Şehir Hikâyesi
“Biz yaşamın tarafında olacağız. Şehir’de açığa çıkan iştiyakı, orada ortaya konan örneği, orada gösterilen iradeyi, orada yeşertilen iklimi, orada beliren Türkiye modelini, küçük ya da büyük başka bağlamlarda yaşatacağız.”
19 Şubat 2022 tarihinde Şehir Mezunları ve Mensupları Derneği’nin Bilim ve Sanat Vakfi’nda düzenlediği Vefa Buluşması’nda yapılmış konuşma metnidir.
Hikâye burada başladı arkadaşlar. Bu çatı altında, bu mekânda, bu binada…
Hikâyeleştirmeye önem verdiğimi arkadaşlarım bilir. Öykülemekle adalet arasında güçlü bağlar vardır. Tahkiye etmek, hikâyeleştirmek, adaleti kazanmak için vazgeçilmezdir. Öykülerimizi düzgün anlatamazsak, hakkaniyeti da sağlayamayız. Şehir hikayesini anlatabilecek miyiz? Kulaklara duyurabilecek miyiz? Nasıl bir öykü kalacak ardında? Hikâye etmeden hakkaniyete eremeyiz.
Hikâye burada başladı dedim; fakat elbette evveliyatı da var, zira her büyük hikâye pek çok küçük öykünün iç içe geçmesi, kaynaşması ve daha büyük bir hikâyede bütünleşmesi ile mümkün olur. Bizler için de öyle oldu.
2000’lerin başları… Doktora tez konusu için araştırma ve istişarelere başlamışım. Şerif (Mardin) hoca davet etti bir gün. Bir miktar sohbetin ardından bana şöyle bir konu önerdi: “Türkiye’nin bir üniversite fikri var mıydı?” Bir üniversite idesi ya da ideası da diyebiliriz… Yani, Osmanlı-Türkiye modernleşmesi ve Türkiye’de üniversiteleşme süreci gerçekten bir üniversite fikrine dayanıyor muydu? Bunu araştırmak için özellikle Dârülfünun ve İstanbul Üniversitesi’nin tarihini inceleyebileceğimi söylüyordu. Biraz konuya ısındırmak için de bana iki kitap verdi hemen. Bir tanesi Lyotard’ın meşhur Postmodern Durum kitabı idi – içinde üniversite üzerine, yüksek öğretimi temellendiren farklı söylem biçimleri üzerine ilginç bazı tartışmalar vardır bu kitabın. Diğeri de önemli bir teolog olan Jaroslav Pelikan’ın yine üniversite fikrini tartışan meşhur kitabı The Idea of the University: A Reexamination idi. Hocanın verdiği kitap hala bendedir. Hatta birkaç yıl önce bu kitabı Küre Yayınları’nın üniversite dizisi kapsamında dilimize kazandırma imkânımız da oldu (Üniversite Fikri: Bir Yeniden Değerlendirme).
Neticede ben tezde o konuyu tercih etmedim. Kitapları aldım, inceledim, çok da hoşuma gitti, konunun türlü derinlikleri olduğunu gördüm. Kendim başka kaynaklara da uzandım onlardan yola çıkarak. Küçük bir kitaplık oluşturdum. Yani 2000’lerin başlarında kafamda üniversite fikri üzerine bir dosya açıldı. Ama yine de tez konusu olarak tercih etmedim.
İşte kader ağlarını böyle örüyor arkadaşlar. Hikâyeler birbirine bu şekilde karışıyor.
Kim derdi ki 2000’lerin sonlarına doğru o dosya, üniversite dosyası, bizim en yoğun gündemimiz olacak? Kim derdi ki o dosya, aynı on yılın sonu için bir ön hazırlıkmış meğer?
İki hususu vurgulamak için bahsediyorum bundan. Birincisini aslında zaten ifade ettim: bu öyküde pek çok öykü bir araya gelmişti. Kuşaklar, önceki kuşaklar, sonraki kuşaklar… Şerif Hoca bile bir yerinden dahil olmuştu bu hikâyeye. İkincisi ise daha çok üniversite işine girişirken meseleyi tutmak istediğimiz seviye, işi görmek istediğimiz çıtayla ilgili.
Türkiye’nin bir üniversite fikri oldu mu ya da var mı? İslam dünyasının bir üniversitesi var mı? Evet üniversiteler var ama bir üniversite ideası var mı? İslam dünyasında üniversiteler var ama İslam dünyasının üniversitesi var mı? Türkiye’de üniversiteler var ama Türkiye’nin üniversitesi var mı? Hakikaten de buradan tutmak istemiştik meseleyi: Türkiye’de yeni, özgün, pek de yapılamamış, daha önce yeterince başarılamamış bir üniversite iklimi oluşturabilir miyiz? Üniversite kelimesinin daha adında bile saklı olan evrensele açık ama burada başarılmış bir örnek…
Arkadaşlarım hatırlayacaktır; bazen amacımızı şu şekilde anlatırdık: Türkiye’ye, İslam dünyasına, dünyaya bir üniversite armağan etmek…
Evet bu tür yapılar, böylesi teşebbüsler, pek çok öykünün bir araya gelmesiyle mümkün olurlar. Ama bu demektir ki, bu tür yapılar, böylesi teşebbüsler, pek çok iradenin bir araya gelmesiyle, zımni ya da açık uzlaşılarla mümkün olurlar. Tutumlar, talepler, iradeler, giderek ihtiraslar… Ve bunların örtüşmesi, bağdaşması, uzlaşması… İşte hikâyeler bu noktaya geldiğinde biraz çetrefilleşirler… Üniversite kurumunun uzun tarihi de bize bunu gösteriyor aslında. Klasik bir model olan Humboldtçu üniversitenin kuruluş sürecinde mesela, Wilhelm Humboldt’un nasıl bin bir zahmetle iradeleri uzlaştırmaya, konuya müdahil tarafları buluşturup anlaştırmaya çalıştığını, zaman zaman pes etme noktasına geldiğini okuyorsunuz. Bir yanda siyasi irade ve çıkarlar, diğer yanda ekonomik imkân ve menfaatler, beri tarafta akademik alışkanlıklar ve yerleşik ekoller… Çok taraflı zor bir uzlaşı ile mümkün olur bu tür büyük girişimler.
İşte bizim maceramız, Türkiye’de çok güçlü uzlaşılar üzerinde yaşamadığımızı öğreten bir tecrübe oldu. Meseleyi yukarıdan tutuyorduk, niteliği hedefliyorduk ama ülkenin daha derin, uzun dönemli, yapısal diyebileceğimiz bir başka meselesi vardı: Türkiye’de toplumsal mutabakatın pek de güçlü temellere dayanmadığını bir kez daha gördük. Belki güçlü ezberlerimiz var bu ülkede ama güçlü uzlaşılarımız var mı? Mesela, ne olursa olsun bazı kurumları, bazı değerleri yaşatacak uzlaşılar? Ki bu da Şerif hocanın bir başka sorusunu hatırlatıyor bana: Cumhuriyet’in bir toplumsal sözleşme fikri var mıydı?
Neticede yaşanan yaşandı. Bazı tarihçiler bir “geçmeyen geçmiş” sorunundan bahsederler. Ciddi badireler, travmalı süreçler, bazen toplumlar için bir bakıma geçmeyen geçmiş haline gelirler. Bir türlü üstesinden gelinemeyen bir karanlık deneyim olup çıkarlar. Elbette buna dönüştürmeyeceğiz meseleyi. Yahut da psikologların, yas terapistlerinin, tamamlanmamış ya da “ertelenmiş yas” gibi tabirlerle anlattıkları duruma da düşmeyeceğiz; yas sürecinin bir türlü bitmemesi, tamamlanamaması…
Bilakis, biz yaşamın tarafında olacağız. Şehir’de açığa çıkan iştiyakı, orada ortaya konan örneği, orada gösterilen iradeyi, orada yeşertilen iklimi, orada beliren Türkiye modelini, küçük ya da büyük başka bağlamlarda yaşatacağız.
Bu ülkede arkadaşlar, yaşamın tarafında durabilmek için, iştiyaklarınızı, şevkinizi koruyabilmek için, ya güçlü bir iradenizin olması, kişisel direncinizin sağlam olması ya da nitelikli ve sizi diri tutacak özel bir çevrenizin olması gerekir. Güçlü bir direnç ve zinde tutan bir çevre…
Bütün bu heyet, bu topluluk, bizim böyle bir çevreye sahip olabileceğimizi gösteriyor.
O halde bu konuşmayı, 2014 yılında Şehir üniversitesinin ilk mezuniyet töreninde yaptığım konuşmanın kapanış cümleleriyle sonlandırmakta bir beis görmüyorum:
“Adı olan her şeyin bir hikayesi vardır” demiştik. Ve ad verenlerle adı sürdürenler, hikâyenin ortak kahramanı, ortak yazarı olurlar. İstanbul Şehir Üniversitesi adını, bu öyküyü, belki başka zamanlarda, başka diyarlarda, başka alanlarda çoğaltacak ve yazmayı sürdürecek olan mezunlarımıza, Bilim ve Sanat Vakfı adına, başarılı ve erdemli bir yaşam diliyor, hâzirûna saygılarımı sunuyorum.