Sinema Felsefesine Giriş

Paylaş:

Sinema ve felsefe, son zamanlarda alana yönelik artan ilgiye rağmen Türkiye’de yeterince tartışılmamış bir konu. Sanat Araştırmaları Merkezi ve Türk Sineması Araştırmaları Projesi işbirliğiyle “Sinema Felsefesine Giriş” üst başlığıyla düzenlenen programda,  konu üzerine hazırlanmış yeni bir çalışmaya yer verildi. Kitabın yazarı Serdar Öztürk’ün konuk olduğu konuşma sohbet formatında yürütüldü.

Öztürk konuşmasına çocukluktan itibaren sinema, tarih ve felsefeyle ilişkisini özetleyerek başladı.  Dünya tarihi, fizik, biyoloji, arkeoloji gibi dağınık bir anlam arayışı sürecinin içerisinde tarih okumalarıyla ayaklarının daha yere basar hale geldiğini, sosyoloji ile yorumla kabiliyetinin geliştiğini ve bu düşünme-yorumlama işinin bir süre sonra felsefeye yöneldiğini ifade etti. Okuma eyleminin bu rotada gerçekleşmesi gerektiğini düşündüğünü ve bu son aşamadan sonra düşüncenin “kanatlanışının” felsefe olduğu kadar sanata ve özelde sinemaya doğru yol alabileceğini de ekledi.

Bu okumaları sırasında sinemanın hakkının verilmediğini fark eden Öztürk,  sinemanın genellikle araçsal olarak, sadece bir temsil unsuru olarak değerlendirildiğini söyledi.  Kadın çalışmalarıyla ilgili okumalar yaparken sinemada bu meselenin temsilini bulmak gibi… Bu anlamda filmin bir gölge gibi kaldığını belirtti. Buradan yola çıkarak sorduğu “Sinemaya hakiki değerini vermek nedir” gibi soruların bir kısmının cevabını ise Deleueze’ün Sinema I ve Sinema II kitaplarında bulmuş. Kendisini sinema felsefesinden farklı bir kavramsallaştırma olarak öne sürdüğü “sinematik felsefe”yi geliştirmeye iten bu düşünme ve okuma serüveni olmuş. Öztürk, sinematik felsefeyi “sinemanın yaptığı felsefe” olarak tanımlıyor ve özetle şöyle açıklıyor:

Sinema felsefesi dediğinizde felsefe sinema üzerine düşünüyormuş gibi görünüyor. Burada felsefeye nasıl baktığımız meselesi var. Şimdi biz genellikle felsefeye yazılı olarak bakıyoruz. İnsanlar binlerce yıldır yazılı felsefe üretmişler. Her şey üzerine düşünmüşler. Dünya kadar soru sormuşlar. Diyorsunuz ki o zaman, demek ki felsefe yazılı yapılır. Ama başlangıca baktığınız zaman felsefe aslında sözlü başlıyor. Antik Yunan’da agorada sözlü başlıyor. Sokrates sözlü felsefe yapıyor ve kimse de ona sen felsefe yapmıyorsun demiyor. Yazılı kültür dediğimiz şey bizi o kadar hapsediyor ki artık dünyayı sadece yazı (dolayımından) geçerek görmeye başlıyorsunuz. Bela Balazs Görünen İnsan kitabında ne diyor: İnsanlık yazıyla birlikte varlıkları görmemeye başladı. Görmek için sinemanın ortaya çıkması gerekiyordu. Sinema varlıkları yeniden bize gösterir hale geldi. Sinemanın yaptığı felsefe de sinematik felsefedir.

Öztürk’e göre sinema Deleuze’ün dediği gibi hareket ve zaman blokları (hareket-imaj, zaman-imaj) medyumlarıyla kendi başına felsefe yapmakta, kendi düşüncesini oluşturmaktadır. Bu görünür kılmanın da başka bir dolayımdan geçmesinin bir sorun olup olmadığı sorusunu böylesi bir araçsallıktan kaçışın mümkün olmadığını belirterek yanıtlayan Öztürk, sinemanın bu araçları kullanarak hayatı insan merkezli bakış açısının dışına taşıdığını da ifade etti. Örneğin insan suyu kendi menfaati için içer, suya bakışı da bunun üzerinden şekillenir. Suya sadece su olarak bakmayı ise sinema sağlayabilir.

Öztürk’e göre aslında her şey imajdır. Biz hayatı bir gerçek bir de onun gölgesi olarak görmeye alışkınız. Bu Platoncu bir perspektiftir. Buna göre görünümler dünyası imajdır ve yanıltıcıdır, ondan kaçınmak gerekir. Bergson’a geldiğimizde ise madde, hareket, imaj, titreşim, enerji, ışık hepsi birbirine eşittir ve her şey birbirine dönüştürebilir. Öyleyse her şey imajdan ibarettir ve imaj da yanılsama değildir. İmajı da ikiye ayırmaktadır Bergson: Canlı ve cansız. Yaşayan imajlar/varlıklar her şeyi kendi ilgisi ve çıkarı dâhilince görür, cansızlar içinse keyfilik söz konusu değildir. Dolayısıyla, sinemadaki ışık bizzat gerçektir, imaj olduğu için yanılsama değildir; bir ve aynı şeyin farklı görünümlerinden birisini oluşturmaktadır. Temsil, gölge ya da yanılsama değil, bazen gerçeği de aşan unsurlar içermektedir.

Felsefe üretme anlamında sinemayı diğer görsel sanatlardan ayıran, örneğin bir ressamın zihnindeki fikrin temsilini yapması örneğindeki gibi, fikrin işlenmesi ile ilgili bir fark vardır. Yani resimde ressam işini tamamladığında fikir de tamamlanmış olur, sinema filminde ise Badiou’nun dediği gibi işlenmiş fikirlerle işlenmemiş fikirler bir aradadır. Klişe imajlarla Ranciere’in “estetik rejim” dediği türden çok estetik ve üzerine düşünülmüş imajlar bir aradadır.

Bir diğer husus ise diğer sanatlarda “anı durdurma” var iken sinemada bunun olmamasıdır. Örneğin mitolojik efsanelerin heykelleştirmesini düşündüğümüzde heykeltıraş hem o olayı yansıtan en önemli ana odaklanmak hem de formu kendine göre dönüştürmek zorundadır. Mitolojide kahramanların vücudu kaslı olmasa da heykeltıraş estetik bir eser yapmak için vücudu kaslı tasvir eder ya da bağırma anını işlerken bağıran figürün ağzını fazla açmaz ki çirkin görünmesin. Dolayısıyla her fikir girdiği medyuma göre şekil değiştirir. Sinema haricinde hiçbir sanat hareket ve zaman bloklarından oluşmaz. Kitle ile sanatı yan yana getirmesi de tarihsel anlamda ilk defa sinema ile vuku bulmuştur. Antik Yunan’da Pazar yerinde başlayan sinemayı tekrar aslına döndürüyor bu anlamda. Bu çok ilginç bir özelliktir.

Bu hususların aynı zamanda sinemaya yönelik en temel eleştirileri ifade ettiğinin hatırlatılması üzerine popüler sinema-sanat sinema ayrımına işaret ederek yanıt vermeye çalışan Öztürk, bununla birlikte hepsinin felsefe yaptığını, kiminin daha az, kiminin daha çok yapmasının söylediklerini geçersiz kılmadığını ve “estetik gözlere” sahip olmak için mücadele etmek gerektiğini söyledi. Teknolojik gelişmelerin sinema üzerinden felsefe yapma deneyimini nasıl etkilediği/dönüştürdüğü, estetik beğeninin ve piyasa koşullarının sinemaya ve sinematik felsefeye etkisi gibi hususlarla devam eden söyleşi sinema ve felsefe ilişkisine dair soruları arttıran bir program oldu.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir