Mirasını Seçebilir misin?
Bir on dokuzuncu asır feylesofuna göre “insan ruhunun en şaşırtıcı çizgilerinden biri, şimdiki zamanın gelecek konusunda isteksiz olmasıdır.” Bugünün yarına dair isteksizliği, hâlihazırın istikbale dair tereddütleri ve belki direnci, insanoğlunun en güçlü eğilimlerinden biri olarak görünür burada. Bazılarının “tarihin kekelemesi” dediği bu belki şuurlu diyebileceğimiz tutukluk, bu bile isteye durağanlaşma hali, kim bilir kaç nesli, kaç devrin insanını, tam manasıyla çiçeklenemeden, meyvesini veremeden öğütüp tüketmiştir.
Yine de bizim bugünümüze bakanlar, bu hükmü kıyasıya yanlışlayan emarelerle karşılaştıklarını düşüneceklerdir. Pek çoklarının gözünde dünya, geleceğin bir an evvel gelmesi için koşturan, tempoları artıran, adeta hız ilkesinin emrine tabi bir sahneyi andırmaktadır. Hakikaten de her gün yeni hadiseler içinde uyanıyor, çağın alametlerini okumaya çalışıyoruz. Henüz adı konmamış, tam bir kisveye bürünmemiş olsa da 21. yüzyıl kimilerine göre bir Asya çağı olmak üzere evriliyor. Bunu bir Çin asrı olacak şekilde tasarlamak isteyen Pekin, teknik ve ekonomik imkânlarını seferber ederek, Tek Kuşak Tek Yol projesiyle irili ufaklı pek çok ülkeyi genişleyen nüfuzuna ram ediyor. Buna karşı, Ortadoğu’dan Avustralya’ya kadar uzanan bir hatta giriştiği yeniden dengeleyici hamlelerle ve ticareti açık bir savaş alanı haline getiren talepleriyle ABD, küresel ekonominin işleyiş biçimlerini dönüştürüp yeni ekonomik kamplar oluşturabilecek süreçleri tetikliyor. Bölgesel düzeyde ise Rusya ve İran gibi revizyonist güçler, zaten çoktandır bir tür daimi kaosa mahkum olmuş Arap Baharı coğrafyasında bizi de çevreleyecek şekilde manevra alanlarını genişletiyorlar. Akdeniz’de yeni ittifaklar inşa ediliyor. Enerji jeopolitiğinin yeni hesaplaşma sahası olarak öne çıkan Doğu Akdeniz, coğrafi olarak yakınımızda bulunan fakat diplomatik olarak bir hayli ırağımıza düşmüş bir âlem gibi görünüyor. Tablonun ideolojik cephesinde ise yüzyıl dönerken galip ilan edilen demokrasi, onun ters yüz edilmiş bir hali ya da kötü ikiz kardeşi olarak görebileceğimiz popülizmin istilası altında geri çekiliyor. İtalya ve Ukrayna gibi ülkelerde komedyenlerin iktidara gelişi demokrasiye yapılan kötü bir şaka belki de. Bu genel resme bakılırsa, yakın dönemde hiçbir biçimde yeni bir düzen, hatta bir nispî istikrar dahi vadetmeyen bir dünyaya doğru adımlıyor, belki koşuyoruz. Hayatlarımızın insan-dışı faillerin etkisine ne denli açık olduğunu kanıtlayan korona tecrübesi, iş yapma biçimlerimizi ve alışkanlıklarımızı dönüştürürken, küresel işbirliği ve rekabetin yeni hız ve biçimlerini yaratabilecek bir aşama olmaya doğru derinleşiyor. Bütün bunlara bir de bilimin muhtelif alanlarındaki gelişmeleri, yapay zekâ ve büyük veri ile takviye edilmiş yeni teknolojilerin etkilerini ilave ettiğimizde, yeni bir tarihi eşikte olduğumuzu söylemek zannediyorum yanlış olmayacaktır.
Dünya böylesine dönüştürücü devinimler içerisinde seyrederken, bu denli derin istihaleler içinde yüzerken, bize ve ülkemize dönüp baktığımızda, ilginin ortak ve esaslı bir gelecek tahayyülü oluşturabilmekten uzak kısır gündemlere doğru daraldığını görüyoruz. Birbirimizle açık yüreklilikle konuşma becerisini yitiriyor, meselelerimiz üzerine sahici müzakereler içine giremiyoruz. Toplumun daha geniş kesimleri ve yeni kuşaklarla ortak duyarlılık alanları oluşturmakta zorlanıyor, farklı kesimler arasında yeni duvarların örüldüğüne tanık oluyoruz. Dahası, bu akıntı, bu sürükleniş, bizim de bir parçası olduğumuz camiaları da teslim alıyor. Vakıflar, dernekler, cemaatler ve kanaat önderi sayılanların bu toplumsal yoksullaşma karşısında etkisiz kaldıklarını görüyoruz. Ülkece derin bir akıl ve vicdan krizi içinden geçerken, olan biten karşısında takınılan hâkim tavrın, “aman idare edin, yoksa daha kötü olur” kabilinden bir korku fısıltısını yaymaktan ibaret olduğunu görüyoruz.
Peki, bu tür bir manzaraya maruz kalan insanların ve özellikle de yolunu bulmaya çalışan yeni kuşakların ne düşünmesini, ne hissetmesini bekliyoruz?
Muhafazakâr düşünürlere sorarsanız, insana hakiki değerini veren devraldığı mirastır. Kişi ancak bir varis, bir halef olarak kıymet kazanır. Hiçbir şey tevarüs etmemişseniz, kimseye halef olamamışsanız, bir selefiniz yoksa, fikri, kültürel, siyasi bir mirasın temsilcisi olamıyorsanız kalıcı kıymetler üretemezsiniz.
Diğer taraftan, umulmadık hadiselerin bağrında olgunlaşan kuşaklar, bambaşka ve bunun tam tersi bir sezgiye de uyanabilirler. “Bu mirası bize vasiyet eden olmadı”, ya da “mirasımızı hiçbir vasiyet belirlemedi” diyen şair, sanki hiçbir tevarüs zincirinin devretmediği, hiçbir silsileyi izlemeyen, adeta kendi kendini doğuran bir mirası duyurmak ister gibidir. Gerçekten de bu sözleriyle René Char, savaş deneyimiyle şekillenen bir kuşağın benzersiz ve kendine ait bir tecrübeler hazinesi biriktirdiğini ifade etmektedir: “Bu mirası bize vasiyet eden olmadı”.
Fakat bazı yorumcular aynı hükmü bir de tersinden okumayı önerirler: “bu mirası bize vasiyet eden olmadı” demek yerine, “bu vasiyet bize bir miras bırakmıyor” demeyi. Şu halde bir vasiyet var ama gerçek bir miras bırakmıyor. Bir vasiyet ki, varisi yok ya da tereke bırakmıyor. Böylece vasiyet edilmemiş bir miras kadar, miras aktarmayan vasiyetlerden de söz edilebileceğini öğrenmiş oluyoruz.
Bu iki taraflı hissiyatın, şiirimizin mimarları arasında da terennüm edildiğini söyleyebiliriz.
Erbain şiirlerinin açılış mısralarını hatırlayalım isterseniz:
Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında.
Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat
her şeyi gördüm içim rahat
gök yarıldı, çamura can verildi
Tevarüs edilmemiş bir asaletin taşıyıcısı olduğunu söyleyen şair, bu mısralarda sanki kendi kendini doğuran bir mirastan söz eder gibidir.
Ama bir de Hızırla Kırk Saat’in mısraları var:
Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmıyayım
Ama siz kâğıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi
öğretmediniz
Sezai Karakoç’un bu çoğumuza aşina mısralarında dile gelen sitem, şiirin devamında terk edilir. Ulu hocalara sitem edilmiş ve bitmiştir.
Bir yanda bir şey tevarüs etmeksizin hemen her hakikatin kendi kişi ve kuşak serüveni içinde parlayabileceğine dair açık bir özgüven; diğer yanda onca vasiyete rağmen hadiseler karşısında başvurabileceği bir mirasın yokluğundan müşteki bir bilinç.
Bütün bu nükte ve deyişlerden ilham alarak söyleyebiliriz ki önümüzdeki dönemlerin temel meselesi bir tür veraset meselesi olacaktır. Kim, ne tür bir vasiyet bırakacak; onca kurum, yapı ve çevre hakikaten kayda değer bir miras bırakabilecek mi görülecek. Beyhudeliği defalarca kanıtlanmış olmasına rağmen, tarihi frenleme arzusu, iktidar sahiplerinin vazgeçemediği bir tutkudur. Napolyon’a atfedilen sözü bir kez daha hatırlayalım: “Keşke kendi kendimin torunu olsaydım”. Oysa tarih, o görkemli umursamazlığıyla, bir zamanlar büyük olanı küçük, bir zamanlar küçük olanı büyük kılmak üzere seyreder ve tarih eninde sonunda kekelemeyi bırakır. Dahası, bazen dönüşümü tetikleyen, yalnızca torunlara müreffeh kazanımlar bırakma arzusu değil, baş eğmiş, boyun eğmiş atalardan yolları ayırma ihtiyacıdır. Fikren ve siyaseten kendilerini yeniden üretme, yeniden tarif etme imkânından mahrum bırakıldıklarını düşünen nesiller, eninde sonunda bir veraset meselesi açacaklar, kendilerine neyin vasiyet edildiğini soruşturacaklar, hakiki bir mirasa malik olup olmadıklarını sorgulayacaklardır. Öyleyse her çevre, her camia, kamuya mâlolmuş her şahsiyet, nasıl bir miras bırakmak üzere olduğunu muhasebe etmelidir. Öyleyse yeni kuşaklar da hangi mirası üstlenmeye değer olduğunu iyi düşünmelidir.
Vakfımızda süregelen çalışmalarımızı bu yaklaşım ve hissiyat içinde değerlendiriyor, temiz, asil, yol açıcı bir miras bırakmak istiyoruz. Türkiye’de bir çizgi oluşturup onu korumak, bir gelenek sahibi olup onu miras olarak aktarmak güçtür. Her gelen kendi fethini gerçekleştirmek ister, yeni diye bildiği ne varsa onu talep eder. Türkiye’de eksik olan muhafazakârlıktır denmesinin bir nedeni budur. Hemen kimse muhafaza etmeye değer esaslı bir miras devralmıyor, devralabilenler de ülkenin her şeyi ucundan kenarından yıpratan kuvvetleri karşısında onu koruyamıyor. Bu ülkede bir değer ortaya koyup onu yaşatmak, türlü badirelere katlanmayı göze almak demektir. Vakıflar gibi her daim takdis edilen kurumlar bile ciddi bir himaye ve emniyet halesi içinde var olamazlar bu memlekette. “Vâkıfın şartı, Şâri’in nassı gibidir” hükmü, kalkan olmaya yetmez. Vakıflara da tazyik ve tasallutta bulunanlar çıkar. Bunun bir örneğini görüp yaşamak da nasibimizde varmış. Nitekim İstanbul Şehir Üniversitesi’nin kapatılması buyurulunca pusu hukuku devreye girdi ve hem üniversite imha edildi, hem de Bilim ve Sanat Vakfı kayyum idaresine verilmiş oldu. Neticede yapılan yapıldı, unutulmayacak ve affedilmeyecekler arasında yerini aldı. Yine de şükür ki kayyum kaim olmadı. Bilim ve Sanat Vakfı yoluna devam ediyor. Bugün artık o bilgeler sözünü bir kez daha hatırlamanın vaktidir: atandan kalanı hakikaten kendine mâletmek istiyorsan, onu yeniden kazanmalısın.