyor. Hafız’a göre merkezden çevreye halka halka açılan daireler düşünmek, doğrusal olanın bitimli olanı temsil ettiği de hesaba katıldığında daha açıklayıcı ve mantıklı. Sudur metafiziğinin sanattan bağımsız düşünülmemesi gerektiğini de ekliyor Muharrem Hafız: Plotinus’un Enneadlar’ının orijinal sıralamasında güzellik üzerine başladığını ve Plotinus’un bu taşma hareketinden, döngüden “bir aşk hareketi” olarak bahsettiğini aktarıyor. Daha sonraları Hegel de bu döngüyü “estetik bir hareket” olarak niteliyor.
Muharrem Hafız, sunumuna sanat ve felsefe arasındaki ilişkiyi, sanatın felsefedeki yerini ve bu eksende Hegel- Schelling karşıtlığını ele alarak devam ediyor. Kartezyen döneme kadar sanatsal bir bakış açısıyla felsefe yapıldığını söyleyen Hafız, daha sonra bilimsel yöntemlerin öne çıkmasıyla bu bakış açısının terkedildiğini söylüyor. Kant’ın fenomen-numen ayrımına kadar rasyonel metafizik ve matematiksel bir felsefe hâkim oluyor. Hegel ve Schelling ise bu ayrımı birleştirme noktasında karşımıza çıkıyor. Hegel’in bakışıyla sanat “mutlak tin”in kendini ortaya koymasında ilk aracıdır ancak eksik ve kusurludur. Daha sonra din ve felsefe gelir. Mutlak tin somuttur ve kendisini ilk aşamadan açar. Devamında sanat, dinle aşılır ve din de aynı şekilde felsefeyle aşılır. Bu noktada Mutlak tin kendini tam anlamıyla açmış olur. İşte kutsal sanat da Hegel’de burada karşımıza çıkıyor fakat idrak dışı tanrıyı oluş aleminde tam anlamıyla yansıtamadığı için kusurlu ve yetersiz görülüyor. Hegel için kutsal sanatın da mümkün olduğunca somutlaştırılması gerekiyor. Örneğin Hıristiyan kutsal sanatının işitselden ziyade görsel oluşu Hegel için onu mutlak tinin kendini açtığı başarılı bir ilk adım yapıyor. Yine aynı sebepten, doğu kutsal sanatları ise aşağıda görülüp yetersiz kabul ediliyor.
Friedrich Schelling, Muharrem Hafız’ın ele aldığı Alman idealizminin ikinci ismi. Schelling’in Hegel’le karşı karşıya geldiği nokta, mutlağın niteliğidir. Schelling ona Mutlak Ben der ve onun asla somutlaştırılamayacağını, kavramsallaştırılamayacağını vurgular. Muharrem Hafız, mutlak benin idrak dışılığından yola çıkarak Schelling’in estetiğinin Plotinus’a daha yakın olduğunu söylüyor. Schelling ve Hegel’in idealist estetiklerinden sonra sunumda kısaca Paul Tillich ve Gadamer’den de bahsediyor Hafız. Tillich’in varoluşçu felsefesi gelenekselcilerle bağdaşmıyor. Kutsal sanat için eserin doğrudan kutsalı yansıtmasını gerekli görmüyor Tillich. Kutsala uzanan herhangi bir varoluşsal kaygı, ilgi yeterli oluyor eserin dini olmasında. Gadamer ise oyun teorisiyle çıkıyor karşımıza Muharrem Hafız’ın sunumunda. Sanatçının eseri ortaya koyduktan sonra, çocuğun oyunda kendini kaybetmesi gibi, alıcı izleyiciyle birlikte yok olması olarak açıklanıyor.
Muharrem Hafız sanat ve kutsal arasında iki yönlü, sudur metafiziği düşünüldüğünde dıştan içe ve içten dışa bir bağlantı olduğunu ve gelenekselci bakış açısının bu bağlantıyı açıklamakta, yaşamın bütününü kapsamakta yetersiz kaldığını ifade ederek sunumunu sonlandırdı. Programa gelip konuya dair merakı alevlenenler veya programı kaçıranlar için Muharrem Hafız’ın Kutsal ve Sanat isimli kitabı oldukça keyifli bir okuma olabilir.