Zeitenwende’nin Ardından: Jürgen Habermas ve Almanya’nın Yeni Kimlik Krizi
“Ukrayna ile olan tezadın açığa çıkarması gereken şey kahramanlıklarla dolu bir ulusal kimliğin eksikliği değil, AB düzeyinde ulus ötesi kapasitenin eksikliğidir.”
Vladimir Putin’in Ukrayna’yı işgali dünya siyasetini, en çok da Almanya’da altüst etti. Alman Federal Meclisi’nin 27 Şubat’taki olağanüstü oturumunda konuşan Alman şansölyesi Olaf Scholz bir Zeitenwende, yani tarihte bir dönüm noktası ilan etti. Rusya’nın Ukrayna saldırısı, Avrupa’nın ve Almanya’nın yeni bir çağa girdiği anlamına geliyordu. Fakat tarih hangi istikamete doğru ilerlemekte?
Almanya’nın savunma alanındaki giderlerini arttırma sözü veren Scholz, Mart ayında ABD’den çok sayıda yüksek fiyatlı F-35 savaş uçağı siparişi verdi. Bu tarihten itibaren Rusya üzerindeki yaptırımlar giderek sıkılaşırken Almanya Ukrayna’ya ağır silah göndermeyi dahi kabul etti. Buna rağmen Rus petrolünün ve doğalgazının topyekûn boykot edilmesine karşı çıkan Berlin’in Kiev’e askeri olarak teklif edebilecekleri değil ABD’yle, diğer Avrupa devletleri ile kıyaslandığında bile sınırlı kalmaktadır. Daima bir korku, tereddüt ve erteleme şüphesi bulunabiliyor. Almanya’da ve dünyanın geri kalanında bu durum, bir siyasi kimlik krizinden olarak yorumlanıyor. Alman entelijansiyası Almanya’daki televizyon programları ve gazeteler, Almanya’nın performansını tartışmak ve eleştirmek için diğer tüm Batılı ülkelerde olduğundan daha fazla seferber olmuş durumda. Bu durum Volodimir Zelenski’nin Mart ayında Alman Federal Meclisi’ne seslendiği konuşmasında Almanya’nın Rusya ile uzun zamandır devam eden yumuşama (détente) sürecini hedef alması ve Ukrayna’nın Berlin büyükelçisinin son derece açık sözlü yorumlarının ardından daha da ağırlaşmıştır. Meselelerin sahiden de ciddileşmeye başladığı, Alman felsefesinin duayeni ve siyaset yorumcusu 92 yaşındaki Jürgen Habermas’ın bu sefer hükümetin lehine sahneye çıkmasından da anlaşılmaktadır.
Rusya’nın saldırganlığı Almanya için çok temel soruları beraberinde getirmektedir. Zira mevcut haliyle ulus varlığını Soğuk Savaş’ın yeniden birleşmeyi mümkün kılan barışçıl nihayetine borçludur. 1989-90’daki başarı, Demir Perde’yi kaldırmak için Sovyetler Birliği ile yapılan ticaretin ve yumuşamanın (détente) kullanıldığı neredeyse yirmi senelik Ostpolitik’in [Alman doğu siyaseti] sonucudur. 1970’lerde ve 1980’lerde baskıcı Sovyet rejimi egemenliğindeki, 2000’lerden bu yana ise Vladimir Putin yönetimindeki Moskova ile iyi ilişkiler sürdürmek daima şeytanla anlaşma yapmak anlamına gelmiştir. Rusya’nın 2008’de Gürcistan’ı işgalini, 2014’te Kırım’ı ilhak etmesini ve 2020’de Aleksey Navalni’nin zehirlenmesini Almanya görmezden gelmiş ve yoluna devam etmiştir. Ancak Putin’in Ukrayna saldırısı ve Ukrayna’nın dikkate değer direnişi bu yaklaşımın sürdürülmesini imkânsız kılmıştır.
“Berlin’deki birçok kesimde Almanya ve Rusya arasında sıkışma talihsizliğine uğramış başta Polonya ve Ukrayna olmak üzere “daha küçük” Doğu Avrupa devletlerinin ulusal haklarına yönelik genel bir umursamazlık hakimdir.”
Bu durum Şansölye Scholz’un partisinin 1960’lı yılların sonunda Ostpolitik’i yürüten ve o zamanlar karizmatik lider Willy Brandt tarafından yönetilen Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) olması sebebiyle bilhassa hararetli bir mesele teşkil etmektedir. Eski şansölye ve Rusya devletine ait petrol şirketi Rosneft’in yönetim kurulu başkanlığını yapmış Gerhard Schröder’de temsilini bulan yumuşamanın (détente) kökenleri SPD’de derinlere uzanmaktadır. Ancak yumuşamaya olan bu bağlılık, sosyal demokratlar ile sınırlı değildir. Alman sağından yükselen sesler ister Çarlık hakimiyetinde ister Sovyetlerin egemenliğinde isterse de mevcut durumda olduğu üzere Putin yönetiminde olsun, Rusya ile var olan modus vivendiyi uzun süredir desteklemektedir. Onlar için Bismarck Doğu ve Batı arasındaki dengeyi kurmak için örnek modeli teşkil etmektedir. 2013 yılında aşırı sağ parti Almanya İçin Alternatif Partisi’nin (AfD) dış politika manifestosu kendine güvenen ulusal bir dış politika için doğrudan Demir Şansölye’nin kendisinden ilham almıştır. Yine de bu politika Rusya’nın Büyük Friedrich’e kadar olan dönemde Almanya tarihindeki önemini tanıyan ve Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin halef devletlerindeki çıkarlarına saygı duyan bir politikadır. Bu eğilim özellikle Sol Parti’nin (Die Linke) aşırı sol kanadında ifadesini bulan anti-Amerikancılık cereyanı ile de desteklenmektedir. Ayrıca son aylarda utanç verici bir şekilde açığa çıktığı gibi Berlin’deki birçok kesimde Almanya ve Rusya arasında sıkışma talihsizliğine uğramış başta Polonya ve Ukrayna olmak üzere “daha küçük” Doğu Avrupa devletlerinin ulusal haklarına yönelik genel bir umursamazlık hakimdir. Aynı zamanda Almanya’ya ait Siemens gibi sanayi şirketleri Rusya’da 150 yıldır yaptıkları kârlı işlere bakarak ilişkilerin Kırım’ın ilhakı gibi küçük ayrıntılar yüzünden bozulmasını istememektedir.
Bütün bunlar her ne kadar Almanya’ya özgü olsa da söz konusu faktörler Soğuk Savaş sonrasında dünyanın her yerinde işlevsel olmuştur. Petrol Almanya’nın bel bağladığı Rus doğalgazından çok daha büyük bir sektördür ve 1990’lar ve 2000’lerde Rusya’ya büyük yatırımlar yapanlar İngiltere’nin, ABD’nin ve Fransa’nın petrol devleri olmuştur. Fransız diplomasisindeki Gaullizm geleneği de Washington ve Moskova arasında denge kurmayı amaçlamaktadır. İtalya’da Rusya’ya yönelik sempatinin kökenleri derinlere uzanmaktadır ve bunlara ek olarak bir de Londongrad [1] gerçeği söz konusudur.
Almanya’da Ostpolitik’in ancak Putin’in Ukrayna’yı işgali sonrası tartışmalı hale geldiğini iddia etmek doğru olmaz. Ostpolitik ne Bonn’da ne de Berlin’de hiçbir zaman hegemonik olmamıştır. Willy Brandt’ın ilerici sosyal-liberal koalisyonunun dış politikası 1960’ların sonunda başladığı zaman sağdan sert saldırılara maruz kalmıştır. Bu durum her zaman bir denge meselesi olmuştur. Moskova ile iyi ilişkiler hedeflemelerine rağmen eski şansölyelerden Helmut Schmidt, Helmut Kohl ve Angela Merkel’in her biri sadık Atlantikçilerdir. Açıkça Putin taraftarı olmak Almanya’da ana akım değil, marjinal bir düşüncenin işaretidir. Sol Parti ve AfD eski Doğu Almanya’da güvenilir bir desteğe sahip olsa da ikisi de hiçbir zaman ulusal hükümete girme şansına sahip olmamıştır. Bir zamanlar Alman milliyetçiliği için tarafsızlık yanlısı Truva atı sayılan Yeşil Parti, uzun süredir insan hakları önceliğiyle tanımlanan ve bu temelde “Batı” ile aynı çizgide olan bir dış politika anlayışına dönüş yapmıştır.
Basit klişeler, Almanya siyasetinin karmaşasını yakalamaktan uzaktır. Hakikatte Almanya için Rusya’yı dengelemek gerçek bir sorundur ve Almanya’nın uluslararası ilişkileri ile Alman demokrasisi çekişmeli bir muhtevaya sahiptir. Bunu da hiç kimse Jürgen Habermas’tan daha tutarlı bir şekilde temsil etmemektedir.
Habermas yarım asır önce adını 1929’da Frankfurt Üniversitesi bünyesinde kurulan Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nden alan ve Frankfurt Okulu olarak bilinen eleştirel teorinin Batı Almanya’daki varisi olarak sahneye çıkmıştır. Frankfurt Okulu’nun iki savaş arasındaki Marksist kökenlerinden hareketle Habermas, 1960’larda ve 1970’lerde eleştirel teorisini emek üzerinden değil, iletişim üzerinden yeniden şekillendirmiştir. Hayatı boyunca, dil, söylem ve müzakerenin doğasında bulunan akıl ve özgürleştirme potansiyeli ile meşgul olmuştur. Kaynağını Aydınlanma’da bulduğu bu geleneğe bağlılığından dolayı 1980’lerde Michel Foucault ve Jacques Derrida gibi radikal Fransız düşünürler ile arasına mesafe koymuştur. 1990’ların sonlarında NATO’nun Yugoslavya’yı bombalamasını desteklemiştir. Tüm bunlar kendisine Batı iktidarının apolojisti unvanını kazandırmıştır.
Ancak Habermas’ın konformist bir figür olduğu kanaatine varmak onun felsefesini, siyasetini ve en çok da modern Almanya’daki kamusal rolünü ciddi bir şekilde yanlış anlamak demektir. Habermas Federal Cumhuriyet’in kamusal yaşamında her zaman tartışmacı, zaman zaman da tartışmalı bir güç olmuştur. 1950’lerde ve 1960’larda Martin Heidegger’in Nazizm ile bağlantısına da Soğuk Savaş inanışlarına da meydan okumuştur. 1968’de radikal öğrencilere aracılık etmiştir. 1970’lerde girift bir meşruiyet krizi teorisi ortaya koymuştur. 1980’lerde yeniden nükleer silahlanmaya ve Holokost’un biricikliğini görecelileştirme tehdidi içeren tarih yazımındaki milliyetçi ve revizyonist akıma karşı çıkmıştır. 1990’daki ulusal birleşme anında Doğu Almanya ile sadece bir birleşme değil, aynı zamanda anayasal bir sözleşme talep etmiştir. 1990’ların sonunda Joschka Fischer ile Yeşiller’in Yugoslavya’daki müdahaleyi onaylamasını savunması, tartışmalı ve takip edilmesi zor bir çizgi olmuştur. 2003’te Derrida ile Irak’taki savaşa karşı ortak bir cephe oluşturmuştur. Senelerce Alman siyasetinin güçlü anayasa mahkemesinin otoritesi altında yargısallaşmasını eleştirdikten sonra 2010 ve 2015 yılları arasında Euro bölgesi politikasındaki teknokratik kaymaya karşı çıkmıştır.
Bunlar bir konformistin sicil kaydı olamaz. 2022’ye gelindiğinde ise Habermas, Ukrayna’nın direnişine gösterilen coşku maskesi altında sağın nüksetmesinden bir kez daha endişe etmektedir. 28 Nisan’da Süddeutsche Zeitung isimli gazetede yayınlanan uzun ve düşünceli yazısı bir kez daha itiraz fırtınası ile karşılanmıştır. Çoğu zaman olduğu gibi bu öfke kendine muhafazakâr Frankfurter Allgemeine Zeitung isimli gazetenin sayfalarında yer bulmaktadır. Bu sefer Habermas yıpranmış ve itibardan düşmüş olan Batı Almanya siyasetini savunmakla, Putin’in entrikalarına ortak olmakla, Ukraynalılara ve onların Almanya’daki genç kuşak destekçilerine büyüklük taslarken eski nükleer savaş safsatalarına sarılmakla suçlanmaktadır.
Habermas’ın yazısının yenilgici bir tutum olarak tanımlanabilecek bir duruşu benimseyen açık mektubun [2] parantezinde kalmış olmasının bu duruma pek de yardımcı olduğu söylenemez. Radikal teorisyen ve multimedya aktivisti Alexander Kluge, bir radyo muhabirine 1945’teki teslim olma deneyiminden teslim olmanın kötü bir şey olmadığı dersini çıkardığını söylemiştir. Fakat memleketinin teslim olduğu tarafın Amerikalılar olduğunu belirtmekten geri durmuştur. Alman feminizminin devi Alice Schwarzer ısrarla Zelenski’nin bir provokatör olduğunu söylemektedir. İmzaladıkları açık mektup yalnızca Ukrayna hükümetinin Almanya’ya uygun politika konusunda ders vermeye hakkı olup olmadığını değil, aynı zamanda Zelenski’nin Alman imzacıların hayalinde acil ateşkes ve müzakere yolunu tercih etmesi mümkün görünen kendi halkı adına konuşma hakkını da sorgulamaktadır.
“Düzgün bir biçimde düşünen her insan Putin’in saldırganlığının başarıya ulaşmasına müsaade edilmemesi konusunda kolaylıkla hemfikir olabilir. Ancak aynı zamanda Rusya’ya karşı bir savaşın tahayyül bile edilemez olduğu hususunda da hemfikir olmak gerekmektedir.”
Habermas bu mektubu imzalamadı zira Habermas bir pasifist değil. Şiddete karşı itirazın sınırı temel özgürlüklerin tehlikede olduğu noktadır. Habermas Ukrayna’ya yapılan silah sevkiyatının gerekli olduğunu kabul etmektedir. Onun itiraz ettiği şey daha fazlasının yapılmasını talep eden çağrılar değil, bu çağrılar yapılırken takınılan tutumdur. Onu endişelendiren şey “Almanya’da ahlaki açıdan öfkeli olan tarafın, ihtiyatlı ve çekimser bir duruşa sahip federal hükümeti itham ederken sahip oldukları özgüvendir.”
Bu kendinden eminlik durumu kendi kendine ihanet etmektedir. Düzgün bir biçimde düşünen her insan Putin’in saldırganlığının başarıya ulaşmasına müsaade edilmemesi konusunda kolaylıkla hemfikir olabilir. Ancak aynı zamanda Rusya’ya karşı bir savaşın tahayyül bile edilemez olduğu hususunda da hemfikir olmak gerekmektedir. Nükleer bir güç olan Rusya ile gerginliğin tırmanması korkunç bir risk anlamına gelmektedir. Habermas iyi niyetli herhangi bir siyasal müdahalenin bu ikilem ile dürüst bir şekilde yüzleşmesi gerektiği noktasında ısrar etmektedir.
Habermas Batı için şunları yazmıştır: “Savaşın bir tarafı olarak bu çatışmaya müdahale etmeme kararı aldıktan sonra, Ukrayna’nın silahlanmasına kontrolsüz bir bağlılığı olanaksız kılan bir risk eşiği var… Bu eşiği görmezden gelenler, saldırgan ve kendinden emin bir şekilde Alman şansölyesini buna doğru itmeye devam edenler, bu savaş yüzünden Batının içine daldığı ikilemi ya gözden kaçırıyorlar ya da anlamıyorlar… çünkü Batı, ahlaki olarak sağlam bir temele dayanan, bu savaşın bir tarafı olmama kararı ile kendi ellerini bağlamış durumda.”
Bu ikilemin ışığında, yalnızca Ukraynalı sözcüleri ve sağ kanattan saldırganları değil, aynı zamanda Yeşil Parti saflarındaki birçok eski pasifisti de içeren Scholz’un eleştirmenlerinin sabırsızlığı masum değildir. Habermas burada sorgulamaya açılan şeyin hiçbir zaman çantada keklik sayılmaması gereken “Alman siyasetinin diyalog yanlısı, barışı korumayı önemseyen özelliği” olduğundan korkmaktadır. Çok zor elde edilmelerinin yanında bu özellikler, Habermas’ın yazdığı üzere, “sağcılar tarafından da sık sık yok sayılmıştır.”
Rusya’nın nükleer tehdidini dikkate almanın, şantaja boyun eğmek olduğunu iddia edenlerin haklılık payları elbette vardır. Ancak bu gerçeğe işaret ederek bir şekilde tartışmayı sona erdirdiklerine inanmaları hatadır. Aslında söz konusu kişilerin bütün yaptıkları sorunu yeniden ifade etmiş olmaktan ibarettir. Habermas’ın yazdığı üzere “Rasyonel olarak savunulabilir bir tavırla bir “korku politikası” izlenmesine karşı çıkanlar, politik olarak sorumlu ve olgusal olarak kapsamlı olan bir değerlendirmeyi gerektiren ve Şansölye Olaf Scholz’un haklı olarak ısrar ettiği türden bir akıl yürütmenin kapsamına çoktan dahil olmuş bulunmaktadır.”
Bu Habermas tarzı argümanın tipik bir örneğini teşkil etmektedir. Son derece sert bir siyasal eleştiride bulunmasına rağmen aynı zamanda rasyonel bir anlaşmanın önkoşullarını ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Bir diğer karakteristik hareket olarak mevcut kafa karışıklığının sosyo-politik temellerinin analizini sunmaktadır. Habermas’a göre Almanya’daki tartışmanın bu kadar kuvvetli olmasının nihai nedeni Scholz’un terimleriyle savaşın “tarihsel bir dönüm noktasını” beraberinde getirmesi değil, farklı zamansallıkların birbirleri ile çarpışmasına sebep olmasıdır. Bu Habermas’ın ifadesiyle “aynı çağda birlikte bulunan ama tarihsel olarak eş zamanlı olmayan zihniyetler” arasındaki bir çarpışmadır.
Gerginliğin bir kısmı doğrudan Almanya’nın kendisinden kaynaklanmaktadır. Eleştirmenlerin iddia ettiği ve Habermas’ın da canı gönülden kabul ettiği üzere onun nesli atom çağının ve sonrasının siyaseti tarafından kalıcı bir biçimde şekillendirilmiştir. Bu durum konvansiyonel anlamda askerî tarihi sona erdirmiştir.
Diğer yandan çocuklarının ve torunlarının miras aldığı bir kültür varsa bu uluslararası hukukun gücüne daha fazla inanılan bir kültürdür. Habermas’ın yorumuna göre tam olarak bu normatif bağlılık onları Putin’in Lahey’e çıkarılmasını talep etmeye sevk etmektedir. Tuhaf bir biçimde onlara ne Rusya’nın ne de ABD’nin uluslararası mahkemenin otoritesini kabul ettiğini ve Putin’in bir savaş suçlusu olarak yargılanmasını talep etmenin bir savaş ilanı ile eşdeğer olacağını hatırlatan bir başkası değil, Habermas’tır. Habermas’ın belirttiği gibi eski pasifistlerin Ukrayna’nın savunmasını adil bir haçlı seferine dönüştürmeleri, realizme bir dönüşten ziyade realizmin alt üst edilmesidir. Ortak payda acımasız gerçekler karşısında normatif standartlara tutkulu bir bağlılıktır.
Bunların dışında bir de Putin’in kendi gizemli figürü söz konusudur. Hangi zamana aittir? Rusya’nın köklü tarihinden gelen bir varlık mıdır? Yoksa Habermas’ın inandığı gibi Sovyet iktidarının çökmesinin sonucunda ortaya çıkmış hınç dolu bir sonradan görme midir? Sonuna kadar gitmeyi göze alabilecek olan sahici bir nükleer tehdit midir? Yoksa blöf mü yapmaktadır? Yönümüzü şaşırmış olmamızın kısmi sebeplerinden biri Putin’i ne dereceye kadar ciddiye almamız gerektiğine karar veremememizden kaynaklanmaktadır.
“Kendi siyasetimizin durağan halini çarpıcı şekilde açığa çıkaran Ukraynalıların kahramanlığı bizi heyecanlandırmaktadır. Ancak kahramanlık sonrası (post-heroic) kültürümüz, bıkkınlıkla bir kenara atılamaz. Bu kültür altında yaşamaya devam ettiğimiz NATO şemsiyesinin mantıkî tarihsel sonucudur.”
Son olarak Ukrayna’nın ve dikkate değer direnişinin yarattığı büyük şaşkınlıktan bahsetmek mümkündür. Habermas’ın söylediği gibi: “Ukrayna’ya karşı duyduğumuz takdir duygusuna, anavatanlarını, kendilerinden çok daha güçlü bir orduya sahip düşmanlarına karşı korumaya son derece adanmış, her yaştan asker ve erin sarsılmaz cesaret ve zafer kararlılığına dönük bir hayret karışmaktadır.”
Habermas’a göre bu da eşzamanlı olmayanların eşzamanlılığının bir ifadesidir. Ukrayna ulus-devlet kurma aşamasındayken, Almanya bunun çok ötesindedir. Ukrayna’ya yönelik kendiliğinden oluşan coşku ve dayanışma tepkilerimize bakarak aradaki bu uçurumun ve bunun ne anlama geldiğinin göz önünde bulundurulması Almanlar ve Batının geri kalanındaki bizler için akıllıca olacaktır. Kendi siyasetimizin durağan halini çarpıcı şekilde açığa çıkaran Ukraynalıların kahramanlığı bizi heyecanlandırmaktadır. Ancak kahramanlık sonrası (post-heroic) kültürümüz, bıkkınlıkla bir kenara atılamaz. Bu kültür altında yaşamaya devam ettiğimiz NATO şemsiyesinin mantıkî tarihsel sonucudur. Ukrayna’nın her şeyi göze alan cesareti ise bundan yoksun oluşunun bir yansımasıdır. Habermas, bu koşullar altında “kendimiz silahlanmadan Rusya’nın cani savaşına karşı Ukrayna’nın zaferine bel bağlamak, inanarak kendini kandırmanın biçimlerinden biri değil midir? Savaşçı retorik bu retoriği yayan tribünler ile uyumsuzdur” demektedir.
Oturmuş ulus-devletler ve geleceğin ulus-devletleri arasındaki mesafenin her iki taraf için de bazı sonuçları vardır. Güvenli tribünlerimizden daha fazla kan için tezahürat yapmak uygun olmaz. Ancak Ukrayna’nın da diplomasi taktiklerini gözden geçirmesi gerekmektedir.
Habermas, Volodimir Zelenski ve Ukrayna’nın enformasyon savaşı askerlerinin bizi kurnaz medya operasyonlarıyla manipüle ettiğini ve ahlaki şantaj yaptığını iddia etmekle suçlanıyor ki söz konusu kişiler elbette bunu yapmaktadır. Kaldı ki bunda ayıplanacak bir durum da söz konusu değil. Kiev bilgi savaşını da diğer cephelerde gösterdiği aynı kararlılık ve beceri ile sürdürmekte, yani tam olarak yapması gerekeni yapmaktadır. Habermas’ın görüşü ise bundan daha incelikli bir şeye işaret etmektedir.
Ukrayna, Almanların kendi pasifliğinden duyduğu suçluluğa oynamaktadır. Fakat Almanya’nın pozisyonu, kendi tarihinin haklı bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Habermas’ın ifade ettiği üzere: “Müttefikler, hâlâ bir ulus devlet olma sürecine dahil olmaları veya bu tür bir oluşum sürecini tamamlamış olmaları nedeniyle tarihsel olarak uyuşmayan farklı siyasal zihniyetlere sahip olmalarından ötürü birbirlerine gücenmemelidirler.”
Ukrayna ve Almanya, bu gelişimsel ayrışma üzerinden etkileşim kurmayı öğrenmek zorundadırlar. Bu durum incelik, iç görü ve diplomasi gerektirecektir. Habermas’ın söylediği gibi, “…bu tür farklılıklar gerçek olarak kabul edilmeli ve iş birliği içinde akıllıca hesaba katılmalıdır. Ancak bakış açılarını belirleyen bu farklılıklar arka planda kaldığı sürece yalnızca duygusal kafa karışıklığına neden olacaktır.”
“Habermas Almanları Ukrayna üzerinden geleceğe giden bir yol olduğu serabına karşı uyarmaktadır. Kahramanlık kültürü sonrası sahip olunan tavır, Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrası tarihine verilen son derece uygun tarihsel bir tepkidir.”
Bu durum Zelenski’nin, Almanya’nın Holokost’un anısına olan duyarlılığının ikiyüzlülük olduğunu söylediği Federal Meclis’teki hayret verici konuşmasına gelen tepkilerde açığa çıkmıştır. Hükümet ve Federal Meclis konuşmanın tartışılması için zaman tanımasa da Habermas’a göre halkın büyük çoğunluğu “çiğ ve imalı onaylamalar”, Zelenski’nin konumuyla kendiliğinden özdeşleşme ve savunmacı özsaygının birbirine karıştığı bir tepki göstermiştir.
Zelenski’nin kaba hücumu yalnızca “savaşın algılanması ve yorumlanmasında tarihsel olarak meydana gelmiş olan farklılıkları gözden kaçırmasıyla, birbirimize nasıl davranacağımız konusunda önemli hatalar yapma tehdidi içermemektedir. Daha da kötüsü bu farklılıkları yok saymak, ötekinin aslında ne düşündüğü ve ne istediği konusunda karşılıklı bir yanlış anlamaya sebep olmaktadır.”
Habermas Almanları Ukrayna üzerinden geleceğe giden bir yol olduğu serabına karşı uyarmaktadır. Kahramanlık kültürü sonrası sahip olunan tavır, Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrası tarihine verilen son derece uygun tarihsel bir tepkidir. Nükleer karşıtlığın süregelen gerçekliği içinde Ukrayna ile aradaki duygusal ve kültürel uçurumu kapatmaya çalışmak gerçekçi olmadığı gibi aynı zamanda tehlikelidir. Kolektif olarak karşı karşıya olduğumuz güçlük ise aradaki bu mesafeyi tanırken sahici bir desteği nasıl sunabileceğimiz hususudur. Habermas’ın bizi uluslararası sahnede ve nükleer tehdidin gölgesi altında müttefiklik siyasetinin ne anlama geldiğini çözmeye çağırdığı söylenebilir.
Bariz olan durum savaşın ortaya çıkardığı ikilemden yapıcı bir çıkış yolu bulmamız gerektiğidir. Habermas’ın son satırında söylediği gibi tek bir temel iştiyakla tanımlanması gereken bir çıkış yolu: “Ukrayna bu savaşı kaybetmemeli.” Ukrayna’nın ulus devlet kurma projesi devam etmelidir.
Avrupa’nın görevi ise bundan farklıdır. Ukrayna ile olan tezadın açığa çıkarması gereken şey kahramanlıklarla dolu bir ulusal kimliğin eksikliği değil, AB düzeyinde ulus ötesi kapasitenin eksikliğidir. Habermas’ın söylediği gibi, savaştan ötürü tarihi bir dönüm noktası ilan edenlerin aynı zamanda uzun süredir “eğer Avrupa sosyal ve siyasi hayat tarzının dışarıdan istikrarsızlaştırılmasını ve içeriden zayıflatılmasını istemiyorsa, askeri olarak kendi ayakları üzerinde durmalıdır” diyenlerle aynı kişiler olması anlamlıdır. Bu Ukrayna’nın kahramanlığına birebir karşılık gelmez, ancak en azından Avrupa’nın kendi politikasına ABD ve Rusya’dan bağımsız olarak karar vermesini sağlayabilir. Şu anda Amerikalı politikacılar Rusya ile olan mücadelesinde Ukrayna’ya on milyarlarca dolar yardım sağlamak için ellerinden geleni yapmaktadır. Sağlık hizmeti veya iklim değişikliği politikası gibi konularda değil de bu konuda anlaşabilmeleri, ABD’nin kendi sorunlarının bir işaretidir. Ancak ABD siyasetinin yakın gelecekte nelere gebe olduğunu kimse tahmin edemez. Yakında Avrupa, tarihsel zamansallıklar ve siyasi zamanın kafa karıştırıcı bir çatışmasıyla Doğu Avrupa’da değil, Atlantik’te karşı karşıya kalabilir. Habermas’ın hatırlattığı gibi Macron’un yeniden seçilmesi yeni bir fırsat anlamına gelmektedir. Peki Avrupa bu fırsatı kullanabilecek mi?
Çeviren: Büşra Aytekin
Not: Bu metnin orjinali “After the Zeitenwende: Jürgen Habermas and Germany’s new identity crisis” başlığıyla 12 Mayıs 2022 tarihinde The New Statesman‘da yayınlanmıştır. Bknz. After the Zeitenwende: Jürgen Habermas and Germany’s new identity crisis – New Statesman
[1] Yazar “Petrograd”, “Leningrad” ya da “Stalingrad” gibi Rus şehir isimlerine benzeterek Londra’da yoğunlaşan Rus varlığına işaret ediyor. (ç.n.)
[2] Yazar yirmi sekiz Alman entelektüelinin Şansölye Scholz’e yönelik açık mektubunu kastediyor. Bkz. https://www.emma.de/artikel/open-letter-chancellor-olaf-scholz-339499 (ç.n.)