Karanlık Zamanlarda İnsanlar-Hannah Arendt Okurları Hakikat Sonrası Başkanlığı Nasıl Yanlış Anladı?
“Totaliter yönetimin ideal öznesi ikna edilmiş bir Nazi ya da ikna edilmiş bir komünist değildir. Gerçek ile kurgu arasında ve doğru ile yanlış arasında artık bir ayrım yapmayan insanlardır.“
Hannah Arendt, 1959 yılında arkadaşı Mary McCarthy’ye yazdığı bir mektupta sinir bozucu deneyimlerinin acısını yazıyor: Yazılarının The New Yorker tarafından teyide tabi tutulması. Arendt, önceki yazışmalarında derginin teyit biriminin “kendisine husumeti olan biri tarafından moralini bozmak üzere icat edildiği” şeklinde şakayla karışık üzüntüsünü dile getiren McCarthy ile hayal kırıklığını paylaşıyor. Cevabında teyitçiliğin (fact-checking) “işkencenin bir türü”, “boş ve anlamsız bir uğraş”, “yazar olmak isteyenlerin yazarları yargılama yollarından sadece bir tanesi” olduğunu belirten Arendt’in teyitçiliğe karşı tavrı kişisel bir rahatsızlık duygusundan çok daha derine uzanıyor. Çalışmalarında bilimsel terminoloji ve yöntemlerin insan hayatının her alanına sızmasını eleştiren Arendt’e göre bir argümanı bilimsel tınısı olan bir dille ifade etmek asla tahmin edilemeyecek veya bilinemeyecek olan şeyleri bilme ya da tahmin etme iddiasını taşıyor. Teyitçilik işte bu çok daha büyük eğilimin bir parçası. McCarthy’ye yazdığı mektupta “Bu eylem sahte bilimselciliğin bir biçimi” diyor. ”
Teyitçiliği küçümseyen bu alaycı ve melodramatik Arendt, Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesini takiben ortaya çıkan ve doğruların koruyucu meleği olarak sunulan yeni Arendt imajı ile büyük bir farklılık arzetmektedir. “Hakikat sonrası başkanlığa hoşgeldiniz” başlığını atan Washington Post editörü Ruth Marcus, Arendt’i “söz konusu fenomenin temellerini öngörüp açıklayan” düşünür olarak sunmaktadır. Michiko Kakutani, Hakikatin Ölümü: Gerçeklerden Nasıl Vazgeçip Trump ile Başbaşa Kaldık? başlıklı makalesinde benzer bir şekilde Arendt’i “kelimeleri farklı bir yüzyıldan gelmekten ziyade günümüzün siyasal ve kültürel iklimini tanımlayan” bir peygamber ilan etmektedir. Diğer yandan Washington Post, Hannah Arendt’in Totalitarizm Üzerine Çalışmaları Günümüz ABD’sini Nasıl Aydınlatıyor? başlığı ile okuyucu karşısına çıkmaktadır. Akademisyen Richard Bernstein ise New York Times’ta Arendt’in çalışmalarında “yalnızca 20. yüzyılın korkunç totalitarizmine ilişkin eleştiriler değil, aynı zamanda bugün ABD ve Avrupa siyasetini istila eden güçlere yönelik de bir uyarı da işittiğimizi” söylemektedir. Hızla çoğalan bu yazılar Arendt’in 1967’de New Yorker’da yayımlanan “Hakikat ve Siyaset” makalesi ve 1951’de yayınlanmış Totalitarizmin Kaynakları eserinden bir dizi benzer alıntı ile doludur. Kısa süre sonra Amazon’da Totalitarizmin Kaynakları tükenirken, kitabın tanıtım sayfasında şu soru yer almaktadır: “Böylesi bir kitap nasıl oluyor da günümüz hakkında bu kadar kuvvetli bir sesle konuşabiliyor?”
Trump seçildiğinde, maske takmayı reddettiğinde, hatta seçimi kaybettiğinde bile Arendt yaşanan her krizin yazılarındaki tahminlerin teyidi olduğu varsayılarak gündeme getirilmiştir. Times köşe yazarı Thomas Edsall, “Kongre 2020 Başkanlık Seçimlerinin sonucunu onaylamaya hazırlanırken, 1933’te tutuklandıktan sonra Nazi Almanya’sından göç eden Arendt’in sözleri yeniden anlam kazandı.” notunu düşmüştür. 6 Ocak’taki Kongre Binası baskınını takiben New York Times‘da yer alan haberde tarihçi Timothy Snyder, Trump’ın seçimi kazandığı yönündeki “büyük yalanı”; Hitler’in, Yahudilerin dünyayı yönettiği ve Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’yı sabote ettiği yönündeki “büyük yalanı” ile ilişkilendirmek için Arendt’e başvurarak “Hakikat sonrası, faşizmden bir adım öncesidir ve Trump da bizim hakikat sonrası başkanımız” ifadelerini kullanmıştır.
Samuel Moyn’un da gözlemlediği gibi Arendt “[Trump’ın] başkanlığını yorumlamak için en fazla kullanılan ve istismar edilen kaynak olmuştur.” Arendt’i alıntılayan Moyn’a göre “düşünce metinleri birçok insana ünlü bir ismin yüzeydeki parlaklığını ve aldatıcı derinliğini” sağlamıştır. Arendt’in öngörülerini vaaz eden yazılarda düşünürün teorileri genellikle bağlamsız kalmış, mevcut başkanın yanlış bilgi yaymasının tehlikeli olduğu gibi son derece açık bir önermeyi ifade etmek için gereksiz şekilde kullanılmıştır. Buna rağmen Trump’ın yalanlarının doğrudan kınanması için her ne kadar Arendt’e ihtiyaç duyulmasa da yazarın düşünceleri muhtemelen hiç beklenmedik bir konuda kullanışlı görünmektedir: Arendt’in fikirleri Trump’ın tuhaf çarpıtmalarının ötesine bakabilmek ve ABD siyasetinde uzun süredir devam eden yalan geleneği hakkında etraflıca düşünebilmek için son derece elverişlidir.
“Totalitarizmin Kaynakları kitabının vaizleri ABD’nin Trump yönetiminde totaliter bir diktatörlüğe dönüştüğünü iddia etme eğiliminde olmaktan ziyade Trump’ın siyaset yapma tarzının Arendt tarafından saptanan bazı uyarı sinyallerini taşıdığını düşünmektedir.”
Totalitarizmin Kaynakları metin neredeyse tamamlandıktan sonra bulunan ve bir anlamda yanıltıcı olabilecek bir başlığa sahiptir (Arendt taslak aşamasında kitaptan “emperyalizm kitabı” olarak bahsetmektedir.) İkinci Dünya Savaşı’ndan seneler sonra yazılmış olan Totalitarizmin Kaynakları, Avrupa’da totaliter yönetimin “saklı eğilimlerinin” izini sürerek Hitler’i anlamlandırma çabası olarak anlaşılabilir. Fakat üç bölümden oluşan kitabın ilk iki bölümü totaliter liderlerin yükselişiyle doğrudan ilgilenmek yerine Nazi Almanya’sından önceki yüzyılda antisemitizme ve emperyalizme odaklanmaktadır. Arendt’in en çok alıntılanan cümleleri Hitler ve Stalin’in rejimlerini incelediği “Totalitarizm” başlığını taşıyan üçüncü bölümde yer almaktadır. Fakat söz konusu bölümde yer alan analizlerin bile Trump’a uygulanması güçtür. Arendt’in tanımına göre totalitarizm “insan doğasını dönüştürme” teşebbüsünde bulunan, tebası üzerinde mutlak kontrole sahip olmak zorunda olan ve bu kontrol için sürekli bir genişlemeye ihtiyaç uyan bir tür “devridaim” makinesidir. Totalitarizm “nerede gücü eline geçirirse o ülkenin bütün sosyal, hukuki ve siyasal geleneğini yıkıma uğratır” diyen Arendt, totalitarizmin “parti sistemini tek parti diktatörlüğü ile değil, kitle hareketi ile yerinden ettiğini” eklemektedir. Yazara göre totalitarizm her zaman “iktidarın merkezini askeri ordudan polise kaydırmış ve açıkça dünya hakimiyetini hedefleyen bir dış politika kurmuştur.”
Adil olmak gerekirse, Totalitarizmin Kaynakları kitabının vaizleri ABD’nin Trump yönetiminde totaliter bir diktatörlüğe dönüştüğünü iddia etme eğiliminde olmaktan ziyade Trump’ın siyaset yapma tarzının Arendt tarafından saptanan bazı uyarı sinyallerini taşıdığını düşünmektedir. (“Hakikat-sonrası” “faşizmden bir önceki adımdır”, tam anlamıyla faşizm değil.) Ayrıca, Arendt’in komplocu düşünme tarzına yatkın olduğunu söylediği totalitarizm tebasına ilişkin bazı betimlemeleri, Trump destekçilerinin liberal karikatürlerine ilginç bir benzerlik göstermektedir. Bu duruma Arendt’in güncel çalışmalarda en fazla atıf yapılan şu pasajı örnek gösterilebilir:
“Totaliter yönetimin ideal öznesi ikna edilmiş bir Nazi ya da ikna edilmiş bir komünist değildir. Gerçek ile kurgu arasında (deneyimin gerçekliği) ve doğru ile yanlış arasında (düşünme standartları) artık bir ayrım yapmayan insanlardır.”
Arendt’e göre yekpare bir kontrol uygulama niyetindeki bir rejim için “ideal özne” soru sormayan kişiyi temsil eder. Düşünen bir özne o hareketin amaçlarına sempati duyuyor olsa bile her zaman görüş ayrılığına düşebilme potansiyeline sahiptir (Arendt’in danışmanı ve bir zamanlar sevgilisi olan Martin Heidegger, “ikna edilmiş bir Nazi” ve Üçüncü Reich’in yükselişini desteklemiş bir entelektüel olmasına rağmen rejim iktidarı ele geçirdikten sonra ideal bir özne olmamıştır: Hitler hükümetini hareketin “içsel hakikatine ve azametine” ihanet etmekle açıkça itham etmiştir). Arendt’in totalitarizmin insan doğasını dönüştürdüğü iddiası, bir rejimin mutlak kontrolü inşa edebilmesi için öznelerini tek vücut bir yapıya dönüştürmesi ve bireyleri özgür düşünme kabiliyetinden sıyırması gerektiği anlamına gelmektedir.
Arendt’e göre iki dünya savaşı arasındaki dönemde Avrupa’da yaygınlaşan sosyal atomizasyon ve topluluk bağlarının kopması her yere sirayet eden bir yalnızlık durumuna sebep olmuştur. Düşünür ideolojinin yalnızlaşmış zihinler için cazibesinden söz eder çünkü ideoloji modern hayata rengini veren gelişigüzelliği tek ve büsbütün açıklanmış bir anlatıya dönüştürerek “tüm rastlantıların kaynağında olduğu varsayılan ve her şeyi kapsayan bir kadir-i mutlak icadıyla bütün tesadüfleri ortadan kaldırmayı” vadetmektedir. Ne zaman gerçekliğin kırılgan ve tesadüfi olduğu hissedilse totaliter hareket “insan zihninin ihtiyaçlarına gerçeklikten daha uygun olan yalancı bir tutarlılık dünyasını icat etmektedir.”
“Eş merkezli iktidar dairelerinden, bürokratik sistemlerden ve arttırılmış polis gücünden oluşan totaliter rejim teşkilatı, “üyeleri kurgusal bir dünyanın kurallarına göre hareket eden ve tepki veren bir toplum” yaratma amacını taşır.”
Arendt nazizmi ve komünizmi tarihi evrensel yasalara göre hareket eden ve dolayısıyla tahmin edilebilir bir bilime dönüştürme çabası olarak görmüştür. Ona göre totaliter bir lider kendisini tarihsel olarak mukadder olanın vücut bulması ve kahini olarak sunar. Hitler’in Ocak 1939 tarihinde Reichstag’da yaptığı şu duyuruyu alıntılar: “Bugün bir kez daha bir kehanette bulunmak istiyorum, dedi. Yahudi finansörler … halkları yeniden bir dünya savaşına sürüklemeyi başarırlarsa, bunun sonucu … Yahudi ırkının Avrupa’dan silinmesi olacaktır.” Arendt’e göre Hitler’in burada söylemek istediği şudur: “Bir savaş çıkarmak ve Avrupa’daki Yahudileri öldürmek niyetindeyim.” Totalitarizm kehanet ve niyet beyanı arasındaki farkı anlamsız kılar. Arendt’in ifadeleriyle totaliter hareket bir kez iktidarı ele geçirdiğinde “totaliter diktatörün tahminlerinin doğruluğu ya da yanlışlığı etrafında dönen bütün tartışmalar, potansiyel bir katil ile bir sonraki kurbanının ölü mü yoksa sağ mı olduğunu tartışmak kadar anlamsızdır.” Katilin iddiasının doğruluğunu ispat etmek için kurbanını öldürmesi ihtimali gibi, mutlak kontrole sahip bir hükümet de teorik olarak tahminlerinin doğru çıkmasını sağlayabilir.
Fakat yekpare kontrol bir kuruntudan ibarettir; insan ilişkilerine yönelik bir tahmin ancak bütün insan özneliğinin silindiği bir dünyada yanılmaz olabilir. Dolayısıyla bu arayış mecburen dışarıda saldırganlık ve içeride terör ile sonuçlanır. Eş merkezli iktidar dairelerinden, bürokratik sistemlerden ve arttırılmış polis gücünden oluşan totaliter rejim teşkilatı, “üyeleri kurgusal bir dünyanın kurallarına göre hareket eden ve tepki veren bir toplum” yaratma amacını taşır. Totaliter hareketin taraftarları için rejimin yalanları “hayatlarının aritmetik kuralları kadar gerçek ve dokunulmaz bir parçasına” dönüşerek karşı çıkılması imkansız bir hal alır. Hatta liderler bile “iktidar mücadelesi sırasında belirlenen bu kurguyu ve bu kurgusal dünyanın kurallarını tutarlı bir şekilde takip etmeleri gerektiğine ikna olmuş durumdadır.” Arendt’e göre Hitler kendisini yaptığı tahminlere uygun davranmak ve çoğu zaman mantık ve kişisel çıkar ile ters düşmesine rağmen komploları kaçınılmaz sonlarına kadar takip etmek zorunda hissetmiş, gerçek dünyayı bunlara uygun olarak yeniden kurmayı hedeflemiş ve yalnızca yalan söylemek ile yetinmemiştir.
Trump’ı bu derecede incelikli bir şeyle suçlamak yalanlarını tamamen yanlış anlamaktır. Yalanları başlagıcından itibaren tesadüfi gelişen ve tepkisel durumlar olan Trump, herhangi bir tutarlılık ihtiyacı hissetmemiş, kendisini tarihi gelişmelerin doğal bir sonucu olarak konumlandırma baskısı ile sınırlandırmamıştır. Twitter hesabında QAnon komplo teorisi ile ilişkili hesapların yazdıklarını paylaşmasına rağmen Arendt’in “tutarlılığın yalancı dünyası” olarak tarif ettiği şeyi inşa etmek için yararlanabileceği bu komplo teorisini açıkça onaylamamıştır. İhtiyaç duyduğu gerçekleri icat etmiş, her yeri yanlış bilgi ile doldurmuştur. Bir yalan uydurmuş, medya söylediğinin teyidi ile meşgulken o çoktan bir diğer yalana geçmiştir. Destekçilerinin çoğunlukla yalanları ortaya çıktığında bile pes etmemeleri, Trump’ın mutlak bir otorite olarak konuşmak yerine avantajlı olan şeyi söylediğini anlamalarının bir sonucudur. Günün sonunda Trump’ın yalanları büyük bir teoriden ziyade kendi hisselerini yapay olarak yükseltmeye çalışan bir şirket gibi bir tür böbürlenmeye işaret etmektedir. Rakamları şişirmeye yönelmiştir: Ne kadar para etmektedir, yemin törenine kaç kişi katılmıştır, kaç oy almıştır vs.
Arendt’in çalışmaları üzerinden Trump’ı anlamaya çalışmak, Trump’ın yalanlarının nasıl işlediğini ve aslında ne olduğunu belirsizleştirmektedir: Totaliter dünya inşasından ziyade yönetim kurulu zırvalıkları. Yöntem olarak teröre başvurmaktan uzak olan Trump, yalanlarını eyleme dönüştürmek için çok küçük adımlar atmıştır. Medyayı düşman ilan etse de feshetmek için herhangi bir girişimde bulunmamıştır. 2020 seçimlerinin sonucuna itiraz ettiği zaman bile örgütlü bir askeri güç ile sahici bir darbeye kalkışmamış, meseleyi yalanları ve avukatları üzerinden sürdürmüştür. 6 Ocak olaylarında ise geleceğe dönük işe yarar bir plan yoktur zira Trump gerçekliği bükerek kendi kurgusal dünyasına dönüştürmeyi gerektiren totaliter çabayı göstermemiştir. Trump’ın yalanları hiçbir zaman zevahiri kurtarma amacının ötesine geçmemiştir.
“Eichmann’ın suretinde tecelli eden kötülük, kendi hüküm verme yetisini ihmal ederek, inşa edilmesine yardım ettiği sistemin doğruluğunu ve yanlışlığını değerlendirmekten uzak bir insana işaret etmektedir.”
Arendt sıklıkla alıntılanan “Hakikat ve Siyaset” adlı çalışmasında siyaset arenasında doğruların flulaşması ve yalanlar konularında tehlike çanları çalmamış, yalanların daima siyasetin bir parçası olageldiğini kabul etmiştir. “Hakikat ve siyaset arasındaki çatışma eski ve çetrefilli bir hikayedir” diye yazan Arendt, “Basitleştirme ve ahlaki kınama yoluyla hiçbir şey elde edilemez” diye eklemiştir. Her ne kadar Totalitarizmin Kaynakları kitabının içinde yer alsa da “Hakikat ve Siyaset” İkinci Dünya Savaşı’ndan on yıllar sonra yazılmıştır ve totalitarizm ile alakası nispeten zayıftır. En belirgin alt metni ise Arendt’in kendisini kuşatılmış dürüst bir kişi olarak algılamasıdır.
1963 senesinde New Yorker muhabiri olarak Adolf Eichmann’ın duruşmasını izlemek üzere İsrail’e giden Arendt’in Eichmann Kudüs’te isimli yayını ihtilaflara yol açmıştır. Mossad casusları Eichmann’ı ele geçirerek yargılanması için Kudüs’e getirmiş, fakat Arendt İsrail hükümetinin bu adamın suçlarına yönelik sahici bir yargılama yapmaya yanaşmaması üzerine dehşete düşmüştür. Eichmann nihai çözümün mimarlarından biri olsa da Arendt’e şeytani tasarımları olan bir canavar olarak değil, sıradan bir bürokrat olarak görünmüştür. Arendt kötülüğün sadist niyetleri olanlar tarafından değil, akıntıya kapılıp ne yaptığını düşünmeyi unutanlar tarafından sıradan ve sıkıcı yollarla gerçekleştirildiğini öne sürmüştür. Eichmann’ın suretinde tecelli eden kötülük, kendi hüküm verme yetisini ihmal ederek inşa edilmesine yardım ettiği sistemin doğruluğunu ve yanlışlığını değerlendirmekten uzak bir insana işaret etmektedir. Eichmann’ı şeytanlaştırmak suretiyle İsrailliler “kötülüğün sıradanlığını” anlamak konusunda başarısız olmuşlardır.
Bu durumu Eichmann’ın sempatik bir temsili ve Arendt’e göre Yahudi Konseyi’nin yaklaşan felaket karşısında daha fazlasını yapabilecek olan liderlerinin hiç de sempatik olmayan bir sunumu olarak gören birçok Yahudi gözlemci Arendt’in analizlerinden rahatsız olmuştur. Arendt’in tezi bazıları tarafından Eichmann’ın savunması olarak algılanmış ve büyük tepki toplamış, konseylerin Nazilerle iş birliği yaptığı iddiası ise değerlere hakaret eden bir yalan muamelesi görmüştür. Teyit yoluyla Arendt’in iddialarını tekzip etmek için birçok yazı (hatta bir tane de kitap) kaleme alınmıştır. Bunun üzerine Arendt, McCarthy ve Daniel Bell ile yalanlamaları yalanlamak için çok sayıda makale yayınlamıştır.
