Eskimeyen Nostalji: “Öz Yurdunda Garip, Öz Vatanında Parya”

Paylaş:

“Devleti ele geçirerek toplumu değiştirme hayali genellikle ideolojilerin ortak noktasıdır. Pek çok siyasi ve toplumsal hareket gelecekte elde edilecek böylesi bir zaferin rüyasıyla motive olmuştur.”

Türkiye, bir süredir derin bir nostaljik girdabın içinde. Devlet otoritesinin altın çağlarından birini yaşadığı 1980’lerin hemen ardından yükselen toplumsal kriz, güçlü bir değişim dalgasını da beraberinde getirdi. Statükonun bekçiliğini üstlenen dar bir çevrenin dışında kalan tüm toplumsal gruplar, devleti ve siyaseti değişime zorladılar. 2000’lerin başında, hemen her türlü demokratikleşme hamlesini tartışmaya hazır bir siyasi irade, entelektüel desteğe sahip güçlü bir liberal ittifak Avrupa Birliği kapısında bekleyen ülkenin değişim rotasını çizmeye çalıştı. Resmi ideolojinin yok saydığı etnik, dini, kültürel gruplar varlıklarının ve haklarının tanınması için sırasını beklerken, ayrıcalıklarını kaybetme korkusu “eski Türkiye” elitlerinin kâbusu oldu. Sonuç, 1930’larda asr-ı saadetini yaşayan devlet ideolojisinin kamusal alandan özel alana doğru yayıldığı, o yılların nostaljik sembollerinin gündelik hayatta farklı biçimlerde karşılaşılan birer unsur haline geldiği “yeni Türkiye” oldu.

Svetlana Boym, iki tür nostaljinin insanı geçmişiyle bütünleyen, kendine dair algısını biçimlendiren, bireyi Andersoncu anlamda “hayali cemaatiyle” buluşturan bir işleve sahip olduğunu söyler. İlki yeniden kurucu nostaljidir. Bu türde vurgu nostosadır (eve dönüş) ve kaybedilen evin yeniden inşası, geçmişe ilişkin kurgudaki boşlukların doldurulması esastır. Diğeri düşünsel nostaljidir ve algiaya (özlem) odaklanır. Burada kayıp duygusu baskındır; özne yeniden inşadan ziyade olmayan bir zamanın ve mekânın özlemiyle hafızanın yıkıntıları içinde dolaşır.

Yeniden kurucu nostaljinin ayırt edici özelliği, “…ulusal sembollere ve mitlere geri dönerek ve ara ara piyasaya komplo teorileri öne sürerek modernlik karşıtı mit yaratmakla uğraşan ulusal ve milliyetçi şahlanışlardır.” [1] Hobsbawm’ın geleneğin icadı diyerek kavramsallaştırdığı bu geçmişten kolektif bir hafıza çıkarma çabası, Türkiye’de sık sık “toplumsal birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde…” şeklinde karşılık bulan, toplumsal farklılaşmayı toplumun dağılmasıyla eş tutan kaygı halinin tezahürü olarak ortaya çıkar ve öznenin kolektif aidiyet ihtiyacını tatmin eder.

Türkiye’de 2000’lerde başlayan nostaljikleştirme, bu iki tür arasında gidip gelse de ağırlık yeniden kurucu nostaljidedir. Kemalist ütopyanın dört başı mamur bir şekilde hayat bulduğuna inanılan 1930’lar Türkiye’sine duyulan özlem, ulusal mitolojinin sembolik yeniden inşasıyla sürekli tazelenir. Toplumsal yozlaşmanın en küçük emaresi bile bu hayali cemaatin bütünlüğünün bozulmuş olmasıyla ilişkilendirilir. Siyah önlükle andımız okuyan yetişkinler, 1930’lar konseptli balolarda hatıra fotoğrafı çektirenler, Mustafa Kemal imzasını evlerinde, iş yerlerinde, arabalarında, bedenlerinde taşıyanlar özledikleri altın çağı içinde bulundukları döneme taşımaktan ziyade bu kurucu nostaljinin bugünün ritüellerini oluşturmasını arzulamaktadırlar. Boym’un “zulmetme fantezisi” [2] adını verdiği bir arzulama biçimidir bu. Özne gerçeğin ne olduğuyla ilgilenmeyi bir kenara bırakmakla kalmaz, hayali bir anayurt yaratıp içini “neredeyse apokaliptik bir hınçla” [3] doldurur.

Öte yandan bu ulusal şahlanışlarla hayat bulan nostalji biçiminin ardında küresel bir denklem vardır. Kemalist nostaljiyi incelediği çalışmasında Esra Özyürek “hem toplumun hem de devletin yerine pazarı koymayı amaçlayan neoliberal sembollerin popülerleşerek, güçlü devlet ideolojileri ve devlet güdümlü modernleşme projelerinin nostaljik anılarıyla yeni bağlamlara tercüme edildiğini” [4] öne sürer. Dolayısıyla, Kemalist elit ve sivil destekçileri “kendi ideolojilerini ve mevkilerini korumak için devlet otoritesi dışında piyasa güdümlü neoliberal sembollerden yararlanmaya” başlamışlardır. Bu da Kemalizme yeni bir meşruiyet zemini oluşturmuştur. [5]

“Öz yurdunda garip, öz yurdunda parya” olma halinin Amerika’da “Tea Party” destekçileri ile Türkiye’de Kemalistleri ve Kemalistlerle didişerek iktidarı elde eden yeni elitleri birbirine çok yakın tarihlerde etkisi altına almış olması elbette tesadüf değil.

Konuyu daha ilginç hale getiren ve henüz tam olarak adı konulmamış olan başka bir husus daha vardır: neoliberalizmin kalbinde benzer bir nostaljikleştirme serüveninin yaşanıyor olması. Donald Trump’ı 45. Amerika Birleşik Devletleri başkanlığına taşıyan toplumsal süreç, Türkiye’deki Kemalist nostaljikleştirme ve buna sebep olan iktidar değişimiyle benzerliklere sahip. 2017’de ABD’yi şok eden gelişmenin ardında Amerikan WASP’ının sivil kanadının birikmiş öfkesi ve nostaljik yurt arayışı yatıyor. Seçim arifesinde yayınladığı çalışmasında bu öfkenin nedenlerini inceleyen Arlie R. Hochschild’a göre mesele tam anlamıyla “kederli bir onur kaybı, yabancılaşma ve gizli bir sosyal sınıf savaşına dahil olma”dan [6] ibaret. “Kendi ülkesinde kendisini yabancı hissetmek” her iki örnekte de aktörlerin doğrudan kendi ifadeleriyle karşılık bulan ortak bir duygu durumu.

“Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” [7] olma halinin Amerika’da “Tea Party” destekçileri ile Türkiye’de Kemalistleri ve Kemalistlerle didişerek iktidarı elde eden yeni elitleri birbirine çok yakın tarihlerde etkisi altına almış olması elbette tesadüf değil. Aynı şekilde, kişisel arşivlere yönelik ilginin, kültür sahasını etkisi altına alan nostaljikleştirmenin, adım başı karşımıza çıkan hafıza, geçmiş, hatırlama konulu sergi, söyleşi, konferans vb. kültürel aktivitelerin artışı da bu gelişmelerden bağımsız değil. Güvenli bir ev ve yurt arayışının herhangi bir şekilde karşılanmadığına kani olan toplumsal gruplar için sahip olamadıkları her şey kendilerinden bir şekilde gasbedilmiştir. Kendilerine ait gördükleri, hayali cemaatlerinin ya da düşsel evlerinin tamamına ya da bir kısmına tekabül eden her unsuru histerik bir şekilde sahiplenirler. Devlet erki bu “onur mücadelesinin” nihai hedefidir.

Esasında, devleti ele geçirerek toplumu değiştirme hayali genellikle ideolojilerin ortak noktasıdır. Pek çok siyasi ve toplumsal hareket gelecekte elde edilecek böylesi bir zaferin rüyasıyla motive olmuştur. Erken Cumhuriyet dönemi ulusalcılığı da bu tür bir motivasyonun güçlendirdiği acilciliği ile tanınır. Jön Türklerden miras kalan toplumsal mühendislik ya da Şerif Mardin’in ifadesiyle “içtimai tabiplik” [8] misyonunu sürdüren Kemalist elitlerin çabası toplumu “muasır medeniyetler seviyesine” çıkararak geleceğe yetiştirmektir. Geçmiş, geleceğin yurdunu imal eden malzeme deposu olarak kullanılır ve hafıza politik bir seçkiyle yeniden kurulur. 2000’lerin nostaljiklerinin özlemini çektiği 1930’lar, “yeni” olanın, yakın geçmişi dışsallaştırıp geleceği kutsadığı bir dönemdir. Bu dönemde geçmişle kurulan ilişki çok uzak tarihlere, Türklerin İslamiyet’le tanışmasından öncesine odaklanır. Yakın geçmişin yasını tutup nostaljik hülyalara dalmak, yeni rejimin toplumsal ideallerini benimsemeyen gruplara kalmıştır.

“Duygu nesnelerinin hareket ettirici misyonunu hızla yorumlayıp, ünsiyet kurduğu hayali cemaatin kendisinden bekleyeceğini varsaydığı etkilenmeyi hızlı inisiyatif alma kabiliyetiyle derhal hayata geçirmek bugünün “yeni Türkiye”sinin ideallerini benimsemiş bireyin nefes kesici performansının gündelik rutinlerindendir.”

Dönemin entelektüel ve edebi ürünlerinde sıkça karşılık bulan “yeni Türkiye” tabiri, bugünün “eski Türkiye”sini karşılamaktadır. Dönemin “yeni Türkiye”sinin reddimirasını temsil eden toplumsal reformlar bugünün nostaljik nesneleri olarak karşımıza çıkıyor. Bugünün “yeni Türkiye”sindeyse toplum içtimai tabiplik misyonunu bizzat benimsemiş durumda.

İ. B. B. Atatürk Kitaplığı kartpostal koleksiyonundan 1935 tarihli “Cumhuriyet Bayramı Balosu” adlı kartpostal

Sara Ahmed, duygu (emotion) kelimesinin Latince “hareket etmek, dışarı çıkmak” anlamındaki “emovere” kelimesinden türediğini hatırlatarak hareket ve aidiyet arasındaki bağlantıya ve bu noktada duyguların rolüne dikkat çeker. Buna göre “Bizi harekete geçiren, hissetmeye sevk eden şey, aynı zamanda bizi bir yerde tutan ya da barınacak bir yer sağlayandır. Bu yüzden hareket, bedenin mesken edindiği “yer” ile bağlarını koparmaz, bedenleri diğer bedenlere bağlar.” [9] Böylece “duygu nesnelerinin dolaşımı ötekilerin his nesnelerine dönüşmesini gerektirir.” [10]

Bunun bugünün “yeni Türkiye”sindeki karşılığı, toplumun yukarıdan gelecek müdahaleyi beklemeden kendi mevcudiyetini ameliyat masasına yatırmasıdır. Duygu nesnelerinin hareket ettirici misyonunu hızla yorumlayıp, ünsiyet kurduğu hayali cemaatin kendisinden bekleyeceğini varsaydığı etkilenmeyi hızlı inisiyatif alma kabiliyetiyle derhal hayata geçirmek bugünün “yeni Türkiye”sinin ideallerini benimsemiş bireyin nefes kesici performansının gündelik rutinlerindendir.

Bu bağlamda, Ulus Baker’in dikkat çektiği Spinoza’da duyguların diferansiyel olarak tanımlanması konusunu hatırlayabiliriz. Televizyonun düşünmeyi gerektirmeyen imajları “neredeyse ‘bombardıman” [11] halinde topluma boca etmesiyle sağlanan, dar anlamda “siyasal” olması gerekmeyen yeni iktidar biçimiyle örnekler bu durumu Baker. “Gerçek şeylerle bağlantısı olmayan, kurgusal fikirler oluşturmak zihnin gücü kapsamındadır” [12] ve bu özsel olarak olumsuz bir işlev değildir. Fakat sevginin ve nefretin sürdürülebilirliği açısından öznenin tahayyül kudretine ve tefrik mekanizması üzerinde duygular aracılığıyla bu tahayyül kudretinin hareket ettirici fonksiyonuna işaret eder.

Eski, yeni, eski-yeni Türkiye’nin iktidar gruplarının, nesnesi sürekli değişen sevgi ve nefret duygularının bu tahayyül kudretinin zengin örnekleriyle dolu olduğunu görmek için yakın tarihi kısaca gözden geçirmek yeterli olacaktır. Yakın tarihten kastım, oldukça yakın tarih. Son birkaç yıl içinde sevginin ve nefretin çok çeşitli versiyonlarına şahit olduk. Halihazırda içinde bulunduğumuz dönemse tam anlamıyla bir kriz hali. Toplumsal anominin tam ortasında neredeyse her sabah gözümüzü yeni bir duygu fırtınasına açıyoruz. 

Tüm kurumlar, toplumsal aktörler, kanaat önderleri çoktan güvenilirliklerini kaybettiler. Kimliklerin, ideolojilerin, inançların içi boşaldı, kadın cinayetleri, yoksulluk, çocuk istismarı, nepotizm, toplumsal eşitsizlik, sosyal güvencesizlik, işsizlik, iklim krizi, rantçılık, haksız rekabet, bilim düşmanlığı, eğitimde ve kültürde başarısızlık ve benzeri pek çok olumsuz tecrübeyle kuşatılmış haldeyiz. 15 Temmuz’un travmasını atlatamadık, pandeminin gün yüzüne çıkardığı ve derinleştirdiği yoksullukla, toplumsal eşitsizlikle yüzleşemedik. BİSAV çevresi olarak da şu an burada bulunan herkesin az-çok nasibini aldığı yıpratıcı bir süreçten geçtik. Yılların emeği, binlerce gencin umudu ŞEHİR’imize veda ettik ve binlerce yıllık vakıf kültürünün hiçe sayıldığı bir vakanın dehşetine tanık olduk.

“Çeşitli toplumsal grupların histerik tepkime potansiyelini “ân”ın ihtiyaçlarına göre icat ettiği duygu politikalarıyla yöneten yeni iktidar elitleri için sürdürülebilirlik, yönettiği toplumsal grupların tahayyül gücünü hesaplayabilme becerisiyle mümkün.”

Safiye Erol, kahramanının içsel dönüşüm hikayesine okuyucuyu ortak ettiği romanlarından birinde “Hiçbir terkip çözülmeden yeni bağlanamaz. Hiç bir şekil dağılmadan yeni beliremez” [13] der. Hepimizin az-çok vakıf olduğu, hayatın sürekli bir akış halinde olduğunu hatırlatan, sade bir hakikattir bu. İçinde bulunduğumuz dönem, “eski-yeni”nin nostaljik bir mevcudiyete büründüğü, “yeni-yeni”nin eskiyle performatif ortaklıklar inşa ederken dinamizmini kitlelerin işgüzar inisiyatiflerinden aldığı yeni bir terkip üretti. Çeşitli toplumsal grupların histerik tepkime potansiyelini “ân”ın ihtiyaçlarına göre icat ettiği duygu politikalarıyla yöneten yeni iktidar elitleri için sürdürülebilirlik, yönettiği toplumsal grupların tahayyül gücünü hesaplayabilme becerisiyle mümkün. Dengelerin sürekli değiştiği, denklemlerin kendi içinde sürekli yeniden kurulduğu bu düzlemde “yeni-yeni” de artık eskimekte.

Bu genel çerçeve içinde, 12 Eylül sonrası Türkiye’sinde BİSAV gibi bir umudu yeşertenler, 28 Şubat’ın soğuk ikliminde ona sahip çıkanlar, 2000’ler Türkiye’sinde değişen toplumsal koşulları doğru bir şekilde okuyup vakfa dinamizm katanlar, 2008’de ŞEHİR’i kuranlar, çiçeği burnunda bir eğitim kurumunda ders vermeyi kabul eden idealist akademisyeneler, köklü eğitim kurumları yerine ŞEHİR’i tercih edip hayallerinin peşinden giden öğrenciler, mevcut gerçekliğin ötesinde bir eğitim ve toplum imkanına inanıp bir şekilde BİSAV ve ŞEHİR hikayesinin parçası olan herkes, sonucunu düşünmeksizin “iyinin, doğrunun, güzelin” [14] peşine düşmüştü. Son iki yılın tecrübesi sarsıcı bir uğrağa tekabül etse de bütün bu nostalji rüzgarlarının, duygu fırtınalarının içinde –hâlâ- sakin bir liman olma vaadi, BİSAV’ı özgün bir hafıza mekanına dönüştürüyor.

Safiye Erol, tecrübeyi “karanlıklar diyarında âb-ı hayat çeşmesi” [15] olarak tarif eder. Almanya’da felsefe eğitimi almış bir erken Cumhuriyet dönemi genç kadın yazarından beklenebilecek bir idealizmle insanın “kendi kendini teyit edebilmek için varlığını toptan inkâr ettirmek” [16] zorunda olduğunu düşünür. Entelektüel birikiminin başka bir boyutuna tekabül eden Hint mistisizminden ilhamla “Kendi cehennemini kat etmeden kim kendi cennetine vâsıl olmuş ki” [17] diye de bu iddiasını temellendirir. Hatta romanlarında karakterlerinin yaşadıkları acı dolu tecrübelerin, kendi yüksek ideallerinin zorunlu birer getirisi olduğunu, neredeyse bütün bu yakıcı tecrübeleri edinmeyi bizzat istemiş olduklarını ima eder.  

Tüm değerler hızla eriyip buharlaşırken bir takım etik, akademik, ilmi, insani prensipleri korumaya çalışmanın karşılığında edindiği tecrübenin de BİSAV’ı idealize ettiği derinlikli arayıştan uzaklaştırmak yerine daha anlamlı bir pozisyona taşıdığı muhakkak. Kırk yıla yaklaşan ömrünün karanlıklar diyarına hiç uğramamasını, “iyinin, doğrunun, güzelin” peşine düşme cesaretinin anlayışla karşılanmasını, nostaljik ütopyalar yerine sahici düşler kurmanın alkışlanmasını beklemek, yeryüzü macerasından bihaber kalmakla eşdeğer olurdu. İyi, doğru ve güzel, tecrübelerine yenilmeyenlerin armağanıdır.

Not:7 Mayıs 2021 Cuma akşamı çevirimiçi ortamda düzenlenen BİSAV Ramazan Buluşması’nda takdim edilen konuşma metnidir.


[1] Svetlana Boym, Nostaljinin Geleceği (çev. Ferit Burak Aydar), İstanbul: Metis Yayınları, 2009, s. 76.

[2] Svetlana Boym, a.g.e., s. 79.

[3] Svetlana Boym, a.g.e., s. 79.

[4] Esra Özyürek, Modernlik Nostaljisi – Kemalizm, Laiklik ve Gündelik Hayatta Siyaset (çev. Ferit Burak Aydar) (4. baskı), İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 9.

[5] Esra Özyürek, a.g. e., s. 11.

[6] Bknz. https://sociology.berkeley.edu/professor-emeritus/arlie-r-hochschild.  

[7] Türkiye’de iktidar değişiminin sembolik mottolarından olan Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya Türküsü şiirine ait bu dize, Arlie R. Hochschild’ın çalışmasının üst başlığında neredeyse aynı şekilde yer alır: Strangers in Their Own Land: Anger and Mourning on the American Right (Kendi Ülkesinde Yabancı: Amerikan Sağında Öfke ve Yas)

[8] Alim Arlı ve Yücel Bulut, “Türkiye’de Sosyolojiyle 100 Yıl: Mirası ve Bugünü”, Türkiye Araştırrmaları Literatür Dergisi, Cilt 6, Sayı 11, 2008, s. 22.

[9] Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası (çev. Sultan Komut) (3. baskı), İstanbul: Sel Yayınları, 2019, s. 21

[10] Sara Ahmed, a.g.e. s. 21.

[11] Ulus Baker, Kanaatlerden İmajlara- Duygular Sosyolojisine Doğru (çev. Harun Abuşoğlu) (5. baskı), İstanbul: Birikim Kitapları, 2018, s. 174.

[12] Ulus Baker, a.g.e.

[13] Safiye Erol, Dineyri Papazı (haz. Halil Açıkgöz), İstanbul: Kubbealtı Yayınları, 2001, s. 22.

[14] Bknz. Üniversitenin kuruluş mottosu: “İstanbul Şehir Üniversitesi misyonu; iyi, doğru ve güzeli aramak, insan, toplum ve doğayı anlamak, bu arayışın ürünü olan bilgileri tüm insanlıkla paylaşmaktır.”

[15] Safiye Erol, a.g.e., s. 22.

[16] Safiye Erol, a.g.e., s. 22.

[17] Safiye Erol, a.g.e., s. 22.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir