Şairin Köşkü: Aşiyan

Paylaş:

“Aşiyan bir bakıma Tevfik Fikret’in kaçış düşüncesinin, dünya görüşünün ve ahlak anlayışının mimariye yansımış biçimi görünüyor”.

Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen ve modern Türk romanı ile köşk ve konak meselesini birlikte ele alan Toplum, Mekân, Estetik üst başlıklı program serisinin Mart ayı konuğu Beşir Ayvazoğlu idi. Edebiyatçı, şair, yazar, gazeteci vasıfları ile ilim ve kültür dünyamıza çok sayıda eser hediye eden ve İstanbul Şehir Tiyatroları repertuar kurulu üyeliği, TDV İslam Ansiklopedisi Türk dili ve edebiyatı danışma ve redaksiyon kurulu üyelikleri, RTÜK üyeliği, TYB, İLESAM, Çocuk Vakfı, Sezer Tansuğ Kültür ve Sanat Vakfı gibi kurumlarda kurucu üyelikler gibi birçok faaliyetin içinde yer alan Ayvazoğlu, Tevfik Fikret’in hayatının son dokuz yılını (1906-1915) geçirdiği Aşiyan Köşkü ile ilişkisini ele aldı. Yakın zamanda tamamladığı Tevfik Fikret biyografisinin içerisinde uzun bir bölüm olarak yer alan şairin evleriyle ilgili kısma bağlı kaldığı sunumda Aşiyan Köşkü’nü Fikret’in diğer evleriyle birlikte değerlendirdi.

Bilindiği üzere bugün Edebiyat-ı Cedide Müzesi olarak kullanılan Aşiyan Köşkü, geçmişte “Kayalar” diye anılan mevkide önce Robert Kolej, sonra ise Boğaziçi Üniversitesi’ne ait olan binanın hemen altında, zemin katı kâgir, üst katları ahşap bir yapıdır. Aynı zamanda sahibi tarafından özel bir isim verilmiş ilk köşktür. Aşiyan, “bülbül yuvası” anlamına gelen Farsça bir kelime. O tarihte mürtefi bir yerde, hem İstanbul’a hem topluma tepeden bakan bir mekânda yaşamayı tercih eden şairi eleştirmek için bu isim “bülbül yuvası mı, kartal yuvası mı” eleştirilerine muhatap olsa da Fikret bu yapının her kısmını detaylı bir şekilde tasarlayarak yıllarca hayalini kurduğu şeyi gerçekleştirmiş.

Ayvazoğlu, “çok enterasan” ve “karmaşık bir şahsiyet” olarak tanımladığı Fikret’in Aşiyan ile ilişkisini anlamak için Aşiyan’dan önce kaldığı evleri anlatıyor öncelikle. Fikret, Kadırga’da doğmuş aslında ama çocukluğu ve ilk gençliği Aksaray’da Ağa Yokuşu denen muhteşem bir konakta geçmiş. İhtisap Ağası Hüseyin Bey’in yanında çalışan babası Hüseyin Efendi varlıklı, kültürlü, zevkli biriymiş. Halit Ziya’nın Sanata Dair metninde Tevfik Fikret’i anlattığı uzun bir portre yazısında bahsettiğine göre konağın aşağı-yukarı yirmi odası varmış. Salonunu yirmi çiftin rahatlıkla dans edebileceği büyüklükteymiş. İçi “fevkalade zevkle döşenmiş” muhteşem bir görünüme sahipmiş. Öyle ki sahibinin kültürlü, zevk sahibi biri olduğu hemen anlaşılıyormuş. Hüseyin Efendi ayrıca kitapsever bir adammış. Halit Ziya “Fikret bize kütüphaneden bir kitap çıkardı, açtı, hayretten ağzımız açık kaldı. 17. yüzyıldan kalma bir Şehname nüshası. Her sayfası minyatürlü. Sayfalarını saatlerce çevirip bakmaya doyamadık.” diyor[1].

Bununla birlikte, Ayvazoğlu’na göre “bilmediğimiz bir sebeple” bu konakla problemi var Fikret’in. Aşiyan-ı Peder şiirinde korkutucu bir yer olarak tasvir ediyor burayı. Freud’un öğrencisi İzzeddin Şaban, İçtihad gazetesinde on bölümlük bir dizi halinde yayımlanan incelemesinde şairin psikanalizini yapıyor. Freudyen bir okuma ile şairi inceliyor ve Freud’un Da Vinci analizinin sonunda elde ettiği sonuca vararak Fikret’te “peder husumeti” olduğuna hükmediyor. Fikret, Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nden mezun olduktan sonra kısa bir süre memurluk yapıyor, sonrasında ise istifa ediyor ve bir süre sonra Servet-i Fünun dergisinin başına geçiyor. Servet-i Fünun dergiside Cağaoğlu’nda, Babıali Yokuşu’nda. Dolayısıyla Fikret bir yandan bu evden ve muhtemelen babasından nefret ederken bir yandan da zorunlu olarak bu evde yaşıyor. Evlendikten sonra bir müddet Koska’da kayınpederinin konağında içgüveysi olarak oturuyor.

Servet-i Fünun’dan ayrıldıktan sonra Robert Kolej’de öğretmenlik yaparken oraya yakınlığı dolayısıyla yine kayınpederine ait olan Rumeli İskelesi’nin hemen yanındaki yalıya taşınıyor. Bir süre burada oturuyor. Ancak içinde hep bir kaçma arzusu var Fikret’in. 1898 yılında arkadaşları Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım Kadri (Rikkat Kunt’un babası) beylerle ülkeyi tamamen terk edip, o sıralarda göçmen kabul eden Yeni Zelanda’ya kaçmayı planlıyorlar. Orada on civarında ailenin yerleşeceği ve bir çeşit komün hayatı yaşayacakları bir ütopyanın peşinden koşuyorlar. “Bu ülkede yaşanmaz” düşüncesiyle kalkışıyorlar bu işe fakat dünyayı bilmiyorlar. Fikret İstanbul’un dışına çıkmamış. Gittiği en uzak yer Gebze.  Zaman zaman arkadaşları Avrupa’ya götürme teklifinde bulunduğunda kabul edip birkaç kez yolculuğa niyetlenmiş, hatta hazırlanmış olmasına rağmen her defasında son anda vazgeçmiş.

Paris’e gidecek olmuş; biletleri, yol paraları, her şey hazırken birdenbire vazgeçmiş. “Niye?” diye sorduklarında ise gözünde büyüttüğü, adeta kusursuzlaştırdığı, özellikle İngiltere gibi dünyanın en mükemmel, adaletin tamamen gerçekleştiği, bütün haksızlıkların ortadan kalktığı, herkesin adil bir şekilde milli gelirden payını aldığını sandığı ülkelerle ilgili hayal kırıklığı yaşamaktan korktuğunu söylüyor. Ama korktuğu şey varsayımlarının tersiyle karşılaşma ihtimali değil, “Avrupa’ya gidersem ve buralar benim hayal ettiğimden daha güzelse kendi memleketim büsbütün gözümden düşer. Ben bu hayal kırıklığını yaşamak istemiyorum” diyor.

Yeni Zelanda ütopyası ortaya çıkınca da benzer şeyler oluyor. Önce yine aynı şekilde büyük bir heyecanla hazırlanmaya başlıyor Fikret. Fikir Mehmet Rauf’tan çıkıyor. O sıralarda bir gemide bahriyeli asker olarak görevli bulunan Mehmet Rauf, Fransız sefaret gemisinde görevli biriyle tanışıyor. Onunla konuşurken bu asker o dönemde İngilizler arasında yaygın bir modadan bahsediyor. Yeni Zelanda’nın güzel, havadar, iklimi yaşamaya elverişli bir memleket olduğunu, bu nedenle İngilizlerin oraya göçmeye başladıklarını, isterlerse konuyla ilgili propaganda broşürlerinden gönderebileceğini söylüyor.

Broşürler gelince Fikret ve arkadaşları hayli hevesleniyorlar. Hemen hazırlığa başlıyorlar. On aile birleşip gitmeye karar veriyorlar. Gelenlerin hepsinin evli olması şartı koyuyorlar. Bekârlar da evlendikten sonra gelecek. Fikret planlar yapıyor, krokiler çiziyor, çizelgeler hazırlıyor. Kim nasıl davranacak, kim hangi saatte nöbet tutacak hepsini yazıyor. Herkesin görevi belli. İstibdattan kaçarken despotik bir komün kurmak üzerelerken, bir gün yine bu meseleleri konuşmak üzere toplanıyorlar. Arkadaşlarından biri rakı istiyor ve Fikret’in canı çok sıkılıyor. “Nasıl bizim kurduğumuz bir muhitte böyle kötü itiyadı olan bir insan olabilir” diyor. Fikret sigara alkol gibi şeylere şiddetle karşı. Bunun üzerine bu fikirden de vazgeçiyor.  Zaten bir süredir para meselesinin içinden çıkamadıkları için bu ihtimal tamamen ortadan kalkıyor.

Aşiyan, aslında Tevfik Fikret’in Yeni Zelanda’da kurmak istediği evin bir modelidir. Ancak ondan önce şöyle bir tecrübesi daha oluyor: Yeni Zelanda ütopyasının gerçekleşemeyeceği belli olunca Hüseyin Kazım Kadri Bey’in Manisa’daki çiftliğinde buna benzer bir hayat kurmayı düşünüyorlar. Hatta Hüseyin Cahit Yalçın’ı teftişte bulunsun, burası gerçekten yaşanabilir bir yer mi öğrensin diye Manisa’ya gönderiyorlar.  Hüseyin Kazım Beyin köyü Tepecik, Hüseyin Cahit Bey orayı beğenmiyor ama başka bir köyün hayalini kurdukları hayatı gerçekleştirmeye elverişli olduğunu düşünüyor.  Bir rapor yazıyor. Dönünce hazırlıklara başlıyorlar hemen oraya gitmek üzere ama Fikret yine bir bahane bulup ondan da vazgeçiyor ve yalıda oturmaya devam ediyor.

Fikret, bu sırada hâlâ Robert Kolej’de hoca ve yalıdan okula gitmek için her gün dik bir yokuşu çıkmak zorunda. Eşiyle “Kayalar” mevkiine her çıktıklarında “burada bir evimiz olsa” diye hayal kurarlarmış. Sonunda bu hayalini gerçekleştirmek için harekete geçmiş Fikret. Ağa Yokuşu’ndaki konağı satmış ama bir kız kardeşi bir de ağabeyi olduğu için para üçe bölünmüş. Hissesine düşen 2000 lira da köşkü yapmaya yetmemiş. Hüseyin Kazım Kadri devreye girip borç vermiş. Genişçe bir arsa satın alıp yine Hüseyin Kazım Kadri’nin Beylerbeyi’nde hâlâ ayakta bulunan yalısını yapan Çanakkaleli Koço adında birine köşkün yapımını ihale etmişler. Öte yandan evin planı tamamen Fikret’e ait. Bahçe de dahil olmak üzere evin her ayrıntısını bir mimar ciddiyetiyle düşünmüş ve kâgir zemin üzerine ahşap iki kattan oluşan son derece fonksiyonel bir yapı inşa etmiş.

O dönem için yeni bir fikir olan tabiatla yakın ilişki kurma düşüncesini benimsediği için mümkün olduğu kadar malzemeye az müdahale edecek şekilde bir tasarım yapmış Fikret. Özellikle bahçe düzeninde bu durum gözlemlenebiliyor. Bahçedeki masa kayalar üst üste konarak yapılmış örneğin. Ziraat meseleleriyle ilgilenen Cevat Rüştü Bey şairin farkında olarak veya olmayarak İsviçrelilerin kayalıklı bahçe modelini uyguladığını düşünüyor. Diğer yandan Aşiyan’ın bahçesi etrafı şimşirlerle, tarhlarla çevrilmiş Türk bahçesinin özelliklerini de taşıdığı için ortaya ilginç bir model çıkmış.

Tevfik Fikret, iki yıllık inşaat sürecinin ardından 1906 yılı başlarında buraya taşınıyor. Bu arada evin yapımının tamamlanmasını beklerken kısa bir süre için Rumeli hisarının dibinde, kalabalıktan izole bir köşke kiracı olarak taşınıyor. Bunun nedeni ise en son oturduğu yalı leb-i derya olduğu için sık sık kayıkçı kavgalarına tanık olmak zorunda kalması ve bu kavgalarda sarf edilen küfürlerin oğlu Haluk’un ahlakını etkilemesinden endişe etmesi. Aşiyan’a taşındığında da zaten cemiyetle ve şehrin kendisiyle tamamen kopuk bir mekânda kendi düzenini kurmuş oluyor. Mekânın tek bağı “irfanım tebdil-i tabiyet etti” dediği ve öğretmenlik yaptığı Robert Kolej’le kuruluyor.

Ayvazoğlu’na göre aslında toplumdan kaçan sadece Fikret değil. Onun mensup olduğu nesil bir bakıma geleneksel cemaat bağlarından kurtularak hürleşmek amacıyla özellikle tarihi yarımadayı süratle terk ediyorlar ve Şişli, Teşvikiye, Moda gibi yeni oluşan semtlere taşınıyorlar. Bu nesil içerisinde Fikret’in tavrı diğerleri gibi daha modern, Avrupai semtlere taşınıp yeni türden gruplaşmalara girmek yerine hayatını tamamen sterilleştirmek suretiyle diğerlerinden ayrışıyor. O dönem için Aşiyan’a ulaşmak öyle zor ki Fikret’in burada sadece geleneksel cemaatten değil bütün toplumsal ilişkilerden kendisini yalıtmak suretiyle Yeni Zelanda’da kurmayı hayal ettiği ütopik mekânı yalnız kendisi için kurduğunu düşündürüyor. Bu anlamda Ayvazoğlu’nun ifadeleriyle “Aşiyan bir bakıma Tevfik Fikret’in kaçış düşüncesinin, dünya görüşünün ve ahlak anlayışının mimariye yansımış biçimi görünüyor”.


[1] Bu eser, 1925 yılında Tevfik Fikret’in eşi Nazıma hanım tarafından Amerika’da yaşayan oğlu Haluk’u ziyareti sırasında Türkiye’den çıkarılmış. Nazıma hanım kitabı oğluna hediye etmiş o da 10 bin dolara birine satmış. Eser şu an New York’ta bir halk kütüphanesinde sergilenmekte imiş. Konuyla ilgili ayrıntılara hocanın şu yazısından ulaşılabilir: “Tevfik Fikret’i ‘Şehname’si Amerika’ya Nasıl Gitti?”, Beşir Ayvazoğlu, Karar Gazetesi, 24.06.2018.  https://www.karar.com/yazarlar/besir-ayvazoglu/tevfik-fikretin-sehnamesi-amerikaya-nasil-gitti-7310

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir