Terapiyi Televizyonda Aramak: “İyi Olacak mıyız Doktor?”

Paylaş:

“Tanpınar’ın roman kahramanına söylettiği gibi “psikoloji icat edildiğinden beri hepimiz biraz hasta” idik zaten, terapi dizileri furyasıyla gördük ki hayatlarımız kötü günleri takip eden daha kötü günlerin kararttığı dipsiz birer kuyu.”

Kasvetli bir oda. Vişneçürüğü duvarlar ve hantal, eski model, koyu renkli mobilyalar. Kalın ve kasvetli perdelerin arasından odaya loş bir ışık sızıyor. Karşınızda ciddi görünümlü bir kadın sorular sormak için sizi bekliyor. Birkaç ay önce hep beraber girdik o odaya. Geçtiğimiz sezon iki farklı kanalda yayınlanmaya başlayan Kırmızı Oda ve Masumlar Apartmanı dizileriyle, Türkiye’de televizyon tarihinin ilginç bir dönemi ilan edilmiş oldu. İstanbullu Gelin ve Doğduğun Ev Kaderindir’le piyasaya merhaba diyen terapi dizileri, Kırmızı Oda, Masumlar Apartmanı ve en son Camdaki Kız’ın da beyaz perdeye yansımasıyla pek çok tartışmayı beraberlerinde getirerek sezona damga vurdu.

Psikiyatr Doktor Gülseren Budaycıoğlu’unun kitaplarından uyarlanan diziler, bugüne dek pek çok dizide rastladığımız psikolog / psikiyatrist tiplemelerini, terapi süreçlerini ve psikolojik sorunlarla yüzleşme deneyimlerini çarpıcı bir boyuta taşıdılar. Budayıcıoğlu’nun danışanlarının gerçek tecrübelerini aktardığı metinlerin senaryolaştırılması yoluyla hazırlanan dizilerin analizi kadar, ortaya çıkardığı etik tartışmaların ve seyirciden gördüğü ilginin de sektörün takipçileri için oldukça ilginç konular olduğunu söyleyebiliriz. Alanda, Budayıcıoğlu kitaplarının hakimiyeti aşikar olsa da, Son, Şahsiyet, Bir Başkadır, Maraşlı gibi farklı tematik odaklara sahip dizilerde de kahramanların psikolojik sorunlarla yüzleşme ve iyileşme deneyimlerinin geniş yer tuttuğu ve psikoterapi sürecinin Türk dizilerinde yeni bir akıma dönüştüğünü söylemek de mümkün.

Yakın tarihlerde, ekranlarda en uzun süre gördüğümüz psikolog, Çocuklar Duymasın’da çekirdek ailenin annesi Meltem’in sorunlarını dinleyerek yardımcı olmaya çalışan Sinan karakteriydi. Çeşitli dizilerde yer alan küçük bölümleri ve göndermeleri kenarda tutarsak, psikolog Sinan’dan Manolya hanıma geçiş sürecinin analizi, bu akımın nasıl ortaya çıktığını, seyircinin neden bu dizilere bu kadar ilgi gösterdiğini ve bu dizilerle birlikte gündeme gelen pek çok meseleyi anlamlandırmaya yardımcı olacaktır.   

“Tanzimat dönemi romanlarından Yeşilçam filmlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede karşımıza çıkan modernleşmeyi kadının değişimi ve değişim talebi üzerinden anlamlandırma ve temsil etme geleneğini sürdüren dizinin yayınlandığı dönemde gördüğü ilgide klişelerin rolü elbette çok büyük.”

Çocukluğunuza İnmek İstiyorum

2002’de televizyon ekranlarına merhaba diyen Çocuklar Duymasın, evliliğe ve hayata bakış açılarındaki farklılıklardan dolayı boşanma aşamasına gelen bir çiftin gerilimli ilişkisini konu ediniyordu. Birbirlerine tahammül etmekte zorlanan karı-kocanın çocuklarının hatırına sürdürdükleri ilişki her bölümde farklı imtihanlardan geçerken, kadının romantik beklentileri ve kocasını bu beklentileri karşılamaktan uzak hali ilişkinin temel sorunsalı olarak beliriyordu. İkisi de özel şirketlerde çalışan beyaz yakalı çifti birbirinden ayrıştıran, hayattan ve evlilikten beklentilerini farklılaştıran husus, kadının yeniliklere açık, modayı takip eden, ailesi ve kendisi için kariyer planları olan modern ve bir miktar seçkinci karakterinin, erkek tarafından şekilci, samimiyetsiz ve gereksiz bulunmasıdır. Başka bir ifadeyle; kadın beyaz yakalı olmanın tüm rükünlerini yerine getirmeyi hedeflerken, erkeğin içinde bulunduğu sınıfla özdeşleşmeyi “samimiyet” adına reddetmesi, kadının bu doğrultudaki taleplerine karşılık vermekten bilerek kaçınmasıdır. İkilinin ortaklaştıkları nokta ise bu inatlaşmadan çocukların asla zarar görmemesi, hatta mümkünse bu durumdan haberlerinin dahi olmamasıdır.

3. sezonda başrol oyuncularının özel hayatlarıyla ilgili gelişmelerin magazin gündemine girmesiyle dizi yoluna Çocuklar Ne Olacak adıyla devam etmiş,  birkaç kez yeniden başlamış olsa da dizinin en parlak dönemi bu gerilim hattına odaklanan ilk iki sezon olmuştur. Bu dönemde Sinan karakteri dizinin hemen her bölümünde yer almış, Meltem’in evlilikle ilgili sorunlarını dinleyip, ona destek olan bir uzman temsiliyeti sunmuştur. Ancak, Sinan karikatirüze bir tiptir. Dizinin sitcom bir yapım olması nedeniyle aslında karakterlerin tamamı karikatürize tiplerdir. Meltem modern, beyaz yakalı, kariyer sahibi kadınlara yönelik tüm klişeleri üzerinde taşır: Çocuklarını özel okula göndermek ister, formunu korumak konusunda takıntılıdır, haftasonlarını eşiyle birlikte tiyatroda, operada geçirmek ister ve aile hayatıyla kariyerini birlikte sürdürmek için terapiye ihtiyaç duyar. Sinan’ın psikologluğu da “çocukluğa inmek” başta olmak üzere herhangi bir psikolog tiplemesinden beklenen tüm klişelere sahiptir. Meltem’e her seansta Haluk’la empati kurmasını, karşısındakilere karşı yapıcı ve anlayışlı olmasını tavsiye ederken aslında bir yaşam koçu gibi hareket eder. Ortada büyük travmalar ve ciddi kişilik bozuklukları değil, beyaz yakalı bir çiftin gelenekle modernlik arasına sıkışmışlıktan kaynaklanan rutin problemleri vardır.

Meltem’in büyük saygı duyduğu, hemen her konuda fikir danıştığı ve özellikle büyük kararlarını almadan önce fikrini öğrenmeye çalıştığı psikolog Sinan’ın, Haluk’un gözünde “oturduğu yerden para kazanan”, üstelik bunu sadece muhatabını “dinleyerek” başaran, oysaki henüz kendi dertlerini bile çözmeye muktedir olmayan beceriksiz biri olması karı-koca arasındaki yaşam tarzı farkını ortaya koyar. Sinan’sa hemen her konuya olduğu gibi buna da “anlayışla” yaklaşır ve Haluk’u anlamak için bir profesyonelin aklından bile geçirmeyeceği işlere kalkışır. Tanzimat dönemi romanlarından Yeşilçam filmlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede karşımıza çıkan modernleşmeyi kadının değişimi ve değişim talebi üzerinden anlamlandırma ve temsil etme geleneğini sürdüren dizinin yayınlandığı dönemde gördüğü ilgide bütün bu klişelerin rolü elbette çok büyük. Özellikle, Tamer Karadağlı’nın  Haluk rolüyle hayat verdiği “taş fırın erkeği” tiplemesi, mevcut toplumsal cinsiyet kodlarıyla birebir örtüşen erkek / aile babası profili buram buram popülizm kokar.

Salata yerine acılı Adana kebabını, tiyatro, sinema ya da operaya gitmek yerine evde futbol seyretmeyi, kitap yerine gazete okumayı tercih eden, teknolojiye, dekolteye, diyete, düzenli spor yapmaya karşı olan, ev işlerini beceremeyen, sorunlarını kaba kuvvetle kısa yoldan çözmeye çalışan, “delikanlılığını” her türlü kimliğinin önünde tutan, beyaz yakalı bir Recep İvedik hatta bir ölçüde Kemal Sunal öykünmesi bir tipleme dizinin popülaritesi için biçilmiş kaftan gibidir. Ancak yine yayınlandığı dönemde dizinin genel izleyici kitlesinin bir kısmında “aile yapısını bozacağı” endişesiyle tepki çeken bir yönü de vardır. Dizide çekişmeler çoğunlukla Haluk’un galibiyetiyle bitse de ve Haluk’un “beyaz yakalılar arasında bir taşralı” imajı sayesinde bu sonuçlar genel izleyiciyi tatmin etse de, Meltem’in Haluk’la başabaş rekabeti önemli iki mesaj verir: Artık “aile babası” olmak eskisi kadar kolay değildir ve aile dediğimizde sadece çekirdek aileden bahsettiğimiz yetmezmiş gibi o da yıkılma noktasına gelmiştir. Seyirci Haluk’u desteklese de Meltem sazı artık eline almıştır ve onun şarkısını duymamak, sesini bir süre için bastırmak ailenin ölümünü geciktirmekten başka bir şeye yaramayacaktır.

Filmi biraz daha geri saralım; Yeşilçam’ın iki önemli babası Hulusi Kentmen ve Münir Özkul’dan En Son Babalar Duyar’a kadar peyderpey güç kaybeden, Baba Evi’nde, Yaprak Dökümü’nde en sevdiklerinin ihanetleriyle sarsılan, Süper Baba’da anneliğe öykünen bir baba olarak çocuklarına sahip çıkmayı deneyen hep aynı babadır aslında. Çocuklar Duymasın’a gelinceye kadar her yolu denemiş, Çocuklar Duymasın’da 2000’ler Türkiye’sinin zeitgeistına uygun karikatürize bir tiplemeyle karşımıza çıkmıştır. Etrafına ördüğü o sert ve kaba zırhın ardında tüm çaresizliğiyle kaderine teslim olmuş haldedir. Çocuklarına duyurmamaya çalıştığı şey kendi babasının tutamadığı yasıdır. Harabenin ortasında bir başına kaldığını anlaması için çocukların büyüyüp “yeni Türkiye”ye adım atmaları gerekir. Uzun bir aradan sonra 2019’da çekilen dizinin son sezonunda Meltem’in ifade ettiği gibi evlendiğinden beri değişime zorlanan, aile kurmanın bedelini kökleriyle geleceği arasında bir tercihe mecbur bırakılmakla ödeyen Haluk, artık yolun sonundadır. Çocuklar büyüdüğüne göre evliliğin bir gerekçesi kalmamıştır. Ceketi alıp evi terk etmenin vakti gelmiştir.

“Karşımızda güldürürken düşündüren, dolaylı ve ironik göndermelerle mütevazı toplumsal mesajlar veren bir sitcom yerine, Yeşilçam melodramlarını ve arabesk furyasını aratmayan, ağlamalı, dövünmeli, çıldırmalı seyirlik bir malzeme var.”

Büyüyen Çocuklara Ne Olur?

Bir evliliğin en zor tarafı ayrıldıktan sonrasıdır. Özellikle ertelenen boşanmalar evliliğin sürüncemede kaldığı yılların tüm yükünü boşanma sonrasına yükler. Evliliğin enkazı, evliliğin mecburen sürdüğü her günün ağırlığının toplamından fazladır. Hasar tespiti, fırtına dindikten sonra yapılır. Mecburi evliliklerin ceremesini, bu nedenle, en çok çocuklar çeker. Mecburi evliliklerin sürdürüldüğü ailelerde çocuklar genellikle erken büyürler. Çocuk ailenin vicdanıdır. Masum bir çift göz, bulanık zihinlerin tüm bocalamalarını fark eder, içselleştirir ve doğru veya yanlış bir yöntemle, zamanla onu aşar. Çocuklar Duymasın’da anne ve babalarının boşanmasını istemeyen Emre ve Duygu, psikolog Sinan’dan yardım ister. Aile büyükleri, eş-dost, akraba değil; annelerinin psikoloğunun bu evliliği kurtarabileceğini düşünürler. Ailenin vicdanı, Sinan’ın şahsında bilime ve tarafsızlığa kulak kesilmiştir. Boşanma ihtimali çocukları erken büyütür ve sorumluluk almaya zorlar ancak ironik bir şekilde büyüdükten sonra evliliği kurtarmaya güçleri yetmez.

Kırmızı Oda, Masumlar Apartmanı, Camdaki Kız gibi dizilerde ise zaten tüm aile terapi odasındadır. 2000’lerin başından beri psikolojik yardım talebiyle sağlık kuruluşlarına başvuran kişi sayısında gözlenen artış, babanın ayrıldığı evde hayata tutunmaya çalışan çocukların yorgun mücadelelerine işaret ediyor adeta. Karşımızda güldürürken düşündüren, dolaylı ve ironik göndermelerle mütevazı toplumsal mesajlar veren bir sitcom yerine, Yeşilçam melodramlarını ve arabesk furyasını aratmayan, ağlamalı, dövünmeli, çıldırmalı seyirlik bir malzeme var. Beyaz yakalı kadınların, sınıf komplekslerini rasyonelleştirmeye çalıştıkları bir kurum olmanın ötesine geçmiş, müşteri bakımından demokratikleşmiş bir hizmet sektörüdür artık söz konusu olan. Tanpınar’ın roman kahramanına söylettiği gibi “psikoloji icat edildiğinden beri hepimiz biraz hasta” idik zaten, terapi dizileri furyasıyla gördük ki hayatlarımız kötü günleri takip eden daha kötü günlerin kararttığı dipsiz birer kuyu. Kaderimiz “doğduğumuz evde” belirlenmiş. Kimimiz masumiyetimizi korumak adına her baktığımız yerde pislik görüp temizlik-titizlik hastalığına tutulmuş, kendimize çamaşır suyu kokulu steril duvarlar örmüşüz; bazılarımızsa yalanların kalın perdeleri arkasında camdan kaleler inşa etmişiz. Doğduğumuz evin sorunlarıyla boğuşurken kesilen nefesimizi tazelemek için kafamızı camdan dışarı uzatmaya dahi mecalimiz kalmamış. 

“‘Seyirci bunu istiyor’ gerekçesiyle ekranları klişelere boğmaktan kaçınmayan bir sektör içinde terapi dizilerinin yer edinmiş olmasını nereye koyabiliriz, asıl soru bu.”

“Ben Yoruldum Hayat”

Biraz da istatistiklere bakalım. 30 Mart 2015 tarihli bir habere göre Türkiye’de 2014 yılında 8 milyon 179 bin kişinin antidepresan kullandığı ve kadınların antidepresan kullanımlarının erkeklerinkine oranla iki kat fazla olduğu tespit edilmiş. [1]  Dünya Sağlık Örgütü’nün 7 Nisan 2017 tarihinde yayımladığı rapora göre ise o tarihte, dünyada 322 milyon kişi depresyondaymış ve son 10 yılda bu rakam yüzde 18 oranında artış göstermiş. [2] “Ruhsal bozukluk gösteren kişi sayısı, özellikle nüfusu artış gösteren düşük gelirli ülkeler başta olmak üzere dünya genelinde yükseliş gösteriyor.” ifadesinin yer aldığı raporun verilerine göre refah düzeyi yüksek ülkelerde depresyon geçirenlerin yüzde 50’si tedavi görürken, refah seviyesi düşük ülkelerde bu oran yüzde 10’un altına iniyor. AB İstatistik Ofisi Eurostat’ın verilerine göre, 2019 yılında AB nüfusunun yüzde 7.2’si kronik depresyonla karşı karşıya iken, Türkiye depresyon sorunun en fazla olduğu ilk 10 Avrupa ülkesi arasında yer alıyor. [3] 2019’da 49.8 milyon kutu olan antidepresan satışının 2020’de 54.6 milyona çıktığı, [4] öte yandan Türkiye’nin yarısının gereksiz yere antidepresan kullandığı yönünde iddialar da mevcut. [5]

Terapi dizileri, en azından Budayıcıoğlu’nun metinlerinden yola çıkarak hazırlananlar için söylersek, bu verilerle oldukça barışık. Bu dizilerin ortak teması, insanın travmatik tecrübelerinin varoluşsal terapi aracılığıyla aşılabileceği yönünde. Özellikle doğrudan terapi odasını konu edinen Kırmızı Oda’da, henüz, Sherlock Holmes titizliği ve Rahibe Teresa yardımseverliğiyle hareket eden psikiyatrist Manolya hanımın “iyileştirmediği” kimse yok. Ev dağılmış, yuva yıkılmış, baba gitmiş, anne mutsuz, çocuklar kaygı içinde olsa da biraz sohbet ve gözyaşıyla çözülemeyecek sorun kalmayacak sanki. 1990’ların “Gözyaşı Geceleri”ni andıran bir sağaltım mekanizmasıyla Yeşilçam mutlusonculuğunu meczeden bir kombinasyon söz konusu. Duygu yüklü müzikler, içsesler, herkesten saklanan sırlar, bolca acıma hissi ve kişisel gelişim kitaplarından fırlamış aforizmalar eşliğinde ağlatarak mutluluk vadeden yapımlar. Oysa gerçekler bambaşka şeyler söylüyor.

Yine, özellikle, Kırmızı Oda için ifade edilen birkaç eleştiriyi hatırlayalım önce: ilki gerçek hayatta seans ücretlerinin dizide yansıtıldığının aksine her keseye hitap edecek türden bir miktar olmadığı yönünde. Yani her travması olan gidip Manolya Hanım gibi bir uzmandan ha deyince yardım alamıyor gerçek hayatta. Diğer yandan, tüm psikolojik problemlerin temelinde çocukluk yatmıyor, çocukluğu çok mutlu geçtiği halde genetik sorunlar nedeniyle tedaviye ihtiyaç duyanlar olabiliyor ama dizide böyle bir örnek henüz mevcut değil. Ayrıca, dizide psikolog / psikiyatr ile danışan arasındaki ilişkinin etik çerçevesini ihlal eden örneklerin sergilendiği ve danışanların hikâyelerinin ifşa edilmesi nedeniyle mahremiyetlerine zarar verildiği de eleştiriler arasında yer alıyor. Fakat en can alıcı nokta, bu dizilerin izleyici üzerindeki etkisi olsa gerek. Sık sık gündeme gelen bir mesele olan medya ürünlerinin toplum üzerindeki şekillendirici rolü, bazen abartılsa veya yanlış yorumlansa da yok sayılamayacak bir vaka. “Seyirci bunu istiyor” gerekçesiyle ekranları klişelere boğmaktan kaçınmayan bir sektör içinde terapi dizilerinin yer edinmiş olmasını bu açıdan nereye koyabiliriz, asıl soru bu.

“Yeşilçam sonrası Türk sinemasının kaybettiği genel izleyici kitlesi çok zamandır dizi sektörüne hayat veriyor. Ancak sektör, tıpkı 90 sonrası yeni Türk sineması gibi alternatif arayışına girdi bile.”

Sektörden Bildiriyorum: “Tamamen Duygusal!”

Türkiye’de televizyon dizileri bir dönem şiddet, kan davası, vıcık vıcık romantizm, gözü yaşlı kadınlar, zengin adam fakir kız aşklarından geçilmiyordu. Bir ara benzer konseptlerde edebiyat uyarlamaları katıldı bu kervana. Farklı dönemlerde derin devlet, mafya, polisiye girdi işin içine. En son tarih dizileri güçlü bir popülerlik kazandı. Bir yandan farklı arayışlar devam etse de şık ve gösterişli yaşamların özendirildiği sınıf atlama vaadi olan yapımlarla, gerçek hayattan kopuk melodramlar arasındaki kısır döngü aşılamadı. Sektördekiler bu durumu şu şekilde açıklıyor: “Dizileri karakterler arası çatışmanın en şiddetli olduğu yerden açıyoruz. Rutin, süregiden, inişi çıkışı olmayan bir hayat hikâyesi yerine bir kırılmayla değişen hayatı ya da hayatları anlatıyoruz. Özellikle Türkiye’de en şiddetli çatışmanın olduğu yer sınıf çatışması. Böyle olunca da zengin ve fakiri en yüksek haliyle gösteriyoruz.” [6]

Sadece zengini ve fakiri değil, senaryodaki kültürel unsurlardan, karakterlerin duygu yoğunluklarına kadar hemen her şey genel izleyici kitlesine hitap edebilmek adına detaylarından, griliklerinden arındırılıyor çoğunlukla. Nihayetinde başarı kıstası reyting üzerinden belirlenen bir sektörden söz ediyoruz; kazanmak ve kaybetmek bir kumanda tuşu mesafesinde. Bu açıdan, Türkiye’de televizyon dizileriyle toplum arasındaki ilişki, Yeşilçam sinemasının bir “halk olayı” olarak vuku bulmasına benzer bir yol izliyor. Yeşilçam sonrası Türk sinemasının kaybettiği genel izleyici kitlesi çok zamandır dizi sektörüne hayat veriyor. Ancak sektör, tıpkı 90 sonrası yeni Türk sineması gibi alternatif arayışına girdi bile. Seyircinin klasik dramadan bıktığını düşünen ve dijital platformlarla rekabete girişen yapımların denemeleri çoktan başladı.

Terapi dizileri, bir yanıyla, şimdilik RTÜK bariyerinin kenarında dolaşan [7] bu yapımlar arasına katılsa da, daha belirgin ve önemli olan diğer yanıyla klasik dramayı yeni bir ambalajla sunmanın ötesine geçemiyor. İlk bakışta hayatın içinden samimi hikâyelerle, kendini tanımanın, sorunları konuşarak çözmenin, bilime ve nesnelliğe güvenmenin yollarını gösteren bu dizilerde gündüz kuşağı televizyon programlarını ve üçüncü sayfa haberlerini aratmayan içerikler işleniyor. Cinayet, taciz, tecavüz, fiziksel ve psikolojik şiddet bu yapımlarda da seyirci dikkatini toplayan unsurlar olarak ön plana çıkıyor. İstanbullu Gelin, şehirli ve özgür ruhlu bir genç kız olan Süreyya ile zengin iş adamı Faruk’un evliliklerini konu edinir. Süreyya’nın Bursa’ya gelin gitmesiyle bir yandan ikili arasındaki kültür farkı ortaya çıkarken, diğer yandan ailenin yaklaşık dört yüzyıldır süregelen konak hayatındaki problemler gün yüzüne çıkmaya başlar. İçeriği Asmalı Konak’a benzetilen dizide, ailenin babası ölmüş, anne Esma, dört oğlu ve gelinleri başbaşa kalmıştır. Kendisini konaktaki yaşayışı ve bilhassa oğullarının geleceğini korumaya adayan Esma, tüm aileye hükmetmekte kararlıdır. Bu uğurda aile bireyleri arasında hırs, entrika eksik olmaz. Kırmızı Oda’da Manolya Hanım’ın kullandığına benzer, daha küçük bir terapi odası vardır. Dizinin merkezinde terapi olmasa da, ailenin dışlanan ve şiddet eğilimi gösteren karakteri Adem’in terapiyle içindeki öfke ve nefretten arınması seyirciden büyük ilgi görür. [8]  

Yoksul bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Zeynep’in annesinin çalıştığı evdeki aileye evlatlık verilmesini konu edinen Doğduğun Ev Kaderindir’de ise biyolojik ailesiyle kendisini sahiplenen ailesi arasında kalan bir genç kadının hayat mücadelesini izleriz. Yoksulluk nedeniyle bakımsız kalan abisinin vefatından sonra evlatlık verilmesi kararlaştırılan Zeynep, yeni ailesinin kendisine sunduğu yüksek hayat standartları ve parlak geleceği kucaklarken, ait olduğu geçmişten tümüyle kopamaz ve iki annesini de mutlu etmeye çalışırken kendisinin ne istediğini unutur hale gelerek acıdan acıya koşar. Bu defa terapi sahneleri yok denecek kadar azdır ama Kırmızı Oda yayınlanmaya başlayınca Doğduğun Ev Kaderindir ikinci sezona filmin ana karakteri Zeynep’in Manolya hanıma terapiye gittiği bölümle giriş yapar. Dolayısıyla, dizi boyunca Zeynep’in başından geçenlerin Kırmızı Oda’da dinlediğimiz hikayelerden biri olduğu hatırlatılır ve karakterlerin birbirlerine ifade ettikleri duygusal çözümlemeler bu bağlamda bir yere oturtulmuş olur.

Masumlar Apartmanı’nda mutsuz bir evliliğin faturasının nasıl çocuklara kesildiğini görürüz. Annesi tarafından sevilmeye layık biri olmadığına inandırılan ve kendisini sevmeyen biriyle evlenen bir kadın, eşinden göremediği sevginin acısını çocuklarının hayatları üzerinde zorba bir tahakküm kurarak telafi etmeye çalışır. Çocuklar, yetişkin halleriyle, üstelik anneleri çoktan bu dünyadan ayrılmışken bile annelerinin kendilerini hapsettiği duvarları aşamazlar. Farklı obsesyonlar edinirler ve gündelik hayatları kendilerine eziyet etmekle, sudan sebeplerle ortay acıkan sinir krizleriyle geçer. Baba ise yaşayamadığı mutluluğun karanlığına gömülmüş, ne annenin kestiği faturadan, ne çocukların ödediği bedellerden haberdar, kendine dahi hayrı dokunmayan bir haldedir.

Camdaki Kız’da, kızlarına özgür bir hayat sunmanın bedelini, genç yaşta ansızın onu kaybetmekle ödeyen bir karı-kocanın, kızlarının kendisini dünyaya getirirken vefat ettiği torunlarıyla ilişkileri konu ediniliyor. Nalan, annesi ve babası sandığı anneanne ve dedesiyle kahvaltıda yediği peynir miktarından, banyo ve uyku saatlerine kadar gündelik hayatının her aşamasının belirli olduğu, aşırı disiplinize bir hayat sürmektedir. Annesi olarak tanıdığı Feride Hanım, kızını serbest bırakmanın acısını torunundan çıkarırken niyeti bir yandan koruyamadığı kızının yasını tutmak, diğer yandan telafisi mümkün olmayan bu hatasını tekrar etmemek için sürekli ipleri elinde bulundurmaktır. Bu sırada “namus” konusunda takıntılı hale gelmiş olması eşinin dikkatini çekse de, evin babası Nalan’ın çektiklerinden büyük ölçüde bihaberdir.

Bu dizilerin her birinde evde babanın yokluğu, ihmali, silikliği sözkonusuyken, annenin çocuğun hayatına nüfuz etmesi, kendi acılarının sonuçlarını çocuğa ödetmesi temel bir izlek oluşturur. Travmaların kaynağı çoğunlukla çocukla başbaşa kalan annedir. Annenin travmaları ise yoksulluk, cahillik hatta bazen kör tesadüflere dayandırılsa da çoğunlukla geçmişte tecrübe edilen travmalardan kaynaklanmaktadır. Masumlar Apartmanı’nda kızının erkek arkadaşı olduğunu öğrenen annenin kızını dövdüğüne, sürekli hakaret ettiğine, sinir krizi geçiren Safiye’nin kafasını duvarlara vurup kanattığına, Doğduğun Ev Kaderindir’de Zeynep’le Mehdi’nin kavgalarına, Burhan’ın kendisini ve Müjgan’ı öldürmesine, Camdaki Kız’da Feride’nin Nalan’a karanlık odada işkence ettiğine, onu bekaret testine götürdüğüne, İstanbullu Gelin’de Adem’in Dilara’yı darp etme sahnelerine şahit oluruz.

Gülseren Budayıcıoğlu’nun Manolya Hanım karakteriyle canlandırıldığı Kırmızı Oda’da ise her bölümde üç farklı danışanın terapi seansını izlerken yaşadıkları tüm travmalara ortak oluruz. Bu anlamda, genel izleyici kitlesi için alternatif üretmek ve seyirciyi psikoloji konusunda bilinçlendirmek gibi iddialara sahip olan bu dizilerde diğerlerinden farklı olanın ne olduğunu bulmak hayli zor. Bir çocuğun nasıl sokağa düştüğünü, sokakta hayatta kalmak için verdiği trajik mücadeleyi, bu mücadelenin kendisini nasıl mafya babasına dönüştürdüğünü izlemek, annesi gözlerinin önünde tecavüze uğrayıp çıldıran, babası yine gözlerinin önünde öldürülen bir kız çocuğunun namusunu korumak için yürüyen bir cesede dönüşüne şahit olmak, baskı gördüğü aileyi terk edip sevdiğinin peşinden giden bir genç kızın kötü yola düşüşünü görmek, bütün bunları terapi odasında anlatıyor olmaları haricinde Türk televizyonlarına ne tür bir katkıda bulunuyor, anlamak pek mümkün değil. Daha somut bir soru soralım; Kemalettin Tuğcu romanlarıyla Gülseren Budayıcıoğlu romanlarını yahut terapi dizilerini ayıran nedir? Tarihi dizilerden öğrenmeyi seven bir izleyici kitlesine psikolojiyi televizyondan öğretmek haricinde bir misyonu var mıdır?

Kendisine “barış için” yazma misyonunu yükleyen Budayıcıoğlu’na göre “kişinin kendisine duyduğu öfke ve suçluluk duygularıyla başlayan” şiddet, günümüzde özellikle sosyal medya aracılığıyla körüklenmekte: “Instagram’da başkalarının hayatlarını, neler yaşadıklarını görmek, çoğu insanda çok zararlı bir tutku haline geldi. Orada gördükleri üzerinden kendileriyle ilgili olumsuz yorumlar yapmak kişiyi kendi gözünden düşürüyor. İşte asıl tehlike de burada. Kendi gözünden düşen biri için, başkalarına şu ya da bu şekilde şiddet uygulamak çok kolay!” [9]

Şiddetin salt psikolojik açıklamalara sığamayacak kadar kompleks bir vaka olması bir yana, sosyal medyanın yadsınamaz gücüne karşın televizyon hala geniş halk kitleleri için oldukça önemli bir iletişim aracı olma vasfını koruyor. Terapi dizilerinin beyaz ekran üzerinden seyirciyle kurduğu bağ, temel amacı ne olursa olsun şiddetin pek çok formunu seyirciye boca etmekten geri durmuyor. Karşısında kaderin sillesini yemiş insanlar gören seyircinin kendisini hangi karakter veya davranma biçimiyle özdeşleştireceğine dair iyimser bir öngörüde bulunmak, diziyi buradaki potansiyel problemlerden masun kılmıyor. Nitekim Doğduğun Ev Kaderindir dizisinin ekranlara veda etmesinde dizinin en sorunlu karakteri olan Mehdi’nin diziden ayrılmasıyla düşen reyting etkili olmuştu. [10]

Yazarın “her zaman insanlara ışık olmak ve kendilerini bulmalarını sağlamak istiyordum. Hayat her zaman bize bir umut vadediyor. Bunu görsünler ve bu farkındalıkla birlikte kendileri de geleceği daha güzel hale getirsinler.” şeklinde ifade ettiği ümitvar tutumunun dizilerin karakterinde ne kadar belirleyici olduğu da ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, kötüyle ve kötülükle empati kurdurma çabası tam da Mehdi’ye duyulan hayranlık gibi örneklerde karşılık bulan seyirci iradesini yok sayıyor:

“Bir başkasını anlarsa insan, kendisini daha kolay anlar. O nedenle ben kitaplarımdaki karakterleri ayrıntılarıyla anlatmaya çalışıyorum. Onların yaptıklarını aslında neden yaptıklarını aktarmaya çalışıyorum. Mesela Kral Kaybederse kitabımda bir Kenan karakteri var. O da oldukça kötü bir karakter. Başta çok tepki gösterilen bir karakterken, kitabın sonunda tüm okurlar Kenan’ı anlıyor ve onun için çok üzülüyorlar. Örneğin Kenan’ı anlamak demek kendimizi, kardeşimizi, sevgilimizi, kocamızı anlamak demek. Onlarla empati yapabildikçe kendimizi anlamak kolaylaşıyor. O nedenle kendimizi anlamak ve affetmek daha kolaylaşıyor. Bakın herkes Kenan’ı affetti.” [11]

Bir dönemin trendi kişisel gelişim kitaplarının içi boş aforizmalarını andıran cümlelerle insanların kötülükten ve şiddetten uzak durabileceğini varsayan bu tür bir yaklaşım, üstüne bir de kötüyü “anlama” meselesini muhatabını tanımanın ötesinde bir boyuta taşıdığında, kötülüğü engellemekten çok normalleştirmeye, sıradanlaştırmaya hizmet eder. Palu ailesi gerçeğiyle yüzleşen televizyon seyircisi bile en azından kötüyle gereksiz bir empati arayışına girmemiş, olayın dehşetini sorgulayıp kendince bir takım dersler çıkarma imkânına sahip olmuşken, terapi dizilerinin “anlamak” takıntısı bu imkânı ortadan kaldırıyor. Palu ailesinin de ortaya çıkarıldığı gündüz kuşağında “suç” olarak tanımlandıkları halde bu denli ekranlarda yer almalarının toplum sağlığı açısından doğruluğu tartışılan unsurların, yapım kalitesi yüksek bir dizide rahatlıkla boy göstermesi de ayrı bir problem.

Bu diziler, adeta, yaşadığımız sorunların üstünü gözyaşıyla örtüp unutturan bir niteliğe sahip. Klasik dramanın zengin-fakir karşıtlığını bile silikleştiren, haksızlık karşısında beliren tüm duyguları sevgi eksikliğinden kaynaklanan bir hüzün ve acıya indirgeyen, bunun da basit bir sağaltım mekanizmasıyla çözümlenebileceğini varsayan bir çerçeve sunuyorlar. Seyirciyi, mevcut durumu, koşulları değil sadece kendini değiştirmeye, daha doğrusu verili olanı kabullenmeye kendini ikna etmeye davet ediyorlar. Psikologdan çok yeri geldiğinde kızan, yeri geldiğinde sevip-okşayan bir anneye benzeyen Manolya hanımı komşu teyzeden ayıran sınır, alın yazısına “kader motifi” adını takmış olması oluyor böylelikle. Mutluluğun zaten reyting değeri yok ama Yeşilçam melodramlarında dahi mutlu sonlar ya iki iyinin arasına giren kötü kişilerin / olayların ortadan kalkmasıyla ya da kötü karakterin hatasını anlamasıyla gerçekleşebilirdi. Bu dizilerde ise kötü karakterlere neredeyse hiçbir şey olmadan, sadece mağdurların kendilerini sorgulamalarıyla iyileşme ihtimali doğuyor.

“Berkun Oya’nın neredeyse tüm karakterlerin kaderini birbirine bağladığı bütünlüklü yaklaşımı bireysel olanla toplumsal olanı birlikte düşünmeye imkân sağlıyor. İyileşme imkânının içsel bir tecrübe olarak yetersiz kalacağını hatırlatıyor.”

Bizi Kim “İyi”leştirecek?

Geçtiğimiz dönemin çok konuşulan, hatta yayınlanmaya başladığı gibi kelimenin tam anlamıyla gündeme oturuveren bir diğer yapımı, şüphesiz Bir Başkadır dizisiydi. Bir yandan Netflix’te yayınlanmasına rağmen televizyon dizilerinin popülerliğini yakalayan, diğer yandan başarılı bir sinema filmi gibi analizlere konu edinilen dizinin iki önemli karakterinin psikiyatrist olması, dizinin bir terapi sahnesiyle açılması ve başkarakter de dahil olmak üzere karakterlerin iyileşme sürecinin dizinin temel izleğini oluşturması elbette bir tesadüf değil.

Yukarıda değinilen rakamların da işaret ettiği üzere toplumda psikolojik yardım ihtiyacı her geçen gün artıyor. Diğer terapi dizilerinin aksine Bir Başkadır bu ihtiyacı bireyi toplumsaldan yalıtmaksızın değerlendirmeye çalışıyor. Budayıcıoğlu’nun eserlerindeki hikâyeler gerçek insanların başından geçen olaylar olmasına rağmen, toplumsal bağlamın eksikliği hikâyelerdeki sahiciliği –en azından ekrandaki kısımda- hayli eksiltiyor. Berkun Oya’nın neredeyse tüm karakterlerin kaderini birbirine bağladığı bütünlüklü yaklaşımı ise bireysel olanla toplumsal olanı birlikte düşünmeye imkân sağlıyor. İyileşme imkânının içsel bir tecrübe olarak yetersiz kalacağını hatırlatıyor. Psikiyatrların dahi terapiye muhtaç hale geldiği bir toplumda, [12] iyileşmenin yolunun kültürel, ideolojik, sınıfsal bir yüzleşmeden geçtiğini vurguluyor. Erken Cumhuriyet dönemi romanlarında sıkça rastladığımız, imparatorluğun toprak kaybıyla evin ve ailenin küçülmesini analojik bir şekilde ele alan dağılma hikâyesinin devamını getiriyor. Büyük aile (Osmanlı İmparatorluğu) dağıldıktan sonra kurulan küçük ailenin (Türkiye Cumhuriyeti) tevarüs ettiği mirası nasıl kullandığını sorguluyor.

Yeşilçam ve onun boşluğunu dolduran eski dizilerde yıkılmış imparatorluğun ardından küllerinden doğan bir toplumun “fakir ama gururlu”, güzelliği, asaleti ve iyiliğiyle asıl zenginliğe sahip olmakla övünüşünü izledik. Bu yüzden mutlu sonlar hep kötülerin yenilgisi ya da iyiliğe transferi anlamına geliyordu. Bu evlerde aile çekirdek olsa bile tamdı, kusursuzdu. Sonra Baba Evi öyle dağıldı ki Süper Baba’lar bile yetmedi onu toparlamaya. En Son Babalar Duyar’la babanın aile içinde silikleşen rolü ilan edildi. Çocuklar Duymasın’dan sonra ise babasız kalan evin yoluna nasıl devam edeceği aslında merak konusuydu. Bir süre için tarih dizileri imdada yetiştiler. Hızla tutunacak dallarını kaybeden insanlar kümesi haline gelen bir topluma, “muhteşem” geçmişini hatırlattılar, “diriliş” vadettiler, “uyanış”ı hala vadediyorlar lakin derin devlet dizilerinin önceden sürdüğü bir tarlada çarpıcı başarılar elde etmeleri pek mümkün görünmüyor. Bir Başkadır, durum tespitini gerçekçi bir noktadan yakalamak yönüyle bu dizilerden de ayrışıyor ve doğrudan bir çözüm önermese de sınıf atlama hayalinden, geçmişe sığınma handikabından uzak bir reçete öneriyor. Çözümün adresini geçmişi temsil eden imamdan alıyor ama daha yakın geçmişi temsil eden psikiyatra da vermiyor. Hayata daha temiz ve samimi bir yerden bakan gündelikçi bir genç kadına veriyor bu rolü. Lakin hızla her yeniyi eskitmeyi başaran genel izleyici kitlesi çoktan ibreyi Yargı koridorlarına çevirdi bile!


[1] https://www.haberturk.com/saglik/haber/1059592-turkiyenin-depresyon-haritasi

[2] https://t24.com.tr/haber/turkiyede-8-milyon-kisi-antidepresan-kullaniyor-nufusun-44u-depresyonda,398032#:~:text=D%C3%BCnya%20Sa%C4%9Fl%C4%B1k%20%C3%96rg%C3%BCt%C3%BCn%C3%BCn%20bu%20y%C4%B1l,%2C4’%C3%BCne%20tekab%C3%BCl%20ediyor.

[3] https://kronos34.news/tr/kronik-depresyon-hastaliginda-turkiye-ab-ortalamasinin-ustunde/

[4] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/antidepresan-ilac-kullanimi-yuzde-96-artti-intiharlar-korkutuyor-1815500

[5] https://www.sabah.com.tr/pazar/2021/05/02/turkiyenin-yarisi-gereksiz-yere-antidepresan-kullaniyor

[6] https://www.gazeteduvar.com.tr/yoksulun-zengine-kafa-tuttugu-sahneler-yaratmaya-calisiyoruz-haber-1500869

[7] Malum, kültür-sanat söz konusu olduğunda klişeden kaçınmanın ve “alternatif” işler üretmenin karşılığı çoğunlukla Avrupa’ya özenmek oluyor Türkiye’de. Sinema / dizi sektöründe alternatif arayışlar yüzünü o tarafa döndüğündeyse genellikle “cinsel özgürlük” temasına odaklanmayı tercih ediyorlar. RTÜK bu konuda senaristleri otosansüre sevk eden bir bariyer vazifesi görüyor: Bknz. Bir önceki dipnottaki röportajda Gül Abus’un açıklamaları.

[8] Dizinin senaristi Deniz Akçay: “Terapi sahnesi yazmadığımız zaman çok tepki geliyor. “Neden bu hafta terapi yoktu?” diye. “Hadi bakalım yeni bir aksımız daha oldu,” diyoruz.” https://televizyongazetesi.com/istanbullu-gelinin-terapi-sahnelerinde-adeta-kurdesen-dokuyormus/423358

[9] https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ayse-arman/cocuk-en-buyuk-ihtiyaci-olan-kosulsuz-sevgiyi-deger-gormeyi-onaylanmayi-ailesinden-alamazsa-omur-boyu-ac-gezer-41156396

[10] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/tv8in-dizisi-reyting-kurbani-oldu-dogdugun-ev-kaderindir-final-yapiyor-1833386

[11] http://www.onceinsan.com/?p=7653

[12] Buraya bir not düşmek gerekiyor: Psikiyatrlar ve psikologların terapiye muhtaç olmasına eleştirel bir yorumda bulunmuyorum.  Aksine, danışanlarının sorunlarıyla ilgilenirken pek çok travmatik deneyime ortak oldukları için ideal bir ortamda bu mesleği icra edenlere rutin seanslar uygulanması beklenir. Ancak Bir Başkadır’da psikiyatrları terapiye muhtaç hale getiren şey ideolojik ve sınıf temelli toplumsal problemlerin sebep olduğu toplumsal travmaların herhangi bir meslek grubunu ya da toplumsal sınıfı ayırmaksızın açtığı yaralar, oluşturduğu komplekslerdir.

Daha fazla göster

1 Comment

  • Ahmet Aktaş
    Ahmet Aktaş

    Çok güzel yerinde bir yazı dizisi olmuş. Elinize emeğinize sağlık. Toplumun farkında olmadığı bu bakış açısı ile kendine çektiği sorunların sebeplerine, süreçlere ve sebeplerine ışık tutuyor. Sorgulamayı unutan bizler tamamen kendimizi o diziden bu diziye savrulmuş olarak buluyoruz. Ve dizilerin bizlere empoze ettiği fikri düşünceyi yaşamı farkında olmadan hayatımıza dahil ediyoruz. Sonra da neden böyle, böyle değildi, ne oldu, sebep ne gibi anlamaya çalışıyoruz ve psikologlar bize yol gösterir oluyor. Aile kuramından çok bireyi baz alan psikologlar.
    Bütünlüğü kaybediyoruz toplum olarak. Konuşmuyoruz, paylaşmıyoruz birlikte vakit geçirmiyoruz bireysele dönüp hayatın akışında kayboluyoruz.
    Paylaşım için tekrar teşekkürler.

    Yanıtla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir