Bireyin Çıkarından Kahramanın Onuruna: George Sorel ve Tüketim Toplumunun Eleştirisi

Paylaş:

“Savaş belki insanları daha ahlaklı yapmaz ama ahlakın salt bir idea olmaktan çıkarak bedenleşmesine neden olur. Hegel’in “yürüyen tarih”i, Sorel’de “yürüyen ahlak”a dönüşmüştür”

Georges Sorel’in kötü şöhretli eseri Şiddet Üzerine Düşünceler yeniden basıldı. Yayınevinin farklı ama çevirmenin aynı olduğu yeniden basımda Jacques Julliard ve Isaiah Berlin’in de birer makaleleri bulunuyor. Uzun süredir planladığım bir yazıyı yeni baskı vesilesiyle daha fazla ertelemek istemedim. Bu yazıda Georges Sorel’i bizim için bu kadar acil -ve güncel- yapan şey nedir sorusunu cevaplamaya çalışacağım.

Sorel söz konusu olduğunda genelde akla ilk gelen konu toplumsal hareketler ve bununla bağlantılı olarak direniş ve siyasal şiddet gibi tarihsel fenomenlerin sözde geri dönüşüdür. Ancak benim tartışmak istediğim asıl mesele kitabın (Şiddet Üzerine Düşünceler) daha sınırlı bir bölümü hakkında. Bu aynı zamanda devrimci grev ya da tarihsel mitler gibi üzerinde en çok spekülasyonun yapıldığı konulara kıyasla daha önemli olduğunu düşündüğüm bir bölüm: “Burjuva Ahlakının Eleştirisi” yahut basitçe İngiliz faydacılığının. Nedense Georges Sorel’in liberal ahlakın temelinde yer alan bireysel çıkarcılığın karşısında konumlandırdığı bir çeşit “Kahramanlık Ahlakı” oluşturma çabası sıklıkla es geçiliyor. Bana kalırsa Sorel’in güncel tartışmalarda bir önemi olacaksa bunun sebebi ahlakın yeniden yorumlanması hakkında söyledikleridir. Özellikle içinde bulunduğumuz ekonomik kriz ortamında Georges Sorel’in ekonomizm eleştirisi daha (da) anlamlı olabilir. Aynı şekilde dünün Kemalizm eleştirmenlerinin bugün Kemalizmin daha vülger bir yorumuna hapsolduklarını bize gösteren sekülerleşme tartışmalarını neoliberal tüketim toplumunda yücenin yerini sıradanın, tarihselin yerini gündeliğin aldığı bir ifşa çağı kapsamında düşünebiliriz. Böylece yitirilenin sadece dini değerler olmadığının, neoliberal ekonomizmin dini değerlerle birlikte ulusal, sınıfsal ve hatta ironik bir şekilde liberal değerlerin (örneğin Trumpizm) de altını oyduğunu fark ederiz. Kahramanlığın (daha yaygın bir kullanımla “hamaset”in) romantik, soyut ve eril olduğu gerekçesiyle yadırgandığı bir dönemde böyle bir farkındalık gerçekten mümkün olabilir mi? Şu an için konuşuyorsak, sanmıyorum. Ama bu durum kısa sürede değişecek. İnsanlık olarak tüketim toplumunun en ileri veçhesinde (“the way of American life”) ikamet ediyoruz. Bu da demek oluyor ki tüketim toplumunun çocukları (Z kuşağı?) aynı zamanda onun yıkımıyla yüzleşmek zorunda kalacak olanlar. Georges Sorel hakkında konuşmanın değeri biraz da burada aslında. Çünkü Sorel dünya ekonomisinin o güne kadarki en agresif genişleme döneminde (bu dönem kimilerine göre bolluk, refah ve barış dönemidir) yakın gelecekte yaşanacak büyük çöküşü haber vermişti. En önemlisi de bu çöküşün üretim ilişkileriyle sınırlı kalmayacağını, toplumların derin varoluşsal krizler yaşayacağını sezebilmiş olmasıdır. Sorel, geleneksel ideolojilerin ve yoğun politik angajmanların liberal ekonomizmin faydacı ahlakı tarafından yutulduğu büyük küreselleşme döneminde (“long peace”) bastırılanın geri dönüşünü “müjdeleyen” ve kısa sürede mevcut statükonun sağ ve sol eleştirmenleri tarafından büyük bir ilgiye mazhar olan tartışmalı bir isim. Bu yüzden onun üzerine konuşmak yukarıda işaret ettiğim problematik ekseninde gittikçe daha acil bir mesele haline geliyor.

19. yüzyılın büyük küreselleşme döneminden neredeyse yüz yıl sonra benzer bir süreç içine girdi dünya. Önce (yeniden) ideolojilerin sonundan bahsetmeye başladık. Bu bahsi (90’larda) tarihin sonu ve (2010’larda) dünyanın sonu tartışmaları takip etti. Geldiğimiz yerde büyük umutların ve büyük felaketlerin arasında bir yerdeyiz. Kafamızda yığınla soru işareti var ama bir konuda kimsenin şüphesi yok: Politika geri döndü. Bir süredir ülke gündemini meşgul eden Z kuşağı tartışmasında bu ilginç paradoksu en net şekilde görebiliyoruz. Karakter itibariyle en apolitik kesim olduğunu düşündüğümüz gençlerden en devrimci politik hamleyi bekliyoruz. Ekonomistlerin başarısızlığı bir kez daha devrimcileri piste çağırıyor. Devrimi bir kopuş olarak kodlarız çoğu zaman. Eğer bugün çökmekte olan basitçe tüketim ekonomisi olsaydı işimiz kolaylaşırdı. Halbuki yaşadığımız ontolojik bir kriz. Buna uygun bir adlandırma da mevcut: Homo Economicus. Yaşadığımız krizi doğru anlayabilmek adına ilk önce “Eşref-i Mahlûkat”tan “Homo Economicus”a İnsanın büyük ilerleyişi(!) üzerine konuşmamız gerekiyor. Georges Sorel’in kitabını ilgi çekici kılan da benzer bir ekonomik refah döneminde (ki biz bu kısmı çoktan geçtik) bireysel faydacılığa dayanan liberal ahlakın karşısında insan onuruna ait bir kahramanlık ahlakını savunmasıdır. Bireyin yerine Kahramanın geçmesi sadece ahlakın değil yaşamın da yeniden yorumlanması anlamına geliyor elbette. Bu da bizi ahlaki krizin ontolojik krizle kesiştiği noktaya getiriyor. İnsanı yücelten (kutsal ve haklı kılan) “şey”in ne olduğuyla ilgili büyük soruya. Kılıç hakkından tüketici haklarına, yaşanan büyük dönüşüme. Fakat bir de ahlaki problemi aşan bir yaşamsallık meselesi var. Sekülerleşme tartışmasında bunu daha rahat görebiliyoruz. Yaşamın önemsenmesi tıpkı insanın kategorik değerliliği (“… lives matter”) gibi tutarsız. Tamamen kutsallıktan arındırılmış bir kutsallık. Ya da sıradanın yüceltilmesi olarak karşımıza çıkan bir başka tuhaflık. Ancak bu daha fazla devam edemez. Kriz derinleştikçe bazı şeyler netleşecektir. Hiçbir sorun kendiliğinden çözülmeyecek. Yine de artık şartlar daha müsait. Mesela Georges Sorel bugün on yıl önceye göre daha anlaşılır bir konumda. Onun konumunda bir değişiklik yok fakat dünya aynı yerde değil.

Şiddet Üzerine Düşünceler doğru zamanda yayınlanmamıştı. Ama kısa sürede talihi değişti. Kitabın talihindeki ani değişiklik gerçekte bize modern uygarlığın yaratıcı travmasını gösteren bir hız limitine sahip. Emekli bir mühendis olan Sorel sansasyon dolu kitabını 1908 yılında yayınlıyor. Fakat ben buraya geçmeden önce dönemin politik bağlamını anlamak için iki kitaptan daha bahsetmek istiyorum. İlk olarak sosyal demokrasinin ünlü teorisyeni Eduard Bernstein’in Evrimsel Sosyalizm kitabından söz etmek lazım. Bu kitap 1899 yılında yayınlanıyor. İngilizceye çevrildiği tarih ise 1907. Kitabın ana tezi küresel sistemdeki (radikal) ekonomik iyileşmenin sınıf çatışmasını soğurduğu ve toplumsal eşitsizliğin düzeltilmesi noktasında devrimci şiddetin ilerici rolünü geçersiz kıldığıdır. Bernstein küreselleşmenin politik angajmanları sulandırdığına ve daha önemlisi devrimci momentuma ait kitlesel mobilizasyonun sonuçlarına ahlaki bir açıdan bakıldığında ideolojik bağlılığın faydasının zararını (artık) karşılamadığına kanaat getirmiştir. Marks’ın halefi olarak görülen bir ismin devrimden vazgeçişi kişisel tercihin ötesinde anlamlara sahiptir. O kendisi adına değil, çağın ruhu olarak konuşmaktadır –tıpkı Marks ve Engels gibi. Nitekim ortodoks komünist partilerden kopan sosyal demokratlar (evrimsel sosyalizm taraftarları) sadece bir elit hareketi olmakla kalmadılar. Aksine, kopuş büyük ölçüde tabanda gerçekleşen bir fenomen olarak belirdi. Yüzyılın sonuna doğru Avrupa’da emekçileri temsil hakkını yeni sol (evrimci ılıman) eski soldan (devrimci radikal) devralmıştı. Bernstein’in kitabı aslında modern çağın temel meselesinin, yani sınıf çatışmasının halledildiğini ilan ederek bir anlamda Fukuyama’dan neredeyse bir yüz yıl önce tarihin sonunu ilan ediyordu. İdeolojik olarak olmasa da politik olarak. Ancak Fukuyama’ya referansla düşünmemiz gereken bir başka ilginç kitap daha yayınlanıyor bu dönemde. Hatta bu kitabın modern siyasetin (sınıf çatışmasıyla bağlantılı) öteki gündemi olarak uluslararası jeopolitik rekabetin geleceğine dair anti-jeopolitik ekonomizmin gelişmesi sürecinde Tarihin Sonu kitabının öncülü olduğunu söyleyebiliriz. Evrimsel Sosyalizm kadar akademik literatürde yeri olmasa da yayınlandığı dönemde en az onun kadar ses getiriyor. Norman Angel’in 1910 tarihli Büyük İllüzyon kitabından bahsediyorum. Kısaca özetlemek gerekirse Angel küresel ticaretteki -gittikçe derinleşen- karşılıklı bağımlılığın devletler arası savaşları işlevsiz hale getirdiğini savunuyor. Küreselleşen ekonomiyle birlikte artık ülkelerin toprak kazanmak için savaşmalarına gerek yok. Uluslararası ticaret küresel pazarın agresif şekilde büyümesine hizmet ettiği ölçüde liberal ekonomizme eklemlenmeye gönüllü olan toplumların refah seviyesinde kayda değer artışlar meydana getirmektedir. Ticaretin getirisi jeopolitik çatışmaların “sözde” faydasından katbekat fazladır artık. Angel’in satırlarında parlayan motto bize çok tanıdık gelecektir: “Savaşma, yarış”. Ya da “pazar büyüsün, herkes kazansın”. Elbette Norman Angel’in kehanetinin bir fiyaskoya dönüşmesi uzun sürmedi. Ancak küreselleşen ekonomik sisteme olan güveni o kadar fazlaydı ki Büyük Savaşa aylar kalmışken bile baskın devletler arasında savaş çıkma ihtimalinin imkânsıza yakın olduğunu söylemeye devam ediyordu. Bernstein’in toplumsal barışı ve Angel’in uluslararası barışı sağlama noktasında liberal ekonomizme bel bağlaması çağın ruhunu göstermesi açısından önemli. Bu döneme “Uzun Barış” denilmesi boşuna değil. Çağdaş ifadelere bakıldığında kolektif umudun “Ebedi Barış”a yönelik olduğu da açık. Georges Sorel’in kitabını yayınladığı tarih iki ismin -Bernstein ve Angel- kitaplarını yayınladığı döneme denk düşüyor. Zaten Sorel’in hedef aldığı nokta da Bernstein ve Angel’de olumlanan liberal ekonomizm olacaktır. Bu yüzden biz Şiddet Üzerine Düşünceler’de liberal ekonomizmin yanlışlanmasıyla değil, olumsuzlanması ile karşılaşıyoruz. Liberal ekonomizmin ebedi barış getireceği düşüncesi yanlışlanmıyor çünkü bu aşamada bir düşünce olarak “barış” olumsuzlanıyor.

“Sezar’ın popülizmi nasıl ve ne şekilde Sulla’nın cumhuriyetçiliğine galip gelebilir? Halk neden “yasa” yerine “lider”e boyun eğer? Liberal bakış bu sorularda kararan bir dünya manzarası görebilir. Oysa Sorelci bakışa göre yasa (devlet) yerine insanı (lider) tercih etmekten daha “insani” ne olabilir ki?”

Georges Sorel, irade ve (bir dava uğruna) mücadele gibi kavramların romantik jestler (ya da hamasi hezeyanlar) olarak görüldüğü bir çağda insan hayatını değerli yapan gerçek “şey”in peşindeydi. Şiddeti lanetli kılan çıplak hayatın kutsallığı ise, çıplak yaşamı kutsal kılan nedir? Sahiden liberaller haklı olabilir mi? Hiçbir şey insan hayatından değerli değil midir? Peki, insan hayatını bu kadar değerli yapan nedir? Elbette bütün bu sorular son derece meşrudur. Devrimci şiddeti ahlaki saiklerle yargılayan ve sonunda artık bugün çoktan aşina olduğumuz “en kötü barışın en iyi savaştan ehven olduğu” düşüncesini (Dayton Dogması) kendinden menkul bir hakikat olarak sunanlar hegemonyanın evrensel diskuru içinde konuşmaktadırlar. (Sorel’in sol kanat öğrencilerinden) Antonio Gramsci’nin özetlediği şekliyle “barış” fikri esasında maddi güce dayalı çıplak hâkimiyetin ideolojik hegemonya biçimini almasına olanak sağlamaktadır. Ama yine de Georges Sorel’in toplumsal barış söyleminin ezilenlerin öfkesini yatıştırmak için kullanılan taktik bir araç olmasıyla pek fazla ilgilendiğini söyleyemeyiz. Onun takıldığı yer “değer” (“matter”) tartışmasıdır. Liberal hak felsefesine yönelik kapsamlı eleştirisi bir bakıma modern doğalcılığın yapı sökümüne dayanır. Verili olan “iyi”nin karşısında fethedilmeyi bekleyen “yüce”nin konumlanışı Marksizmin varoluşçuluğa entegrasyonu projesinin ilk ayağını oluşturmaktadır (Zeev Sternhell’e göre bu proje Marksizmin anti-rasyonalist revizyonundan ibaretti).

Ahlak sorunu şiddet sorunuyla birlikte düşünülmelidir. Sorelcilik ise şiddeti değerlendirirken, Marksizmden farklı olarak, işlevselci görüşe bağlı kalmaz. Hegel’in “tarihi ilerleten kötülük” fenomeni etkisini yitirmektedir. Yeni görüşe göre insanlık ilerlemez, düşer. (Düşen) insanlık onu kurtaracak bir kahramana ihtiyaç duyar. İşte ahlak denilen idea da kahramanın eyleminde açığa çıkacaktır. İster antik masalsı şekilde isterse de Kant’ın kategorik buyruğunda olduğu gibi modern bir görünümde olsun, yücelik duygusu Mesihçi fedakârlığın içinde gelişmelidir. Fakat Kahraman’ın yüceliğini hümanist iyilikten ayıran fonksiyon onun moderniteye içkin sahte eşitsizliği bozmaktaki ısrarıdır. İnsanın “kendini gerçekleştirme” iradesine olan inancı liberallerin sıkça alıntıladığı bir öz yeterlilik becerisinden farklı olarak Kantçı özdeşleşmenin yadsınmasını gerektirir. Hani şu meşhur tümelin (insanlığın) tikelde (insanda) temsili meselesi. Ahlaki düzen Gramsciyen hegemonyadan ibarettir çünkü. İnsanlık basitçe kurbanlar ve kahramanlar olarak ikiye bölünmüştür. Bu noktada bir eşitlikten bahsedemeyiz. Evet, kahraman ödül veya övgü beklemeyecektir belki karşılığında. Zaten bir eylemi ahlakileştirmenin ön koşulu karşılık beklemeden yapılmış olması değil midir? Ancak daha dikkatli bakarsak, ironik olan da budur, Mesiyanizmin Hegel’in efendi-köle diyalektiğinin ayakları üstüne oturtulması olduğunu görebiliriz.² (Nietzsche Hegel’in sağlamasını Deccal kitabında İsevi çilecilikten Muhammedi iradeciliğe yönelerek yapmıştı.) Yine de cevaplanmayı bekleyen birtakım sorular vardır: Sezar’ın popülizmi nasıl ve ne şekilde Sulla’nın cumhuriyetçiliğine galip gelebilir? Halk neden “yasa” yerine “lider”e boyun eğer? Liberal bakış bu sorularda kararan bir dünya manzarası görebilir. Oysa Sorelci bakışa göre yasa (devlet) yerine insanı (lider) tercih etmekten daha “insani” ne olabilir ki? Üstelik Yasa’nın vaat ettiği koruyuculuğun karşısında Lider’in kurtarıcılığı çok daha cazip hale gelmektedir. Korunma altında belirgin olmayan acizlik kriz halinde mutlaktır. Kurtarıcıya karşı duyulan borçluluk hissi son derece yoğundur çünkü deneyime dayalıdır. “Koruyucu” da tıpkı “kurtarıcı” gibi yokluğunda insanları büyük tehlikelerin beklediğini söyler. Ancak bunu ispat edemez. Oysa kurtarıcının varlığı ispatın ta kendisidir. Bu yüzden halk kurtarıcıya (lider) tapar fakat koruyucuya (devlet) karşı nankördür. Georges Sorel düşen insanlık metaforuyla Hobbesçu projeye karşı çıkmaktadır: Korku insanlar arasında bir çatallanma yaratır. Onları eşitlemez, farklılaştırır. Bu ontolojik bir farklılaşmadır ve temelde Hobbes’un kendi politik deneyimine daha uygundur. İngiliz İç Savaşı’ndaki cumhuriyetçi damarın gelişimi en sonunda monarşist legalizmin Cromwell’in diktatörlüğüne dönüşmesiyle neticelenmişti. İngilizler yasanın otoritesini yeniden tesis edebilmek için eski rejime geri dönmek zorunda kaldılar. Hobbes’un monarşist mi cumhuriyetçi mi olduğuysa hâlâ tartışmalıdır. Cromwell’in resmi unvanının “Lord Protector” olduğunu düşünürsek Hobbesçu projenin açmazı daha iyi anlaşılabilir.

Clausewitz’in çizdiği sınırı aşarak Georges Sorel “şeytanlar”a savaş açmıştır. Bu apokaliptik dilin altında, Juilliard’ın sandığının aksine, salt estetik meraktan ya da yapay cennetin monotonluğundan kurtulma isteğinden fazlası vardır.

Walter Benjamin, sıkça Georges Sorel’i işaret ederek, şiddeti hukuk kuran ve hukuk koruyan olmak üzere ikili bir tasnif içinde sunmuştu. Bu önemlidir. Çünkü “kuruculuk” ile “koruyuculuk” arasındaki ayrım temelde liberal ekonomizmin derin çelişkisine dokunmaktadır. “Şiddet” ile “yasa” arasındaki çelişkinin ya da “barış” ile “savaş” arasındaki çelişkinin ve hatta “ödev” ile “fayda” arasındaki çelişkinin de ötesinde, Kojin Karatani’nin ifadesiyle “kapitalizmi demateryalize eden” risk ile güven arasındaki çelişkiye dokunmaktadır. (Böylelikle Liberalizmin tarihsel düşmanlarının, devrimciliğin ve muhafazakârlığın, aslında -Wallerstein’in haklı çıktığı nokta- onun yansımalarından ibaret olduğunu fark ederiz.) Riskin kuruculuğu ile güvenin koruyuculuğu arasında açık bir gerilim vardır. Georges Sorel’in şaşırtıcı boyutlara varan “America” güzellemesinde bu gerilimin etkisini kolaylıkla hissedebiliriz. “Amerikalıları fetih ve av peşinde bir ırk olmaya çağıran” Roosevelt’e yaptığı atıf askeri ruh ile kapitalist zihniyet arasında bir “sınır kapısı” olarak erkeklik meselesini düşündürür.³ Acaba bu noktada kapitalizmi “herkesin herkesle savaşı” olarak kodlamak mı daha kullanışlıdır yoksa Karatani’nin buyurduğu şekliyle bir ideal olarak bunun kaba materyalizminin ardında duran güven duygusuna, yani kredinin varlığına işaret etmek mi?⁴ Cevaptan bağımsız düşünülmesi gereken amaçlardan ayrık olarak eylemi estetikleştirmenin nihilizme yol açıp açmayacağıdır. Georges Sorel’in Amerikancılığı ve hatta korsanlığa sıra dışı övgüsü de Nietzsche’nin nihilist olduğuna yönelik büyük yanlış anlaşılma gibi “değer” tartışmasının es geçilmesinden kaynaklanmaktadır. Şüphesiz kahramanlığın ön koşulu eril enerjidir. Ancak bu yeterli değildir. Eğer yeterli olsaydı kahraman ile düşmanı arasındaki epistemik fark ortadan kalkardı.

Jacques Juilliard, Sorel için önemli olan tekilliğin “savaşın gerçekleşmesi” olduğunu söyler. Bu nedenle, nihilist değilse bile, onun ahlakı geçici bir ahlaktır.⁵ Ben o kadar emin değilim açıkçası. Şiddet Üzerine Düşünceler’de savaşçının girişimciden ayrıldığı noktalar göze çarpar. Yukarıda değindiğim kendini feda etme şartı, ki aslında burada söz edilen kendini kurban etmekti, ekonomik rekabetçiliğin içerdiği yoğun egoizmin aşılmasını emreder. Böylelikle hem materyalizmin foyası ortaya çıkar hem de insan anarşizan izolasyon yerine Mesiyanik eylemin ahlakileştirdiği bir hakimiyet diskuru içinde yeniden tanımlanır. Anarşizmde kendine ait bir mülk olarak tanımlı bireyin aksine Mesiyanik özne düşmanını mülksüzleştirirken kurbanı da kamulaştırmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla kurban tarihe mal olur. Çünkü kamusal olan sadece tarihtir ve tarihe “mal” olan, tarihin öznesine “mal” olmuş olur. Kurtarıcının kurtarılan üzerinde tesis ettiği hakimiyetin dinsel bir boyutu olduğu çok açıktır. Fakat yine de Sorelcilik, Mesiyanist mübadeleden çok “eskatolojik düşman” imajına dayanmalı. Zaten destansılığa olan inatçı vurgularında hep İsa’nın empatisini bozan bir histeriklik vardır Sorel’in. Düşmana olan öfkesi kurbana karşı duyduğu merhametten daha güçlüdür.

Düşmanın eskatolojik bir formda oluşu savaşın gerçeklikten koparak mutlaklaşmasına hizmet edebilir. Her ne kadar bu kopuş şiddeti sınırlandıran politikanın sonu olsa da ahlaki tavır “dünyevi kaygıların unutulduğu bir vecd anında” görünür. Devrimci şiddeti devletler arası savaşlardan ayıran belki en önemli unsur bu dinselliktir. Clausewitz’in çizdiği sınırı aşarak Georges Sorel “şeytanlar”a savaş açmıştır. Bu apokaliptik dilin altında, Juilliard’ın sandığının aksine, salt estetik meraktan ya da yapay cennetin monotonluğundan kurtulma isteğinden fazlası vardır. “Güç arzusu” veya “kıyımın verdiği şehvet” gibi ifadeler metnin genel çerçevesini gerçekten de dönemin neoklasik ilgilerinin belirlediği izlenimini verir. Tragedyanın (yeniden) doğuşu tarihsel ideallerin kişileşmesini sağlamıştır. Böylece kölemenlerin kalplerindeki intikam umudunu kışkırtan yeni Spartaküsler ortaya çıkabilmiştir. Şiddetin şiddeti ise ideallerin kişileşmesinde tavındaki demiri döven çekicin kuvveti gibi ahlaki duyguları şekillendirir. Savaş belki insanları daha ahlaklı yapmaz ama ahlakın salt bir idea olmaktan çıkarak bedenleşmesine neden olur. Hegel’in “yürüyen tarih”i, Sorel’de “yürüyen ahlak”a dönüşmüştür.⁶

Bu nedenle sağ ve sol liberallerin devrimcilere yönelttiği estetizm eleştirisi anlamsızdır. Militan çocuksu bir saflıktadır. Ama çocuklardakinden farklı olarak bu kategorik saflık değildir. Hareketin uğrattığı yıkımın sonucudur. Devrimci coşku gündelik hayatın yapaylıklarına meydan okur. Düşünceyi askıya alır. Gerilme anında tüm teatrallik bozulur.⁷ Dikkatli bakıldığında aslında Sorel’in liberalleri estetist olmakla suçladığı görülecektir. Çünkü Sorel’e göre efendiler kendi sınıf çıkarlarını kölemenlere evrensel ahlak ambalajı içinde sunmaktadırlar. Bunu da ancak kavramları içeriksizleştirerek yapabilirler. Şiddet eleştirisinde vurgulanan yaşamın kutsallığı meselesinde olduğu gibi her kavram kendi başına bir değere dönüşür. Georges Sorel Kantçı ahlakın sonunda nihilizme çıkacağını fark etmiştir. Tanrısız ekümenik boş bir imajdır. Ayrıca liberal ahlakçılığın ekonomik temeli de zayıftır. Ticaret ahlakı poz kesmekten ibarettir. Özveriye değil, kurnazlığa dayanır.⁸

“Sorel’in kitabı yayınlandığı zaman da ona karşı aşağı yukarı böyle yadırgayıcı bir bakış hakimdi. Hemen hemen her aklıselim insan Avrupa’da barışı savunuyordu. Şiddeti ise kınamaktaydı. Ama kısa süre içinde liberal ahlakın tam da Georges Sorel’in söylediği gibi boş bir imajdan ibaret olduğu ortaya çıktı.”

Şiddet Üzerine Düşünceler’de Georges Sorel’in liberal ahlakçılığın kökeninde tüketici ahlakının olduğuna yönelik saptaması çok soyut bir felsefi bakışla ekonomik sistemin geleceğini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Üretici güçleri tüketicilere dönüştüren Fordizmin hayaleti bu satırlarda gezinmektedir. Keynes’in büyük reformu ekonomik faaliyetin merkezini üretimden tüketime çekerek efendileri köleye, devrimcileri bireye, propagandacıları ise reklamcıya dönüştürmüş ve böylelikle kapitalizmi geleceğe taşıyabilmiştir. Sorelci ahlak tasnifi Fordizmin liberal ahlakçılık için kaçınılmaz bir altyapı dönüşümü olduğunu söylemektedir bize. Nitekim üst yapıda, yani liberal ideolojinin bünyesinde yaşanan kriz savaş sonrası dönemde alt yapıda gerçekleşen bu radikal dönüşüm sayesinde aşılmıştır. 1929 krizinden başlayarak adım adım örgütlenen tüketim toplumu baskın bir kültür ve zihniyet değişimine işaret eder. Sorel’e göre tüketici ahlakı tanrının bıraktığı boşluğu doldurması gereken insanı yeniden en ilkel hale, kemirgenlere çevirmektedir. İnsanlık tanrılaşması gerekirken hayvanlaşmaktadır. Eşref-i mahlûkat katına çıkması gerekirken esfel-i safilin çukuruna düşmektedir. Gerçekten de Sorel’in kahraman ahlakı ile kemirgen ahlakı arasına koyduğu sınır taşı şeref kavramıdır. Tolstoy’un “İnsan ne ile yaşar?” sorusuna Şiddet Üzerine Düşünceler’de “şerefiyle” cevabını verir. Böylece şereften yoksun bir hayat salt estet bir objeye dönüşerek değersizleşir. Dolayısıyla ölümleri de etiğin konusu olamaz. (Heidegger’e atıfla şöyle de söyleyebiliriz: Sadece kahramanlar ölürler, kemirgenler telef olur.) İnsanı kemirgenden ayıran ve tanrıyı ikame eden bir konuma taşıyan şerefidir. Eğer bizi nihilizme saplanmaktan kurtaran bir kutsal kaldıysa bu ancak insan onuru olabilir. Peki, neden yalnız insanlardır onurlu olabilen? Çünkü sadece insan yüce idealler uğruna maddi dünyanın ötesine geçerek ölümü göze almaktadır. Maddenin sahte idealizmini parçalayan ve ideallerin maddeleşmesini sağlayan işte bu büyük kahramanlık anlarıdır. İnsan, hayvanların aksine, sadece ekmeğinin peşinde koşan bir kemirgen değildir. Yaşama amacı ne pahasına olursa olsun hayatta kalmak değildir. Onunkisi yaşanmaya değer bir hayat olmalıdır, şerefli bir hayat.⁹

Georges Sorel ahlak anlayışındaki bu yenilenmeyle birlikte aslında Marksizme de yeni bir açılım getirmiştir. 19.yüzyılda yaşanan büyük küreselleşmeyle birlikte alt sınıfların maddi durumlarında kayda değer bir iyileşme görülmüştü. Bunun sonucunda ilerici güçler arasında revizyonist eğilimler güçlenmeye başladı. Kapitalizm halka asgari yaşam koşullarını sağladığı müddetçe toplumsal eşitsizlik görmezden gelinebilirdi. Sorel’in itirazı işte böyle bir ortamda gelişti. Ona göre devrimciler ekonomizmi tümden reddetmeliydiler. Kapitalizmin yarattığı ruhsal tahribat maddi sonuçlarından daha önemliydi. Yıkılması gereken kölelik düzeniydi. Ama ekonomik sonuçlarından ötürü değil. İnsan onuruna aykırı olduğu için. Bu nedenle kölelerin maddi durumlarındaki iyileşmelerin hiçbir önemi olamazdı. Sömürü sürdükçe kölelerin efendilerine karşı her çeşit şiddet kullanımı onların doğal hakkı olacaktı. Ahlaki olan buydu: İnsanın onuru için savaşması. Evet, belki şedit düşünceler bunlar. Sorel’in kitabı yayınlandığı zaman da ona karşı aşağı yukarı böyle yadırgayıcı bir bakış hakimdi. Hemen hemen her aklıselim insan Avrupa’da barışı savunuyordu. Şiddeti ise kınamaktaydı. Ama kısa süre içinde liberal ahlakın tam da Georges Sorel’in söylediği gibi boş bir imajdan ibaret olduğu ortaya çıktı. Avrupalılar söyledikleri gibi vicdanlı değildi, sadece rahatlarına düşkündüler. Rahatları bozulduğunda Avrupa’nın vicdani retçileri hızla tarihin gördüğü en gaddar şovenistlere dönüşecekti. Sorel ekonomik çöküşü öngörmemiş olabilir. Ama böyle bir ihtimalin neye mal olacağının gayet farkındaydı. Büyük küreselleşme büyük savaşla son buldu. Uzun barış yerini uzun savaşa bıraktı. Medeniyet barbarlığa teslim oldu. Peki bu trajedi bugün bize ne söylüyor? Bu soruya kısa bir cevap vermek zor. Ama belki de cevap vermeye bile gerek yok. Zaten cevabın içinde yaşıyoruz.

Referanslar:

1. Jacques Julliard, “Düşünme Tehlikesi Pahasına”, Şiddet Üzerine Düşünceler içinde, s. 28. 

2. Georges Sorel (2021), Şiddet Üzerine Düşünceler, çev. Anahid Hazaryan, Telemak Kitap s. 230-38.

3. A.g.e, s. 289.

4. Kojin Karatani (2017), Dünya Tarihinin Yapısı, çev. Ali Karatay, Metis Kitap.

5. Jacques Julliard, Düşünme Tehlikesi Pahasına, s.29.

6.  Georges Sorel, Şiddet Üzerine Düşünceler, s. 288.

7. A.g.e, s.229

8. A.g.e, s.239-49

9. A.g.e, s. 260-61

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir