Çatışan Kimlikler: İsrail’de Toplumlararası Güvenlik İkilemi
Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırma Merkezi’nin Tezat konuşmaları serisinin Nisan ayı konuğu İzmir Demokrasi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Tuğçe Ersoy’du. Ersoy yakın zaman Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü’nde tamamladığı “Çatışan Kimlikler: İsrail’de Toplumlararası Güvenlik İkilemi” başlıklı tezini sundu.
Ersoy, Filistin’deki sorunun her şeyden öte bir kimlik problemi olduğunu belirtti. Filistin-İsrail sorunu çoklukla dışarıdan gelen Yahudilerin Filistinlilerin topraklarını gasp etmesi, Filistinlilerin de bu toprak gaspına karşı mücadelesi olarak anlatılmaktadır. Ancak Ersoy’a göre asıl çatışma kimlik üzerinden şekillenmektedir ve bu genelde göz ardı edilmektedir. Burada topraktan bağımsız bir varoluş mücadelesi söz konusudur ki en az toprak kadar önemli bir mücadeledir.
Sosyal bilim çalışmalarında kimlik çok farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır: Bireysel olarak, gruplar olarak, küresel sistemde de uluslar olarak karşımıza çıkar. Uluslararası ilişkilerde kimlik sorunu güvenlik çalışmaları açısından da önemlidir. Ersoy, teorik çalışmalar açısından sosyal inşacılığın kimliği daha anlamlı ve tartışılabilir kıldığını ifade etti. Sosyal inşacılığa göre uluslararası ilişkilerde bireyler ve toplumlar da devletin yanında aktör olarak incelenebilmelidir.
Ersoy toplumsal güvenliği milli kimliğin güvenliği, yani varoluşsal bir durum olarak tanımladı. Bu açıdan niceliksel verilerden çok niteliksel verilerden yararlandığını dile getirdi. Niteliksel veriler içerisinde de hatıratlar, belgeler, Osmanlı arşivi belgeleri, İngiliz manda dönemi belgeleri/raporları, o dönemde çıkan gazeteler, yazılan makaleler bulunuyor. Bu kaynaklara bakarak bilişsel düzeyde bir güvenlik ve tehdit algısının olup olmadığını tespit etmeye çalıştığını ifade ediyor konuşmacı. Çalışma da Ersoy’un odaklandığı bir başka sorun Filistinliler ile Yahudilerin nasıl düşmanlaştıkları. Bu konuyu açıklığa kavuşturmak için Paul Roy’un kavramsallaştırmasından faydalandığını söylüyor. Roy bu gibi toplumsal çatışmaları anlamak için muğlaklık, belirsizlik, en kötüyü varsaymak, etki-tepki süreci gibi kavramlardan yararlanmıştır. Ersoy, Roy’un bu kavramsallaştırmasının tezin iddialarını açıklamakta yetersiz kaldığını düşündüğü için sosyal psikolojiden yararlandığını ifade etti. Bu okumalar sonunda yaşananları daha iyi ve tutarlı anlamak için bir cepheleşme kavramsallaştırmasını yaparak Roy’un kavramlarını beşinci bir kavram eklediğini dile getirdi. Tezin üçüncü bölümünde ise 1948’te İsrail’in kuruluşundan sonra Filistinliler maruz kaldığı ayrımcılık ve bunun oluşturduğu güvensizlik konu ediliyor.
Filistin toprakları üzerinde yaşayan Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi nüfusu hakkında birçok tartışma vardır. Ersoy kendi çalışmasındaki sayısal verileri Kemal Karpat’tan aldığını ifade etti. Dönemi anlamak için bu veriler çok önemlidir. Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşirkenki sloganları “Topraksız bir halk için halksız bir toprak” idi. Buna göre Filistin boş bir yerdir. Kendileri de topraksız bir halktır. Yani bir anlamda burada bir yerleşme iması vardır. Filistin’de yaşayan Arap Müslümanların sosyal ve ekonomik durumları göz önüne alındığında o tarihlerdeki temel geçim kaynağının tarımcılık olduğu görülür. Kentliler ise dokumacılık, hediyelik eşya ve sabun üretim atölyeleriyle geçimini temin etmektedir.
Bir diğer önemli olay 1858 yılında arazi kanunnamesinin çıkarılmasıdır. Bu kanunname Filistin’in ve Filistinlilerin topraklarını kaybetmesinde etkili olmuştur. Arazi kanunnamesi ile Filistin halkı “tapu” denilen belgeyle karşılaşmıştır. Diğer bir kanun ise 1867 yılında çıkarılan emlak kanunnamesidir (İstimlak-i Emlak Nizamnamesi). Bu nizamnameyle yabancılar kolay bir şekilde gayrimenkul alabilme imkânını elde etmiştir. Gayrimenkul alan bir yabancı, Osmanlı vatandaşıyla aynı haklara sahip oluyordu.
Yahudi sorununda ihmal edilmemesi gereken bir mesele Siyonizmdir. Her ne kadar başka Yahudi düşünürler tarafından ileri sürülse de daha çok Theoder Herzl ile anılan Siyonizm, Herzl’in 1896 yılında yayınladığı Yahudi Devleti kitabıyla tanınmaya başlamıştır. 1897 yılında Basel’de düzenlenen Siyonist kongre hareketin dönüm noktası olarak görülür. Herzl Yahudilerin tarih boyunca yaşadığı sorunları, Avrupa’da engizisyona uğramaları gibi konuları tekrar gündeme getirmiştir. Bütün bunları bir daha yaşamamak için bir devlete sahip olmanın zaruretini dile getirir. Bu yüzden de Siyonist hareketi başlattığını herkese açıkça deklare eder. Herzl Yahudi milletinin huzur içerisinde yaşayabilmesi bir toprağa ihtiyacı olduğunu burada ifade etmiştir. Başta Herzl’in kafasında Filistin yer almıyor. Fakat buranın “kutsal” gücünü kullanarak Siyonizm’i meşrulaştırmak için dini açıklamalara yönelmiştir. Siyonizm ideolojisi ilk bakışta ne kadar seküler bir ideoloji gibi görünse de arka planında hep dini argümanlar vardır. Bunun en belirgin olduğu yer ise vaat edilmiş topraklara yaptığı vurgudur.
Göç yoluyla liman kenti Yafta’dan Filistin topraklarına giren Yahudiler buralarının kendilerine atalarından kaldığını ve asıl sahiplerinin kendileri olduğunu iddia ettiler. 1904 yılında Yahudilerin Filistin’e ikinci toplu göçünden sonra Arap kimliği karşısında şekillenen bir Yahudi kimliği doğmaya başladı. Bunu karşısında Araplar gazete ve dergilerde Siyonizm ve Yahudilikle ilgili yazılara yayımlamaya başladılar. Bir yandan da Arap milliyetçiliği kendisini belirgin hale getirmeye başlıyor. Filistin’deki bu olaylar karşısında dönemin yabancı devletleri araya giriyor. Özellikle 1917’de İngiltere’nin Balfour Deklarasyonu bir milat oluyor. Filistin topraklarının 1920’li yıllarda İngiliz mandası olmasıyla beraber İngilizlerin buradaki nüfuzu perçinleniyor. Bu yıllarda Yahudi kimliği Arap kimliğine karşı bir cephe oluşturmuştur. Ersoy bu dönemi cepheleşme dönemi olarak adlandırıyor.
İngiliz mandası döneminde Avrupa’dan gelen işçi Siyonistler özellikle ekonomi, ulaşım ve eğitim gibi alanlardaki tecrübelerini İngilizlerin yardımı ile hayata geçirerek Filistinlilere karşı üstünlüklerini kurdular. Yani Yahudi Devleti prototipi İngiliz manda yönetiminde şekillenmeye başladı. Bu yapılar daha sonraki yıllarda Siyonist işçilerin elleriyle kurumsallaştı. 1936 yılında Araplar Filistin’e göç eden Yahudilere karşı toplumsal isyan çıkardıkları zaman İngilizler yönetimi Birleşmiş Milletler’e bırakıyor. Birleşmiş Milletler de 1947 yılında İsrail’in kuruluşunu resmen onaylayarak güvenlik ikilemini ve kimlik meselesini kalıcı bir sorun haline getiriyorlar.