Sinema Dergileri Üzerinden Cumhuriyet Türkiyesi’nde Sinema Kültürü İnşası
Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi ve Türk Sineması Araştırmaları işbirliğiyle Kırkambar Tez-Makale Sunumu etkinliği kapsamında Zahide Nihan Doğan konuk edildi. “1920’ler Türkiye’sinde Sinema Dergileri, Tüketim ve Kültür” isimli sunumda Doğan öncelikle tezinin genel yapısı hakkında katılımcıları bilgilendirdi. Ayrıca kültürel çalışmalar ve söylem analizi metodu üzerinden şekillenen tezinde kullandığı materyallere dair özellikler ve onlar özelinde yaptığı sınıflandırmadan bahsetti.
1920 Türkiye’sini altı sinema dergisi kapsamında ele alan ve bu dönemin kendine has yapısının bu çerçeve sayesinde anlam kazanacağı vurgusunu yapan Doğan, çerçevesini sinemanın tüketim ve kültür nesnesi olması üzerinden çiziyor ve “Neden tüketim?” sorusuyla işe başlıyor.
İncelenen dergilerin çoğu bir sinema salonunun yayın organıdır aynı zamanda. Bunlar hem söylemin kurucuları hem de sektörün tanıtımcıları. Ayrıca ticaret işin içine girince reklamcılık da ön plana çıkıyor. O dönemde, hemen hemen bugüne yakın bir reklamcılık anlayışıyla hareket edilen “sinema reklamsız olamaz” gibi bir düşünce de hakim. Filmler daha çok bir metaa dönüşüyor.
Tezde söylem incelemesi yapıldığından kullanılan kelimeler büyük önem arz ediyor. Sermayedar, sinema patronu, imalathane gibi ifadeler dikkat çekiyor. Prodüksiyon şirketleri film fabrikası, dağıtım ofisleri teşkilât-ı ticariye, ticarethane, yapımcılar sinema patronu, işletmeciler müteşebbisler, sinema müdürleri, filmler monopol mallar şeklinde adlandırılıyor. Bu altı dergiye bakıldığında “sinemayı ticaret nokta-i nazarından tetkik etmek” ifadesinin öne çıktığı görülüyor.
Fakat, bir Türk filminin vücuda getirildiğini görmek arzusunda bulunan sermayedârların pek az olduğunu anladık. Bununla beraber, onlar kadar hâhişger ve bir Türk filmi imaline sermaye koymağa amade değildirler. Bizler ise, müstakbel bir Türk imalathanesi lehinde neşriyâtda bulunmağa başladık ve bu meseleden, istikbali pek parlak bu teşebbüse girişecek bir kimse bulunabileceği ümîdiyle bahsettik[…] “Türk Filmi”, (Musavver) Türk Sineması/Le Cine Turc (Illustre), 21 Mart 1928.
Starlar hem kurgusal bir yapıya hem de bir gerçekliğe sahipler. İkisinin arasında bir karakteri işaret ediyorlar. Mesela Charlie Chaplin’den bahsetme niyetiyle film karakteri Şarlo ifadesi kullanılarak tanıtımlar yapılıyor. Burada da kurgu ve gerçekliğin yer değiştirmesi gibi bir durum söz konusu. Aynı zamanda starlar hep göz önündedirler. Güzellik ve fotojenik olmak sundukları gerçeklik açısından çok önemli bir yerdedir. Dergilerdeki resimler, modern insan örneklemlerine de uyar görünmektedir. Filmlerde de buna benzer kılık ve kıyafetler dikkati çeker. Kıyafetlerinin bir kimlik göstergesi hâline geldiği söylenebilir. Çok çalışkan oldukları söylentisine de dergilerde fazlaca yer verilmektedir. Tersine bazen tembelliklerinden de dem vurulur. Star söylemi bu bakımlardan biraz karmaşıktır. İçinde çelişkili ifadeler barındırır: “Burada, bir daha görülüyor ki, bir sinema aktrisinin hayatı, tembellikle geçen bir hayat değildir. Mae Murray, Gloria Swanson, Pola Negri, Mary Pickford gibi yıldızların hayat-ı ruzmerresini tedkîk ettiğimiz zaman, boş vakitlerinin pek nadir olduğunu gördük[…]”“H. Mey Mürrey’in [Mae Murray] Bir Günlük Hayatı”, Artistik Sine/Artistic Cine,30 Kanunıevvel (Aralık) 1926.
Bir dergide, Mary Pickford’dan nasıl yıldız olunacağına dair tavsiyeler yer alır. Bir yandan starlık özendirilen bir şeyken diğer taraftan tehlikeleri ve problemleri de ön plana çıkarılarak arzunun sınırlandırılmaya çalışıldığı görülür. Artistlerin ölümle nasıl cilveleştikleri dile getirilir. Valentino’nun genç ölümü üzerine yapılan tartışmalar, öldükten sonra bile imajının kurulmaya devam ettiğini gösterir. Çalışkanlık ve güzellik iyi bir şey olarak dile getirilirken bunun ne kadar sakıncalar barındırdığı da anlatılır. Starların zannedildiği gibi olup olmadıkları üzerine yazılarda da bir itibarsızlaştırma vardır. Kamera önünde güzeldirler ama aslında tüm bunların dışında basit, sıradan insanlardır, düşüncesi aşılanır. Türk modernleşmesindeki temel gerilimlerden biri de budur. Bir yandan star olmak yüceltilirken diğer taraftan uygulanan itibarsızlaştırma gerilimine, “Ne kadarını Batıdan alıp ne kadarını almayacağız?” şeklindeki bir arada kalmışlığa işaret ediyor.
Buradan hareketle seyirciye, nasıl hayran olması gerektiği, nasıl sinema müşterisi olabileceği bilgisi de sunuluyor. Yalnız, politik meselelere hiç değinilmiyor. Örneğin Charlie Chaplin’in böyle bir yaklaşımı bulunmasına rağmen kendisiyle ilgili birçok yazı magazinel şekilde ele alınıyor. Francesco Alberoni’nin ifadesiyle starlar güçsüz elitlerdir. Tam olarak politik iktidar sahibi değiller ama bir tarafıyla kitleleri hareket ve yönlendirme gücüne de sahipler.
Doğan, dergilerde seyircinin nasıl inşa edildiği meselesine de yer verildiğini işaret ederken her ne kadar seyirciyi bire bir göremesek de mektuplara verilen cevaplardan yola çıkarak bir değerlendirmede bulunabildiğinin altını çiziyor. Seyircilerin sinema müşterisi, müdavimleri, yıldızların takipçileri şeklinde sunulduğu görülüyor. “Karie ve kariler” derken de kadınlara özel bir çağrı yapıldığı ve ön plana çıkarıldıkları dikkatten kaçmıyor.
Teze göre dönemsel bağlamda, ilkel bir seyircidense aktif bir seyirci söz konusu. Artık sinemayı tanımış bir seyirciden söz edilebilir. Verilen cevaplardan yola çıkarak filmlerin nasıl yapıldığına dair bilinçli sorular sorabilen ve teknik ilgisi olan, meraklı bir seyircidir bu.
Kuleli’den F. N. Bey’e:
Şimendiferin yuvarlanması, vapurların batması birer hileden ibarettir. Sinema hilelerinden bahsedeceğiz. Mamafih bazen hakikî faciaları tesadüfen sinemaya alırlar. Ve bunları filme tatbik ederler. Amerikan filmlerinde artistlerin teatî ettikleri yumruklar hakiki yumruklardır. Çünkü bu… filmlerdeki artistlerin hemen hepsi boksör ve sportmendirler. İkinci sualinizi okuyamadık[.] Ali Yusuf pehlivan iki tanedir. Biri Titanik vapurunda gark [o]ldu. Diğeri el-yevm Şikago’da [Chicago] cihan şampiyonudur. Bazen sinema artistliği yapar.
Fatih’te Mehmet Nuri Bey’e: Sinema sanatkârlarının güzel vücutlu olmaları bittabi şarttır. […] “Karilerimizle Hasbihal”, Sinema Postası/Le Courrier du Cinema, s. 8.
Sonuç olarak tüketim açısından bakıldığında Osmanlı son dönemi için bu, halkın vasfı durumunda değildir. 1920’lerden sonra teşvik edilen bir şey hâline geldiği görülüyor. Adorno’nun kültür endüstrisine ifadesinden yola çıkarak artık sinemanın da giderek metalaşması, seri şekilde üretilerek tüketim nesnesine dönüşmesi ve değer kaybetmesi durumundan bahsedilebilir. Veblen’in “gösterişçi tüketim” kavramındaki gibi iktidarın simgesi olarak bir güç gösterisi şeklindeki tüketimde, bunun toplumun alt tabakalarında da teşvik edilerek yayılmaya başlamasının payı büyüktür. Ayrıca Löwenthal’in “tüketim idolleri” tanımında, üretim fazlasının pazarlanması, insanlara ihtiyacından fazlasının sunularak üretmeden tüketen ve bunu pazarlayan kimselere dönüştürülmesi meselesi önem arz eder.