2018’de Türk Dış Politikası
Küresel Araştırmalar Merkezi tarafından düzenlenen “2019’a girerken Türk Dış Politikası” başlıklı panelde küresel ve bölgesel gelişmeler ışığında Türk dış politikası değerlendirildi.
İlk konuşmacı Keyman, 2018 yılında Türkiye’nin transatlantik ağırlıklı ilişkilerinin seyrine yönelik bir değerlendirmede bulundu. Öncelikli olarak Türkiye’nin hem 2018 hem 2019’daki beklentilerine bakmak için Türkiye’yi bölgesel ve küresel bir bağlama koymamız gerektiğini belirtti. Bu bağlam neticesinde üç önemli noktanın ön plana çıktığını ifade etti. İlki 2001’de başlayan 11 Eylül ile güvenlik alanında, 2008 krizi ile ekonomik alanda ve devam eden süreçte dünya, küreselleşmenin büyük bir krizi ile karşı karşıya kalmıştır. Güvenlik, ekonomi ve yoksulluktan iklim değişikliğine kadar pek çok alanda bir kriz atmosferi hâkimdir. Artık tekli bir krizden ziyade küreselleşmenin eş zamanlı krizleri var. Brzezinski eş zamanlı yaşanan bu krizleri “türbülans” olarak nitelendirmişti. Küresel bir türbülans içinde yaşıyoruz. Bu bağlamda Türkiye olarak ilk dikkat etmemiz gereken husus, bölgesel türbülansın merkezinde yer alan bir ülke olmamız. İkinci önemli nokta ise bu süreçle birlikte modernitenin yani Batının kendi krizinin eş zamanlı olarak yaşanması. Amerika ve Avrupa bu konuda çözüm üretebilecek durumda değiller. Üçüncü önemli nokta da şudur: Trump etkisi denen demokrasinin zayıfladığı, milliyetçiliğin artan eğilim gösterdiği bir süreçten geçiyoruz. Bu durum aşırı milliyetçi, tepkici liderlerin güçlenmesine sebebiyet veriyor. Bu süreç Batı demokrasisinin zayıfladığı, Batı devletlerinin içe kapandığı bir yapıya evriliyor. Bunun sonucunda liderler partilerinden farklı olarak siyaseti götüren kişiler olmaya başlıyorlar.
Bu süreçle alakalı Türkiye’ye bakarak söyleyeceğimiz şeyler şunlardır: Türkiye bütün tarihi boyunca Batıya koşullanmışken bugün Batı ile ilişkilerinin bozulduğunu ve bununla beraber Batının kendi içerisinde de ilişkilerinin bozulduğunu görüyoruz. Türkiye’de dolaylı olarak bu karmaşık ilişkiler ağından etkileniyor. En nihayetinde Türkiye’nin Batı ile ilişkilerine bakmak adına bu küresel türbülansın Ortadoğu’ya etkisini dikkatle incelemekte yarar var. Türkiye’nin komşularının Westpallia temelli bir ulus anlayışı ekseninde ne alansallığının olması ne de merkeziyetinin bulunması Türkiye’ye güvenlik konusunda sıkıntı yaşatıyor. Yaşanılan kriz ortamının sebebiyet verdiği mülteci sorunu ve Türkiye’nin bulundurduğu dört buçuj milyonluk mülteci bunun en önemli örneğidir. Ortadoğu’nun büyük güçler için jeopolitik hegemonya savaşına dönüşmesi Türkiye’yi kilit ülkelerle anlaşmaya yöneltti. Örneğin Türkiye-İran-Rusya ittifakı bu durumun çarpıcı bir sonucu olarak ortaya çıktı. Keyman, küresel türbülans içerisinde oluşmuş bu ittifakları “esnek ittifak” şeklinde adlandırdı. Küreselleşme krizi ne kadar derinleşirse kurumsal ittifaklardan daha çok esnek ittifakların daha fazla önem kazanacağını belirtti.
İkinci konuşmacı Mesut Özcan, ağırlıklı olarak Ortadoğu ekseninde değerlendirmelerde bulundu. Özcan ilk olarak Ortadoğu ekseninde ABD ve Rusya’nın bölgeye yönelik konumlarındaki değişimin Türkiye açısından önemini belirterek sözlerine başladı. Devamında Arap Baharı’nda ortaya çıkan taleplerin tam manasıyla sonuçlanmadığı, hâlâ bu sürecin devam ettiği, bölgenin istikrara kavuşamadığı bir süreçten geçtiğini ifade etti. Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye bu sürecin canlı örnekleridir. Bu türden kriz ortamında bizim dikkate almamız gereken önemli unsurlardan biriside devlet aktörleri kadar devlet altı aktörlerin de önemli roller oynadığını görüyoruz. Sadece devletlerin davranışlarına bakarsak analizimizin eksik olacağını akıldan çıkarmamalıyız. Bütün bunlar bize güvenlik ağırlıklı bir dış politikanın gerek Türkiye gerek diğer aktörler için son birkaç yıldır uygulanması gerekliliğini beraberinde getiriyor. Özcan konuşmasının devamında 2018’de Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikasını üç alt alanda değerlendirmeye tabi tuttu; birincisi, Kuzey Afrika’daki gelişmeler; ikincisi, merkezi Ortadoğu’daki gelişmeler ve üçüncüsü, Körfezdeki gelişmeler ve bunların Türkiye’ye Türk dış politikasına yansımaları. Burada Türkiye için daha öncelikli kısım diyebileceğimiz bölge Merkezi Ortadoğu. Bu eksende Suriye’deki gelişmelere bakacak olursak rejimin Rusya ve İran’ın desteğiyle büyük ölçüde kontrol ettiği alanları arttırdığı, ülkenin güneyinde muhaliflerin kontrol ettiği alanı tamamen ele geçirdiği ve buralardaki denetimi sağlamlaştırdığını görüyoruz. Rejimin alan kazandığı bu süreçte muhaliflerin ülkenin kuzeyinde sınırlı bir alanı kontrol ettiği bir dönem yaşadık. Türkiye’nin burada ki politikaları güvenlik ekseninde şekillendi ve yeri geldiğinde gereken müdahalelerde bulundu. Bundan sonraki sürecin nasıl gelişeceği özellikle ABD başkanı Donald Trump’ın Suriye’den ABD askerlerini çekeceği açıklaması önemli bir geçişi temsil edecek. Özcan burada Türkiye’nin isteğinin ABD’nin bir an önce bölgeden çekilmesinin olmadığını mümkün olduğu şekilde bunun kontrollü bir şekilde yapılması olduğunu ifade etti. Çünkü burada ABD’nin boşalttığı alanın kim tarafı ndan nasıl doldurulacağı önemli bir soru işareti.
Devam eden süreçte Irak’a bakacak olursak 2018’de Irak’ta gerçekleşen seçimler sonucunda hükümet tam manasıyla kurulabilmiş değil. Bu durum açıkça şunu gösteriyor siyasal süreç her ne kadar işliyor olsa da çok ciddi görüş ayrılıkları mevcut. Irak’taki pek çok aktör savaş yorgunluğu dolayısıyla etnik ve mezhebi çatışmalardan mümkün olduğunca uzaklaşmak ve mümkün olursa bir an önce yeniden yapılanmaya yoğunlaşmak istiyor. Süreçte Türkiye güvenlik konularının aşılması ve yeniden yapılandırmanın sağlanabilmesi adına Irak hükümeti ile görüşmelerini sürdürüyor. Yine Türkiye’nin yakın coğrafyasında bir diğer önemli gelişme İran’daki gelişmeler. Burada en temel şey Trump’ın nükleer anlaşmadan çekilmesi sonrasında müeyyideleri uygulamaya koyması. Bu durumun Türkiye’ye yansımaları önemli, pek çok Türk şirketi İran’a uygulanan yaptırımlardan etkilenmiş durumda. İran kendisine yönelik artan bu baskıdan ötürü yakın çevresiyle daha iyi ilişkiler geliştirmeye yönelmek istiyor.
Özcan konuşmasının son kısmında Körfez’deki gelişmelere değindi. Bu bağlamda Körfez deyince ilk akla gelen şey İran ve Suudi Arabistan rekabeti ve bunun yansımaları. Trump iktidarının İran’a yönelik politikalarında Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın ABD lehine tavır sergilemesi İran-Suudi Arabistan rekabetini bambaşka bir noktaya taşıyor. İran’ın Arap Baharı ile birlikte devam eden süreçte etkisini arttırması Suudi Arabistan tarafından çok ciddi bir tehdit olarak algılanıyor. Bu çerçevede İran’a geri adım attırmak adına Trump yönetimiyle sıkı bir ilişki içerisine girmiş bulunuyorlar. Suudi Arabistan amaçladığı politikalar çerçevesinde Yemen’deki iç savaşa doğrudan müdahalede bulundu. Bölgede etkinliğini arttırmak, gerek İran’ı dengelemek adına gerekse kendi siyasal düzeninde yeni adımlar atmak adına birçok farklı alanda ön plana çıktı. Katar ablukasında nispi olarak Katar’ı dizginlemek adına sergiledikleri tavır bu durumun en bariz göstergelerinden biriydi. Suudi Arabistan çizmeye çalıştığı bu yeni profilin yara aldığını son 2 aydır ülke gündemini yoğun bir şekilde meşgul eden Kaşıkçı Cinayeti ile birlikte bariz bir şekilde gördük. Türkiye’nin bu noktada sergilediği tutum doğrudan İran’ın sergilemiş olduğu çatışmacı durumdan ziyade belirli konular üzerindeki görüş ayrılıklarının özellikle Mısır ve Filistin konusundaki ayrışmanın ikili ilişkilerde tansiyonun yükselmesine sebebiyet verse de Kaşıkçı cinayeti bu ilişkileri farklı bir noktaya sevk etti.
Son olarak Kadir Temiz Çin ve Türk dış politikasını değerlendiren bir konuşma yaptı. Dünya sistemindeki krizin Çin ve diğer güçler arasında hâkimiyet mücadelesinin daha da artmasına sebebiyet vermesi dikkat çekicidir. Dünya üzerinde hızlı bir dönüşüm yaşanıyor. Bu durum kaçınılmaz olarak Çin dış politikasına da yansıyor. Şi Cinping’in ömür boyu başkanlığın önünü açması Mao’dan sonra liderler tarafından devam ettirilen yumuşak geçiş sürecini sonlandırdı. Bu adım Cinping’in Çin Komünist Partisi içerisinde “ikinci Mao” olduğu yönündeki söylentileri arttırdı.
Japonya ve Kore’nin “Asya Mucizesi” adına ortaya koydukları iktisadi modeller dikkat çekiciydi. Ancak siyasi bir model ortaya koyamadılar. “Çin’in istisnalığı” burada devreye giriyor. İktisadi modelin yanı sıra siyasi bir model de ortaya koymaları. Çin’in bu bölgede istisnailiği aslında Çin’in baskın güç olma özelliğinden kaynaklanıyor. Mesela Çinli strateji uzmanları Amerika ile yaşanan her krizden sonra ABD’ye şunu söylüyorlar: Çin aslında düzeni bozan bir ülke değil; Çin uluslararası camiada saygınlığını gösterebildiği bir düzenin peşinde. Afyon Savaşı’ndan beri aşağılandıklarını, yaklaşık yüz elli yıldır bu durumun Çin’in kimliğini negatif olarak etkilediğini ifade ediyorlar. Dolayısıyla Çin’in sistemden böyle bir talebi var: Asya pasifik bölgesinde yeniden egemen gücünü kazanabilme talebi. Bu bağlamda uluslararası kamuoyu ikiye bölünmüş durumda. Çin’in düzenle bütünleşme sağlayabileceğini söyleyenlerle birlikte bunun tam karşıtını ifade edenler de mevcut. Son dönemde devletler temelinde bu durumun en bariz örneği Trupm’ın Birleşik Devletler başkanı seçilmesiyle ortaya çıkan durumdur. 2012 yılından sonra Çin’in dış politikada sergilediği saldırgan tutumdan rahatsız bir ABD yönetimi oluştu. Kuşak-yol projesinin Çin’in jeopolitik etkinliğini artırmak hedefindeki bir hamleden ziyade sistem mücadelesini farklı boyutlara taşımaya yönelik bir adım olma ihtimali üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir noktadır.
Çin ekonomik olarak kendi büyümesini iki şekilde yürütüyor. Birincisi, güçlü Batılı sermayeyle arasını iyi tutmak; ikincisiyse kendi yakın bölgesindeki Asya Pasifik ülkelerini ikna etmek, yani bu ülkelere garantiler sağlamak. Bu süreçlerde problem çıkmasını istemiyor. Ancak 2011 yılında Obama yönetiminin ABD askerlerini Afganistan ve Ortadoğu’dan çekme kararı sonrası Dışişleri Bakanı Hillary Clinton bir makale yayınladığında burada “Asya Pasifiği yeniden dengelemek” diye bir tabir kullanmıştı. Bu ifade Çinliler tarafından çok ciddi bir tehdit olarak algılandı. Kuşak-Yol girişimi bu süreçle beraber ABD’nin Asya Pasifiği dengeleme girişimine bir cevap niteliği olarak ortaya konmaya başlandı. Trump 2016’da Çin’i ve Rusya’yı somut bir meydan okuyucu tehdit olarak gösterdi. Devam eden süreçte Çin, Trump hükümetine karşı ciddi bir muhalefet ortaya koymaya başladı. Çin Amerikan iç siyasi dinamikleri açısından demokratlara daha yakın bir konum almaya başladı. Çin’in bu şekilde konum alması Trump’ın ticaret savaşını yükseltmesine sebebiyet veriyor.
Bir diğer husus Asya-Pasifik bölgesinde yaşanan gelişmeler. Çin’in bölgede bir model oluşturması ABD’nin elini kolunu bağlıyor. Çin’in burada önemli güç haline gelmesi ABD ile mücadelesini farklı bir noktaya taşıyor. Bununla birlikte Çin’in zayıf karnı diyebileceğimiz unsur da Asya Pasifik bölgesinde yer almaktadır. 2018’de Kore sorunu ilginç bir hale geldi. Bir yanda bölgesel düzeni kim inşa edecek sorusu, diğer yanda küresel düzende Çin’in yeni konumu nasıl olacak sorusu durmaktadır. Bu iki süreç paralel şekilde ilerliyor. Genel olarak Çin’in küresel dengeler içeresinde durumu bu şekilde resmedilebilir. Bu bağlamda Türkiye’ye bu denklemde yansıyan unsurlara bakacak olursak genel olarak şunlar söyleyebiliriz: Uzun yıllardan beri Türkiye’nin bir Çin dış politikası stratejisi yoktu. Ancak 2016’dan beri artan bir yönelim var. Ancak ekonomik anlamda değil, siyasi ve dış politika açısından bir artış görüyoruz. Çin, Türkiye’yi oldukça önemseyen bir ülke. Bunun en temel sebebi Uygur Sorunu. Çin ülkemizde kendi imajını düzeltmek adına birçok farklı çalışma yürütmektedir. Son yıllarda bu anlamda bir değişim mevcut. Diğer bir nokta ekonomik ilişkideki ticaret açığıdır. Bu durum ikili ilişkileri çok dengesiz bir hale getiriyor. Ticaret anlamında %90 oranında bir bağımlılık var. Bu durumu aşabilmek oldukça zor. Bir başka önemli husus da şudur: Çin’in Ortadoğu’da güçlü bir aktör haline gelmesiyle birlikte Türkiye ile ilişkilerinde yeni bir konu başlığı daha açılıyor. Çin, Ortadoğu’da etkin hale geldikçe Türkiye ekonomik çıkarları açısından Çin için önemli bir partner haline gelecektir.