Milliyetçilik(ler) Üzerine Düşünmenin ve Söylemenin Sıradanlığı
“Hareket bir irade edimidir. 21. yüzyılın içinden geçmekte olduğumuz ‘alacakaranlık kuşağında’ en çok ihtiyaç duyduğumuz şey bu iradedir.”
Bu deneme bir tehlikeye işaret ediyor. Böyle olduğu için bu denemenin bizatihi kendisi de tehlikeli. Çünkü – en baştan ifade edeyim – bu yazıda küresel ölçekte tırmandırılan milliyetçilik, ırkçılık, popülizm, hükümranlık vb. söylemlerin insanlığın geleceği adına ne kadar tehlikeli olduğu gerçeğini dile getirmeyeceğim; belki bu söylemlerin kendilerinden kat be kat daha tehlikeli olduğuna inandığım bir başka olguya dikkatlerinizi çekmek isterim: milliyetçilik ve tehlikeleri üzerine düşünmek ve söylemek bugün artık çok ‘sıradan’. İlave edelim: milliyetçilik ve tehlikeleri üzerine onca söylenenlere, yazılıp çizilenlere rağmen olan bir şey de yok yahut koparılan bunca kıyamet karşısında olan biten oldukça ‘önemsiz’ ve ‘sıradan’! Kehanet tutmadı! Tutmaz mı? Ya tutarsa?!
Ertelenmiş ve sürekli ertelenen bir zamanda yaşamak zordur. Gerçekte bu durumda yaşamaktan bahsedilemez. Kişi gelecek bir zamanda yaşayacakları uğruna içinde bulunduğu an’ı iptal eder. Bekler. Belirsiz bir gelecekteki belirsiz bir an’ı bekler. Belirsizliği beklemek, beklemenin doğasında var olan ağırlığı bir kat daha arttırır. Hareketsizlik, ertelenmiş zamanların karakteristiğidir. Hareketsiz bir yaşamdan bahsetmek mümkün müdür? Her canlının yaşamı hareketle başlar. Öyle ki hareket yaşam belirtisi olarak algılanır. Ertelenmiş zamanlar, Jean Baudrillard’ın Çaresiz Stratejiler’indeki [1] etkileyici ifadesiyle “herkesin her şeyden haberdar olup hiçbir şey yapmadığı, her şeyle dayanışma içinde görünüp yerinden bile kıpırdamadığı…” zamanlardır. Belki ertelemenin ardında yatan en önemli etken bireyin ve toplumun kendini çaresiz hissedişidir. Bu duygu hareketin önündeki en temel engellerden biridir. Çaresizlik hareketsiz kılar. Yine de çaresiz kişi ve toplumlar konuşmaktan ve ‘çaresiz stratejiler’ geliştirmekten geri durmazlar. Bu, onlara sahte bir ‘bir şeyler yapıyormuş olma’ hissi verir. Oysa performatif bir self-kandırmaca ertelenmiş zamanların üzerini örtmektedir.
Milliyetçilik cereyanları, aslında Fransız Devrimi’nden bu yana her devirde toplumsal-kültürel açıdan hâkim ideoloji olma vasfını bir biçimde devam ettirdi. Bu arada farklı düşünce gelenekleriyle ilişkiye geçti, değişik formlar kazandı. Siyasal iktidar olduğu dönemlerde sert toplumsal mühendislik projelerini uygulamaya geçirmekten geri durmadı; diğer durumlarda ‘vatanseverlik’ten dine, kapitalizmden sosyalizme pek çok kavram, olgu ve sistemle iç içe veya yan yana gelerek yeni siyasal kalıplar ve ittifaklar geliştirdi. Bu yönüyle milliyetçilik daima bir hükümranlık ideolojisiydi. Öte yandan sabit ve fetişleştirilmiş aidiyetlere yaslandığı için, geliştirdiği tüm politik ilişki ve ittifaklara rağmen, her zaman kapalı bir ideoloji olarak kaldı.
20. yüzyıl büyük bölümüyle bir ‘milliyetçilikler çağı’ idi. Ne var ki en parlak ve başarılı günlerini oldukça uzak bir geçmişte arayan bir topluluğun nostaljik bir gelecek tahayyülü ancak ve ancak kendisi gibi diğer milliyetçiliklerle bir çatışma öngörüsü üzerine kurgulanabilirdi. Son kertede tarihi deneyim ortaktı; tüm ‘uluslar’ ortak bir zamanı yaşamışlardı. O halde sadece tek bir ulusa ait bir gelecek tahayyülü, diğerlerinin tarihsel hafızadan silinmesini gerektirecekti. Oysa hafıza canlı ve oracıkta duran bir şeydi. Hafızanın yok edilmesi yalnızca bir biçimde mümkün görünüyordu: ortak hafızaya sahip ‘öteki’lerin ortadan kaldırılmasıyla. Elbette bu, vahşi olduğu kadar gerçekleştirilmesi de güç bir projeydi. Zira milliyetçiler düşman kardeştiler. Tarihsel, toplumsal ve politik var oluşları birbirine çok benzer süreçlere dayanıyordu. Birbirlerinden çok şey öğrenmişlerdi. Şimdi bindikleri dalı kesmeye niyetlenmişlerdi. Reel politik kibir, hayali bir hükümranlık tutkusuyla her şeyi yaptırabilirdi. Öyle de oldu.
Çoğu tarihçi ve siyaset bilimci, geçtiğimiz yüzyıl için ‘aşırılıklar çağı’ nitelemesini kullanmayı sever. Bunda hiç şüphesiz haklılık payları yüksektir. Bunu inkâr edemeyiz. Yine de bu ‘aşırılıklar çağı’ndan geriye ne kaldığını, yeni bir binyıla neyi miras aldığımızı sorgulamamız gerekir. Aslında 20. yüzyılın kapanmadığını söylemek istiyorum. 1990’lardan itibaren geride bırakmaya hazırlandığımız ‘aşırılıklar çağı’nın sadece üzerini örttük. Onu, tüm aşırılıklarıyla beraber ertelenmiş zamanlarımızın içine süpürdük.
“Mutlak ve üstün bir hak olarak ‘ulusal hükümranlık hakkı’ herhangi bir durumda, ulusun mensuplarından bir bireyin veya bir topluluğun temel haklarıyla çeliştiğinde ne olacaktır?“
Bugün, 21. yüzyılın sadece ilk iki on yılını tüketmiş olduğumuz halde geriye dönüp baktığımızda, insanoğlunun geçtiğimiz yüzyılı hiç de aratmayacak derecede aşırılıklarla, kan ve gözyaşıyla sınandığını görmemek elde değildir. 21. yüzyıl, 20. yüzyıldan daha farklı ve daha mı iyimser koşullara sahiptir? Elbette, hayır! İnsanlık, tarih içerisinde sırtına yüklenmiş olduğu ağır yükle düşe kalka yürürken kendisine sürekli olarak yeni teselliler, yeni sığınaklar da arıyor. Aidiyetlerimiz bu zor yolculukta kendimizi zaman zaman veya her zaman içine attığımız, bazen saklandığımız bazen sığındığımız mağaralardır. Burada bizim gibi olan, bize benzeyen insanlarla birlikte olduğumuz müddetçe kendimizi rahat ve huzurlu hissederiz. En azından dışarıda bizi bekleyen tehlikeler karşısında korunaklı bir durumdayızdır. ‘Ulus-devlet’, Batı Avrupa’da uzun ve karmaşık tarihsel-toplumsal süreçlerin sonunda diğer tüm aidiyet ve bağlılık biçimlerinin yerini alırken, büyük bir düşünsel, politik ve kültürel dönüşüm de ona eşlik etmekteydi. Bir toplumsal-politik form olarak ‘ulus’ ile onun mensupları olan bireyler arasında tarihsel bir özdeşlik varsayımına dayanan bu yeni örgütlenme modeli homojen ve tek-tip bir yapı öngörür. Bu şekilde ‘ulus-devlet’ kendisine vatandaşlık bağı üzerinden tam bir sadakat gösteren mensuplarını içeride ve dışarıda tehlikelerden korur. Böylece karşılıklı rıza temelinde yapıldığı varsayılan bir ‘sözleşme’ gereğince ‘ulus-devlet’ mutlak bir ulusal hükümranlık hakkı karşılığında vatandaşlarına güvenlik ve emniyet sunar.
Bu felsefi-politik yaklaşımdaki en büyük paradoks tam da bu noktada açığa çıkar. ‘Hükümranlık hakkı’ aslında Katolik teolojideki ‘Tanrı’nın hükümranlığı’ anlayışından devşirildiği için tıpkı ona benzer biçimde mutlaklık ve eşitlik tanımayan bir üstünlük içerir. Mutlak ve üstün bir hak olarak ‘ulusal hükümranlık hakkı’ herhangi bir durumda, ulusun mensuplarından bir bireyin veya bir topluluğun temel haklarıyla çeliştiğinde ne olacaktır? Ya da daha ötede bütün tartışmanın en temelinde yatan ‘insan haysiyeti / onuru’ ile çatıştığında hangisi tercih edilecektir? Politik-teolojik hükümranlık hakkı, tarihsel-beşeri-ahlaki ‘insan haysiyeti’ ile bir kez daha karşı karşıya gelmiştir. Günümüzün ‘milliyetçilikler problemi’nin en can alıcı ve acil boyutu budur. Fakat bu defa ertelenemeyecek kadar acil ve yaşamsaldır.
Bu denemenin bir tehlikeye işaret ettiğini söylemiştim: milliyetçilikler ve tehlikeleri üzerine düşünmenin ve söylemenin sıradanlığı, sıradanlaşması. Gerçekte bununla problemin ötelendiğini, önemli bazı noktaların üzerinin örtüldüğünü ve bunun aynı zamanda bir ‘çaresizlik stratejisi’ olduğunu ileri sürmek istedim. Fakat bu yazı böyle bir tehlikeye işaret ettiği oranda bir harekete de çağırıyor. Her hareket özellikle ve öncelikle an’a yöneliktir, an’da vuku bulur. Hareket gerçekleştiği anda artık ertelenemez. Hareket bir irade edimidir. 21. yüzyılın içinden geçmekte olduğumuz ‘alacakaranlık kuşağında’ en çok ihtiyaç duyduğumuz şey bu iradedir. Çaresizlik stratejilerine karşı yükselecek olan irade içimizden çıktıktan ve hareketi doğurduktan sonra sonsuzluğa yönelecektir. İnsanlık bir kez daha onurunu korumak adına bu yaratıcı iradeye muhtaçtır. En çok ona muhtaçtır. Ekmek kadar, su kadar… Hiç solmayacak bir gül kokusunda saklı olan…
[1] Çaresiz Stratejiler, Jean Baudrillard, çev. Oğuz Adanır, İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2021.