Bu itirazların sonucu olarak ortaya çıkan “Hakikat ve Siyaset” Arendt’in bu haksızlıktan duyduğu öfkeyi ele alma girişimidir. Yazıya eşlik eden öfkeye rağmen eser hakikatin ve yalanların siyaset alanında nasıl işlediğinin sistematik ve tarafsız bir açıklamasını sunmaktadır. Arendt öncelikle rasyonel hakikati (matematiksel hakikat, aksiyom ile ispatlanabilen her şey) olgusal hakikatten ayırt etmekle işe başlamıştır. Buradaki fark “2+2=4” ifadesi ile “Dün Reykjavík’te yağmur yağdı” ifadesi arasındaki farklılık ile özetlenebilir. Rasyonel hakikat olduğu gibi olmak zorundayken, Arendt “gerçeklerin oldukları şeyi neden olduklarına yönelik kesin bir sebep yoktur” diye yazmaktadır. Gerçeklere inanmak şahitlere, tarihçilere ve bilim insanlarına yönelik belirli bir derecede güven gerektirmektedir. Eğer rasyonel hakikat felsefi düşünceye temel teşkil ediyorsa, gerçekler de benzer bir rolü siyasal düşünce için oynamaktadır. Bir politikayı ya da kararı tartışmak için kamusal alana katıldığımızda, düzgün bir katılım ancak ortak gerçekler kümesine yaslanabiliyorsak mümkün olmaktadır.
Olgusal hakikat aşikar olmadığı için onu “herhangi bir fikir addederek itibarsızlaştırmak kolaydır.” Fikirlerin savaşında en güvenilir olmak ve keyfîlik görünümünü azaltmak için biçilmiş kaftan olan yalanlar daha avantajlı durumdadır. Gerçeği söyleyen kişi yalancıyla yüzleştiğinde, doğruluğu kesin bilgiler genellikle önemsiz, tesadüfi ve rastlantısal bir tını bırakacak ve yalancı “kendi mahallesinde inandırıcı olmaya devam edecektir.” Eğer hakikat kulağa inanılması güç gibi geliyorsa inkarcılığa ve kasıtlı cehalete karşı savunmasızdır ve Arendt özellikle toplum tarafından bilinen fakat sır muamelesi gören gerçeklerle ilgilenmektedir. Rejimlerinde toplama kamplarından bahsetmenin tabu olduğunu belirtmek için Hitler ve Stalin’den söz etse de tarif ettiği fenomen totalitarizm ile sınırlı değildir. “Çağdaş tarih doğruyu söyleyenlerin daha tehlikeli hatta gerçek düşmanlardan daha düşmanca olduğunun düşünüldüğü örneklerle doludur” diye yazar. Arendt’in makalesinde hakikati aşağılayan zanlılar olarak işaret ettiği kişiler Hitler ve Goebbels değil, Gaulle ve Adenauer’dur.
“Yalanların tutarlı ve bütünsel olarak olgusal hakikatin yerine geçmesinin sonucu artık yalanların hakikat sayılacak olması ve hakikatin yalan olarak yaftalanması değildir. Gerçek dünyada yönümüzü bulmamızı sağlayan duyunun tahrip edilmesidir.”
Arendt’e göre savaş sonrası Avrupa hükümetleri “Gerçek olmadığı apaçık olan; Fransa’nın son savaşın galiplerinden biri olduğu ve öyleyse büyük güçlerden birini temsil ettiği” ya da “Nasyonel Sosyalizm barbarlığının ülkenin yalnızca küçük bir kısmını etkilediği” gibi mitler üzerine inşa edilmiştir. Bu yalanlar Arendt’in “imaj yaratma” olarak isimlendirdiği duruma kanıt teşkil eder. İmaj yaratma, gerçeği değiştirmenin ve algıları çarpıtmanın ötesindedir ve gerçekliğin tamamen yerini almak üzere yeni anlatılar inşa etmek anlamına gelir. Arendt’e göre modern siyasal yalanlar “öylesine büyüktür ki gerçeklere dayalı sistemin tamamen yeniden düzenlenmesini gerektirirler.” Siyasetçiler öyle bir gerçeklik yaratmalıdır ki “gerçeklerin kendi bağlamlarına hiçbir terzilik olmadan tam olarak oturması gibi, onların yalanları da bu gerçekliğe dikişsiz, çatlaksız ve yarıksız bir şekilde oturmalıdır.” Bu ifadeler Totalitarizmin Kaynakları kitabından “yalancı dünya” kavramını hatırlatsa da Arendt burada modern hükümetlerin sıradan uygulamalarına atıf yapmakta, Nazi Almanya’sının istisnai durumundan bahsetmemektedir. Arendt Totalitarizmin Kaynakları eserinde totaliter hükümetlerin gerçek dünyanın yerine kurgusal dünyayı koyduğunu iddia ediyor olsa bile “Hakikat ve Siyaset” makalesinde bu tür bir “imaj yaratma” sürecinin tek başına totalitarizm sayılamayacağını açıklamıştır: Liberal demokrasiler de aynı gerçekdışılaştırma oyununu oynamaktadır.
Arendt için iktidar, günün sonunda olgusal gerçekliğin yerine geçecek uygun bir şey üretme konusunda kabiliyetsizdir. Totaliter rejimler bile yalanlarını su sızmaz ve her şeyi kapsayıcı bir hale getiremezler. Gerçekler değişip tarih ilerledikçe, bu bütünleştirici sistem yeni verilere ayak uydurmakta zorlanır ve resmi hikayeye inananlar tutarsızlıkların geliştiğini farkederler. Değişmekte olan gerçeklik hissi “titreyen, sallantılı” bir duyguya yol açarak sonunda Arendt’in beyin yıkamanın etkileri ile birlikte değerlendirdiği yolunu kaybetme durumu ile sonuçlanır. “Beyni yıkanan kurbanlar gerçeklikle yeniden tanıştıktan sonra” diye yazar Arendt, “ne kadar sağlam olursa olsun herhangi bir şeyin hakikatine inanmayı tamamen reddeden olağandışı bir sinizm türüne” eğilimli olurlar. Bir kez rejimin yalanları ortaya çıktıktan sonra bu rejimin tebası bütün güvenini kaybetmiş, hakikati yalandan ayırt edemeyecek hale gelmiştir.
Bu açıdan beyni yıkanmış kurban, totaliter yönetimin “ideal öznesi” gibi bir görünüm sergiler. Arendt’in sıklıkla alıntılanan bir diğer paragrafında ifade ettiği üzere;
“Yalanların tutarlı ve bütünsel olarak olgusal hakikatin yerine geçmesinin sonucu artık yalanların hakikat sayılacak olması ve hakikatin yalan olarak yaftalanması değildir. Gerçek dünyada yönümüzü bulmamızı sağlayan duyunun -ki hakikat ve yalan kategorisi bu amaca hizmet eden zihinsel araçlardandır- tahrip edilmesidir.”
“Tutarlı” ve “bütünsel” kelimelerini gözardı ederek Arendt’in tarif ettiği türden yalanları Trump yönetiminin “alternatif gerçekleri” ile birleştirmek kolaydır. Fakat anlamı gereği alternatif gerçekler bütünsel olamaz: İfadenin kendisi çelişkili verilere işaret eder. Arendt “Hakikat ve Siyaset” yazısında Washington’daki yalancılar konusunda uyarıda bulunmamaktadır. Aksine, içinde tek ve sorgulanmayan bir imajın gerçekliğin yerini aldığı, çatlaklar ortaya çıktıkça otoriteye inanların hiçbir şeye güveninin kalmadığı koşullardan endişelidir. Bu koşullar, Arendt’in açık bir şekilde belirttiği gibi özgür ve mücadeleci bir basın ile eşzamanlı olarak varolamaz.
“Hakikat ve Politika” ABD siyaseti ile yalnızca dolaylı olarak ilişkili olsa da Arendt birkaç sene sonra The New York Review of Books’ta yer alan bir makalesinde teorisini ABD’de imaj yaratma konusuna uyarlama fırsatı bulmuştur. “Hakikat ve Siyaset” yazısından birçok iz taşıyan “Siyasette Yalan” eserinde Arendt, Pentagon Papers isimli gazete tarafından ifşa edilen yalanlar silsilesini değerlendirmiştir. Washington’daki bir lider tipini tanımlayan yazar, bu liderlerin -totaliterler gibi- hileli bir görünüm yaratmak için bilim dilini ve mantığını benimsediğinden bahsetmektedir. Gazeteci Neil Sheehan’ın ifadesini ödünç alan yazar, bu liderleri “sorun çözücüler” olarak tanımlar. Savunma Bakanı Robert McNamara gibi yöneticilerin tercihen sözde matematiksel bir dille ifade edilen ve birbirinden alakasız görünen fenomenleri, onları ortaya çıkaran gerçeklik ile birleştiren bir formül bulmaya ve böylece kaosu düzenle, gerçekliği kurgu ile örtmeye ne kadar istekli olduklarından bahsetmiştir. Arendt koşullara bağlı olma durumuna alerjisi olan ve tutarlı sistemlere açlık duyan bu sorun çözücülere aşinadır. Düşünür, bu kişilerde gerçeklere ve gerçeklerin tesadüfi muhtevasına yönelik bir aşağılama keşfeder. Bu kişilerin “bir zamanlar fizikçilerin doğa olaylarına yaklaşımı gibi, siyasal ve tarihsel gerçeklerin ortaya çıkmasının mecburi olarak geliştiğini varsayan kanunlar keşfetmeye istekli” olduklarını yazar.
Arendt’e göre sorun çözücüler siyaseti bir tür “halkla ilişkiler” olarak görerek “ülkeleri ve hiçbir zaman risk altında olmayan ülkelerinin bekası için değil, onun imajı için yalan söylerler.” Pentagon Papers’da ifşa edilen Savunma Bakanı Yardımıcısı John McNaughton’ı alıntılayan yazara göre şu sözler ABD ordusunun Vietnam’daki asıl amacını özetlemektedir: “(İtibarımıza yönelik…) Küçük düşürücü bir yenilgiden sakınmak için.” Hükümet için yenilgi, yenilmiş görünmek kadar sorun teşkil etmemiştir. Arendt’e göre gazete Vietnam Savaşı’nın nihai amacının iktidar, kâr ya da başka bir çıkar olmadığını göstermiştir. “Dünyanın en büyük gücü” olarak görünmenin yanında başka bir nihai hedef olmamıştır. “Amaç imajın kendisidir.” ABD hükümeti dünyayı fethetmekle uğraşmak yerine, zaferi tüm dünyadaki insanların kalplerinde ve zihinlerinde elde etmeye hedeflemiştir. Arendt, “Küresel bir politika olarak imaj yaratma, tarihe geçmiş insan çılgınlıkları arasında sahiden yeni bir şey” diye yazar. Yazar için Vietnam, yüceltilmiş bürokratların kendi kendilerine düşünemedikleri örneklerden biridir. “Sorun çözücüler değerlendirme yapmadılar” diye not düşer Arendt, “hesaplama yaptılar.” Bu kişiler, aynı Eichmann’ın yaptığı gibi, doğruluğunu ya da yanlışlığını düşünmeden bir strateji planlayıp uygulamışlardır.
Yine de Arendt’in defalarca açıkladığı gibi ABD hükümeti en aşağılık suçlarında bile totalitarizme teslim olmamıştır. Vietnam Savaşı örneğindeki hafifletici faktörlerden biri sorun çözücülerin imajlarının halk arasında hegemonik hale gelmesini engelleyen güçlü ve eleştirel bir basının varlığıdır. “Pentagon Papers’ta insanların zihinlerini ele geçirmek için elinden geleni ardına koymayan kişiler ile uğraştık” diyen Arendt, “[Bu kişiler] Her tür bilginin ulaşılabilir olduğu özgür bir ülkede bu uğraşı verdikleri için hiçbir zaman sahici bir başarıya ulaşamadılar” diye ekler. Pentagon Papers’ın (tartışmalı olarak) daha önceden bilinen gerçeklerle, seneler öncesinden sızdırılmış olan sırlarla ve yalanlarla dolu olduğunu iddia eder. “Hakikat ve Siyaset” yazısında ifade ettiği gibi, siyasal katılımın çarpıtılmamış bilgiye ulaşmak ile mümkün olabileceğini öne sürer. Pentagon Papers, Vietnam konusuda özgür ve bilgilere dayalı bir tartışma sağlayarak ABD basınının bu hakkı koruduğunu göstermiştir.
Arendt’in analizleri ışığında 2016 sonrası hakikat ve yalan tartışmalarının zemini kayganlaşmaktadır. Eğer siyasetçiler her zaman yalan söyleyegelmişse ve ABD hükümetinin vatandaşlarını kandırma konusunda yerleşmiş bir alışkanlığı varsa, “hakikat sonrası” ile alakalı yeni olan şey nedir? Trump’ın gazetecilere yönelik nefreti çok büyük bir yenilik sayılamaz. (Arendt, Nixon yönetiminin, 1972 Başkanlık seçiminden önce basının “güvenilirliğini yerle bir etmek” amacı taşıyan bir kampanya planladığından bahseder ve bunu “halkla ilişkiler mantığına son derece uyumlu” bulur.) Burada ayırt edici olan özellik belki de gazetecilerin Trump’ın yalanlarına cevap verme şeklidir. Trump yönetimi süresince basın Başkan’ın söylediği her şeyi teyite tabi tutarak hasmane bir duruş sergilemiştir. Trump’ın anlatısı hiçbir zaman yekpare olma şansını yakalayamamıştır çünkü alternatif bir hikaye daima ulaşılabilir olmuştur.
Trump’ın yalanları diğer başkanların yalanlarından daha inandırıcı olmamıştır. Aksine, daha az inandırıcı ve daha aşikar oldukları için epistemik bir krizin kapısını aralamıştır. Trump çoğu zaman “söylenmemesi gerekeni söylemek” ve siyasetçilerin normalde onaylamaktan beri durduğu sırları ifşa etmekle suçlanmıştır. Trump’ın tabuları yıkan bu davranışının retorik tesiri, Arendt’in Pentagon Papers’dan anladıklarıyla aynı şeyi ispatlamıştır: ABD halkı başkanlarının onlara doğruyu söylemediğini zaten bilmektedir. Trump’ın hayali bir dünya yaratmasına gerek kalmamıştır çünkü o, ABD siyasetinin resmi temsiline halihazırda inancını kaybetmiş olanlara hitap etmiştir.
Arendt için tuhaf komplo teorilerine yol açan şey gerçek hükümet komplolarıdır. Halkın gerçek ve kurgu arasında ayrım yapma yeteneğine zarar veren ve otorite tarafından gerçekleştirilen sahte imaj yaratma eylemidir. Uzun süre Arendt’in asistanlığını yapmakla birlikte düşünürün eserlerinin de vasisi olan Jerome Kohn George, W. Bush yönetiminin yalanlarının Arendt’in uyarılarını hatırlattığını iddia etmiştir. Yönetim, Saddam Hüseyin’in sarı kek uranyumu elde etme sürecinde olduğuna ilişkin sahte belge düzenlemiş, basın da bu yalanı sorumluluk duygusuyla yayınlamıştır. ABD Vatanseverlik Yasası’nın geçmesine yönelik ciddi bir muhalefetin olmaması ve Irak’ın işgali, hükümete tek elden yaratılmış bir kurgu oluşturma fırsatı sunmuştur – bu tam olarak Arendt’in korktuğu sorgulanmamış imaj yaratma sürecidir. Kohn, New York Times dergisinde Ron Suskind tarafından kaleme alınan ve anonim biri tarafından ABD imparatorluğunda hakikatin işleyişine gazetecilerin yeteri kadar uyum sağlayamadığını gösteren yazıya işaret eder. İddiaları yalanlamasına rağmen Karl Rove olduğu yönünde genel bir kanaat olan anonim kişi Suskind ve ona benzer insanların “gerçekliğe bağlı bir topluluk” olarak isimlendirilen bir grup içerisinde olduğunu söylemektedir. Bir diğer ifadeyle bu kişiler çözümlerin, sezilebilir gerçekliğin basiretli bir şekilde değerlendirilmesi yoluyla elde edilebileceğine inanmışlardır. Anonim kişiye göre sezilebilir gerçeklik konu dışıdır. “Dünya artık böyle işlemiyor” diyen bu kişi “artık bir imparatorluğuz, eyleme geçtiğimizde kendi gerçekliğimizi yaratıyoruz” ifadelerini kullanmıştır.
“Trump her şeyi kapsayan bir plan dahilinde hesapçı bir yalancı olmaktan ziyade halkın gerçekleri duyurmakla görevli olan kurumlara yönelik güvensizliğinden faydalanan bir fırsatçıdır.”
Kohn, Arendt’den beri ABD’nin “siyasal menfaat için çokça yalan söylemekten bir ideolojinin egemenliğine ve bu ideolojiyi halka taşıyan mantıksal tutarlılığa tapınmaya doğru bir kaymaya” şahit olduğundan bahsetmektedir. Her ne kadar Nazizm ve Komünizm gibi resmi olarak onaylanmış bir ideolojik sistem olmasa da ABD siyaseti ideolojiden büsbütün azade değildir. Irak Savaşı liberal demokrasiyi tarihin kaçınılmaz sonu olarak ihraç etme ve zorla uygulanmasını sağlama çabaları olarak ideolojik bir projeyi temsil etmiştir. Arendt’in “Siyasette Yalan” yazısını kaleme almasından bu yana geçen yarım asır boyunca Washington, basın tarafından yalnızca çeşitli derecelerde kontrole tabi tutulan “küresel bir politika olarak imaj yaratma” çabalarına devam etmiştir.
Trump’ın en ateşli eleştirmenleri onun başkanlığı süresince “alternatif gerçekler” üzerine hayıflanarak, teyitçilere taparak ve olgusal hakikati saplantı haline getirerek zamanlarını harcamışlardır-Trump’ın bir istisna olduğunu sürekli tekrar ederek normale dönmenin hasretini duymuşlardır. Fakat eleştirileri, önceki yönetimler döneminde hakikatin konumuna neredeyse hiç odaklanmamıştır. Trump Oval Ofis’teki ilk yalancı değildir ve seleflerinin çoğunun aksine muhalif bir basın ve her ifadesini kınamaya teşne bir muhalefet partisi tarafından sürekli olarak meydan okumaya maruz bırakılmıştır. Trump her şeyi kapsayan bir plan dahilinde hesapçı bir yalancı olmaktan ziyade halkın gerçekleri duyurmakla görevli olan kurumlara yönelik güvensizliğinden faydalanan bir fırsatçıdır. Trump’ın bütün ifadelerinde küçük kusurlar arayan ve yalnızca belirli bir kesime hitap etmeyi başarabilen gazetecilere karşın Trump’ın en ateşli destekçileri otoriter gerçeklere hiç aldırış etmemiştir ve medyanın “derin devlet” ile birlikte hareket ettiğine ikna olmuştur. Ne de olsa medya ABD imparatorluğunun mimarları tarafından inşa edilmiş kurgusal gerçekliği yıkmak için yetersiz olduğunu çoktan ispatlamıştır.
Totalitarizmin Kaynakları kitabının üçüncü baskısına yazdığı önsözde Arendt, ABD bağlamında gelişmemiş totalitarizm çığlıklarına yönelik uyarıda bulunmuştur. Protestocuların Johnson yönetimine karşı faşizm suçlamalarında bulunmalarını izleyen Arendt, onların yanlış cephede savaştıklarını iddia etmiştir. Ona göre ABD, İngiltere İmparatorluğu’nun günahlarını tekrar etmeye yakındır fakat bu “tatsız benzerlik” tarihin kaçınılmaz olarak kendini tekrar edeceğinin işareti olarak değerlendirilmemelidir. İnsanların özgürlüğüne saygı duymak, tarihin bilimsel kanunlara göre işlemediğini kabul etmekten geçer: “Geçmişten ders almaya ne kadar mahir olsak da” diye yazar Arendt, “Bu geleceği bilmemizi sağlamayacaktır.”
Çeviren: Büşra Aytekin
Not: Bu metnin orjinali “Men in Dark Times- How Hannah Arendt’s fans misread the post-truth presidency” başlığıyla Harper’s Magazine‘nin Ağustos 2021 sayısında yayınlanmıştır. Bknz. https://harpers.org/archive/2021/08/men-in-dark-times-hannah-arendt-post-truth/