French Theory: Transatlantik Kafa Karışıklıkları

Paylaş:

Muhayyel olanın gerçeğe indirgenmesi ve gerçeğin sembolik olana teşmili: işte, 1980-1990’lı yılların “kültür savaşları”na özgü gösterişli nümayişleri mümkün kılan iki yönlü bilişsel işlem.

Kısa süre önce olup bitenler Fransa’yla Birleşik Devletler arasındaki –hem semantik hem de ideolojik kökenli– siyasi anlaşmazlıkların dikkat çekici örneklerini sundu: örneğin Samuel Paty cinayeti New York Times’ta öncelikle polisin kusurundan kaynaklanan bir üçüncü sayfa haberi gibi ele alındı; yahut Emmanuel Macron’un Cumhuriyetçi prensipleri hatırlatan ve İslamcılığa karşı mücadeleyi savunan konuşmasındaki “İslamcılık” tabirinin “İslam” şeklinde tercüme edilmesi, Fransa’nın İslamofobik ve hatta ırkçı bir siyaset izlediğine ilişkin ithamları beraberinde getirdi.

Akademik dünyanın kendisi de bu tür kafa karışıklıklarından muaf değildir. Örneğin Atlantik ötesinde (bu Birleşik Krallık için de geçerlidir) büyük bir kitapçıya girip “sosyoloji” reyonunu sorduğumuzda şu cevabı işitiriz : “You mean culturel studies ? ” Buna mukabil, birkaç yıl öncesine kadar –muhtemelen o günden bu yana durum değişti– Fransız üniversitelerinde “kültür çalışmaları” (études culturelles) denildiğinde “cultural studies” değil daha ziyade “kültür sosyolojisi” (ve bilhassa “kültürel pratikler” konulu araştırmalar) anlaşılmaktaydı. Manş ya da Atlantik ötesine sosyoloji alanında –kendi disiplinim– eğitim vermek üzere davet edildiğinizde “French theory ” meselesini nasıl ele aldığınıza ilişkin sorularla muhatap olmanız kaçınılmazdır.

“Bourdieu kendisini ne bir “post-modern” sosyolog ne de “cultural studies” pratisyeni –ne de Anglo-Amerikan entelektüellerin sıkça ileri sürdükleri üzere filozof– olarak takdim etmiştir, zira kendisi sosyolojinin felsefeye üstünlüğünü ortaya koymayı amaçlıyordu.”

Bir Amerikan ithalat metaı olarak “French Theory

“Culturel studies” Amerikan kampüslerinde daha ziyade edebiyat bölümlerine ve aynı şekilde Fransa’da “felsefe” adını verdiğimiz alana mahsus bir tabirken bizim edebiyat bölümlerimizde edebiyat tarihi ve kimi zaman (esasında Pierre Bourdieu’nün alanlar teorisini tatbik eden) “edebiyat sosyolojisi” eğitimi verilir. “Culturel studies” tarafından kapsanan temalar bizde edebiyat yahut felsefenin yanı sıra sosyoloji, antropoloji, tarih ve siyasi bilimlerle de ilişkilidir.

“Cultural studies” adı altında bir araya gelen, esasında, bir dizi kategorinin (bilhassa cinsiyet, ırk, değer, kimlik, ilh.) “sosyal biçimde inşa edildiğini” ortaya koymayı hedefleyen, faillerin ve “inandıkları şeylerin” ya da “ilüzyonlarının” verili gerçekler şeklinde algılanmasına, yani bunların tabii ve dolayısıyla mecburi, ebedi ve evrensel kategoriler olduğu fikrine itiraz eden “post-modern” “yapısöküm” programıdır. Her ne kadar eleştirel bir bakış açısından neşet ediyor olsa da “cultural studies” ve “post-modernizm”i Bourdieu’nün eleştirel sosyolojisiyle bir tutmak hayli zordur: Bourdieu ve çömezleri bu tabirleri hiçbir zaman kullanmamış, Bourdieu kendisini ne bir “post-modern” sosyolog ne de “cultural studies” pratisyeni –ne de Anglo-Amerikan entelektüellerin sıkça ileri sürdükleri üzere filozof– olarak takdim etmiştir, zira kendisi sosyolojinin felsefeye üstünlüğünü ortaya koymayı amaçlıyordu. [2]

Fransa’da 1980’ler ve 1990’larda, genel olarak Jean-François Lyotard’ın çalışmalarıyla revaç bulan “post-modernizm”, bugün yalnızca mimari eleştirisine ya da çağdaş sanata ilişkin belirli metinlerde kullanılan son derece eskimiş bir tabirdir. Bu tabirin kulağa fazlasıyla Amerikanvari gelen tınısı “Sorbonne”, “Sciences Po”, “ENS” ya da “EHESS”ten ziyade “McDonalds” ve “Coca-Cola”yı çağrıştırıyor…

“French theory” meselesine gelecek olursak, bu insani ve sosyal bilimler alanındaki büyük akımları tasnif etmek üzere kullanılan bir entelektüel kategori olarak dahi Fransız kampüslerinde hemen hemen varlığına rastlanılmayan (özellikle Bourdieucü sosyoloji böyle bir entiteyle eşleştirilemez) bir olgudur: konuyu birlikte ele aldığımız Anglofon meslektaşlarımızı şaşkınlığa sürükleyen bir biçimde bizim için “French theory” ancak bir Amerikan ithalatı mesabesindedir. [3] Bunun gerekçesi hem kavramsal hem de kronolojiktir.

Fransa’da 1960’lı yıllarda antropolog Claude Lévi-Strauss, psikanalist Jacques Lacan, filozof Michel Foucault ve söylem uzmanı Roland Barthes’ın içerisine dahil olduğu yapısalcı akım; felsefe alanında Derridacı “yapısöküm” ve (özgül bir adlandırmaya sahip olmayıp yazarın adıyla özdeşleşen) Deleuzecü felsefe; sosyolojide Pierre Bourdieu’nün “tahakküm sosyolojisi” ya da “alanlar sosyolojisi”nin yanı sıra Bruno Latour’un “fail-ağ teorisi” (“actors-networks theory” ya da “ANT”) entelektüel kategoriler şeklinde temayüz eder – “French theory” taraftarı Anglofon akademisyenlerce atıf yapılan yazarlar da bunlardır.

Öte yandan, kronolojik bakımdan bu kategori içerisine dahil edilen yazarların hemen hemen hepsi sonuncusu hariç– ölmüştür: belli başlı eserleri 1960 ve 1970’li yıllarda yayımlanmış, yani aradan iki nesil geçmiştir. Adını andığımız isimler halihazırda faaliyet gösteren araştırmacılar açısından artık maziye karışmıştır: peşleri sıra nice yeni akımlar ve yazarlar ortaya çıkmıştır! Eğitimimiz sırasında okuduğumuz yazarları yüceltmeye devam etmek adına sonradan gelenleri görmezden mi gelmeliyiz? Buna mukabil, bu yazarları tercümeleri aracılığıyla okuyan (ve bibliyografyalarında eserlerin ilk yayım tarihlerini nadiren zikreden) Anglo-Amerikan meslektaşlarımız sanki bu isimleri kendilerinden kısa bir süre öncesine aitmiş gibi görüyorlar: yani bizim gözümüzde düşünce tarihinin bir parçası olan bu yazarlar onlara hâlâ “genç”, dolayısıyla yenilenmeyi, modayı, görülmemişi tecessüm ettirmeye elverişliymiş gibi görünüyor. Gelgelelim, bizim güncel tartışmalarımız artık bu isimlerin etrafında dönmüyor.

Fransız üniversitelerindeki kürsülere de dahil edilen bu nevzuhur disiplinleri aslen İngilizce adlandırmalarıyla biliyor oluşumuz dahi bir tür hastalık belirtisidir: “gender studies”, “queer studies”, “postcolonial studies”, ilh.”

Kültür Savaşları

1990’ların ikinci yarısında Fransa’daki “çağdaş sanat reddiyeleri” üzerine yaptığım araştırmayı bu fenomenin Birleşik Devletler’deki muadillerini de içerecek şekilde tamamlamaya koyulduğumda araştırma konumu işiten muhataplarımdan derhal  “Ah, you mean culture wars !” şeklinde karşılık almayı beklemiyordum. Aslında “culture wars” nedir onu da pek bilmiyordum. Bu konuda daha sonraları çokça faydalanacağım bereketli bir külliyat oluşturmuşlardı. [4]

Fakat bu vesileyle, söz konusu ihtilafları tarif ve tavsif ederken başvurulan adlandırmalar arasındaki farkları keşfetmiş oldum. Özetle, Fransa’da çağdaş sanatın tekliflerine yönelik itirazlar estetik ve kültürel mirasa bağlı değerlere yaslanıyorken (“bu sanat değil”, “bu mirasımıza hakaret”), Amerika’daki –çok daha kitlesel ve spektaküler– nümayişler, hemen hemen her seferinde etik ve medeni saiklerle meydana geliyordu : edep adap (“bu müstehcen”), dine (“bu küfür”) ve bayrağa saygı (“bu Ulus’a yönelik bir saldırı”).

Şüphesiz, çağdaş sanata yönelen muhalefetin böyle etik ve medeni bir odağa yerleşmesi bir miktar sanatçılar tarafından meydana getirilen eserlerle de ilgiliydi: Amerikan sanatçılar, en azından 1980-1990’lı yıllarda, kimi zaman adına “moral düzen” denilen yapıyı aşındırmaktan bariz bir şekilde haz alıyorlardı. Bununla birlikte, bu tutum eseri “muhtevasına” ya da daha açık bir ifadeyle, “formu”, yani gösterenin özgüllüğünü (örneğin Goya’nın Çıplak Maya’sının belirli bir sanatsal bağlamda meydana gelmiş ve belirli üslup özellikleri taşıyan bir resim oluşunu) hesaba katmaksızın temsilin göndergesine (örneğin, çıplak bir kadına) indirgeyen mükerrer bilişsel işlemi sessiz sedasız bir şekilde meşrulaştırmıştı. Bu minvalde yapılan itirazlar da haliyle göstergenin göndergeye indirgenmesiyle “literalize” edilmiş eserleri hedef almak durumundaydı. Aynı şekilde eserin estetik ve muhayyel boyutu, dolayısıyla ironik yan anlamları Fransa’dan gelen bir gözlemciyi hayrete düşüren bir şekilde– ele aldığı konunun etik ya da medeni boyutu uğruna sümen altı ediliyordu.

Bir diğer hayreti mucip mesele ise bu şekilde “literalize” edilen eserin anlamını ele alınan konunun gönderme yaptığı cemaatle ilişkilendiren ikinci bir semiyotik işlemin devreye sokulmasıydı: böylece, çıplak bir kadın yalnızca çıplak bir kadına indirgenmekle kalmıyor, aynı zamanda kadınların bütününe teşmil edilerek eserde temsil edilen kadın bir metonomiye dönüşüyordu. Burada adına “aşırı-sembolikleştirme” diyebileceğimiz, nesnelerde sistematik bir şekilde daha genel bir kategorinin alametlerini gören bir bakış açısı söz konusudur. Böylece Çıplak Maya yahut cinsiyetçi klişelere ilişkin ironik çeşitlemelerden herhangi biri, “tahakküm altındaki bir kategoriye” ait basit bir “cinsel nesne” şeklinde telakki edilen kadınların ezilmesinin sembolü haline geliverir…

Muhayyel olanın gerçeğe (yahut göstergenin göndergeye) indirgenmesi ve gerçeğin sembolik olana teşmili: işte, 1980-1990’lı yılların “kültür savaşları”na özgü gösterişli nümayişleri mümkün kılan iki yönlü bilişsel işlem. Kısa süre önce zuhur eden ve “kültürel mülkleştirmeye” karşı çıkan protesto hareketleri de elbette aynı mantığı yürürlüğe koyar – aslında “cultural appropriation” şeklinde yazsak daha iyi, zira Fransa’dan baktığımızda bu ifade bizim için fazlasıyla Kuzey Amerika egzotizmi kokuyor. Kısa süre önce olup bitenleri hesaba katarak kendi kendimize soralım: belirli bir renkteki karakterleri aynı renkten aktörlerin canlandırması mecburiyetini ya da Saint-Pierre de la Réunion Üniversitesi’nde kölelik tarihini anlatmak için büyükşehir kökenli bir eğitimcinin istihdam edilmesine yönelik itirazları ülkemize kimin ithal ettiğini sorgulamak daha ne kadar mümkün olacak? [5]

Sosyoloji, tarih, antropoloji ilh. gibi geleneksel akademik disiplinlerimizin yerini almaya meyyal “studies”lerin yaptığı sükseye bakıldığında –en azından akademik dünyada– günden güne artış gösterdiği –tıpkı 1980’lerdeki “French studies” dalgası gibi– görülen bu Amerikancı ithalat cereyanından endişe duymaya pekâlâ hakkımız var. Öte yandan, Fransız üniversitelerindeki kürsülere de dahil edilen bu nevzuhur disiplinleri aslen İngilizce adlandırmalarıyla biliyor oluşumuz dahi bir tür hastalık belirtisidir: “gender studies”, “queer studies”, “postcolonial studies”, ilh. [6] Daha evvel üzerinde durulmuş olduğu için, meraklı ve ciddi araştırmacılardan ziyade fazlasıyla cahil ve kalınkafalı militanlar yetiştirmeye yarayan, epistemik olmaktan ziyade “aktivist ” bir hedef doğrultusunda tekil bir nesneye odaklanan çalışmalar uğruna yerleşik disiplinlere özgü çerçevelerin parçalanması hususunu –siyasi neticelerden bağımsız şekilde yalnızca entelektüel zayiatla sınırlı kalmak adına– burada tekrar ele almayacağım.

Bu en azından, Fransa’daki akademik üretimin Amerikalı meslektaşlarımızın çalışmalarına kıyasla çok daha geride olduğundan dem vurulduğunda bizleri teskin etmesi gereken bir durumdur: zira bu hızla devam ederlerse öncülüklerini kaybetmeleri an meselesi. Akademik dünyanın büyük bir süratle ideolojikleşmesinin yanı sıra tercümeler konusunda da ciddi bir handikap içerisindeler: bu yazıyı Atlantik ötesi yanlış anlaşılmaların ve gecikmelerin ufak bir dökümünü yaparak bitireceğim.

‘Hükmeden’ olmak yeri gelince pekâlâ bir handikaba dönüşerek kişiyi ‘hükmedilenler’ cephesinde neler olup bittiğini görmeye ilişkin bir gayretten alıkoyabilir. Bu durum zamansal boyuta taşındığında entelektüel dünyamızın en büyük kusurlarından birisine zemin hazırlar: gecikme.

Tercüme problemleri: Hükmedenlerin Handikabı

Sosyal bilimler alanındaki (en azından sosyoloji) güncel üretimler söz konusu olduğunda Frankofon araştırmalarla Anglofon araştırmalar arasındaki bakışımsızlık göze çarpar: ilki, ikincisinin Fransız dilindeki üretime ilişkin malumatına kıyasla Manş ya da Atlantik ötesindeki gelişmeler konusunda açık bir biçimde çok daha fazla bilgi sahibidir. Bizler İngilizce okumaya (ve mümkünse yazmaya) mecbur, Anglofon meslektaşlarımız ise bizim dilimizi konuşmaya ihtiyaç duymaksızın anadilleriyle yetinebilir haldeyken başka türlüsü nasıl mümkün olabilirdi?

Fakat esas mesele sözünü ettiğimiz bakışımsızlık ya da zamansal gecikmeden ziyade vadeli tercümelerdir. Bourdieu örneğine dönelim: sosyoloji alanındaki hiçbir Anglofon bibliyografyada alana yaptığı katkılara göz yumulmaz, buna mukabil temel çalışmalarının yayımlanmasının üzerinden kırk-elli yıl geçmiş olmasına karşın metinleri sanki avangardın şahsında tecessüm ettiği çağdaş bir yazarmışçasına alıntılanmakta ve tartışılmaktadır.

(“French theory” kapsamına dahil edilen Latour müstesna olmak üzere) takipçilerinin ya da başka sosyolojik güzergâhlar önerenlerin ise pek azı İngilizceye tercüme edilmiştir. Hatta Bourdieu’nün kendi çalışmaları bile İngilizceye ancak diğer dillere (Almanca, İtalyanca, İspanyolca ilh.) tercüme edildikten sonra aktarılmıştır: 1960’lı yılların başında yazılmış küçük bir kitap hariç tutulacak olursa eserleri İngilizcede ancak 1980’li yıllarda yayımlanmaya başlanacak ve 1990’larda, yani Fransızcada okurla buluştukları tarihten tam bir nesil sonra, sayıca çoğalacaktır.

İşte, tahakküm sosyolojisine ilişkin bir miktar ironik ve ilgi çekici bir katkı: “hükmeden” olmak yeri gelince pekâlâ bir handikaba dönüşerek kişiyi “hükmedilenler” cephesinde neler olup bittiğini görmeye ilişkin bir gayretten alıkoyabilir. Bu durum zamansal boyuta taşındığında entelektüel dünyamızın en büyük kusurlarından birisine zemin hazırlar: gecikme.

Fransızcadan çeviren: Habil Sağlam

Not: Bu metnin bir bölümü İngilizce yayımlanan bir makaleden alınmıştır: “What does ʺSociology of Cultureʺ mean? Notes on a Few Trans-Cultural Misunderstandings”, Cultural Sociology, vol. 4 (2), 2010.


[*] Gözlemlerimin büyük bir bölümü İngiliz dilinde yayım yapan dergiler (Theory, Culture and Society, Poetics, Cultural Studies, American Journal of Cultural Studies…) için düzenli biçimde yaptığım hakemlik tecrübelerinin yanı sıra uluslararası kuruluşlarca yürütülen araştırma projesi tecrübelerine dayanıyor.

[2] Bkz. N. Heinich, Pourquoi Bourdieu, Paris, Gallimard, 2007.

[3] François Cusset, French Theory. Foucault, Derrida, Deleuze & Cie et les mutations de la vie intellectuelle aux Etats-Unis, Paris, La Découverte, 2003.

[4] Bu araştırmanın sonuçları için bkz. N. Heinich, Guerres culturelles et art contemporain. Une comparaison franco-américaine, Paris, Hermann, 2010. L’Art contemporain exposé aux rejets. Études de cas, Paris, Jacqueline Chambon, 1998.

[5] Bahsi geçen ilk olay, Kanadalı dramaturg Robert Lepage’ın Kanata adlı piyesidir. 2019 sonunda Cartoucherie de Vincennes’de yapılması öngörülen gösterim önce iptal edilmek sonra da ertelenmek durumunda kaldı. İkincisi ise 2016’da Réunion’da vuku buldu. « XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Hint okyanusunun güney batısındaki sömürgelerde kölelik, siyasi mücadele et ekonomi » adlı dersi vermek üzere Virginie Chaillou-Atrous’nun öğretim görevlisi olarak atanması Fransız Denizaşırı Temsili Konseyi tarafından Réunionlu olmadığı gerekçesiyle reddedildi ve 2020’de itibar zedelenmesi gerekçeli bir davanın konusu oldu. 

[6] Özellikle bkz. Dominique Schnapper, La Citoyenneté à l’épreuve. La démocratie et les juifs, Paris, Gallimard, 2018, p. 18.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir