Emperyalizme İtaatkâr Direniş

Paylaş:

“Emperyalizmle mücadelemiz bir ‘itaatkâr direniş’ten ibarettir. İsyan ve biatın iç içe geçtiği bir direniş, belki de sadece bir ‘iş’!”

Marxist, Hıristiyan ve Müslüman üç Afrikalının romanlarından hareketle iki yılda yazdığım bu kitabın girişini iki yıldır yazamıyorum! Bu süre zarfında dergilere iki düzine makale ve söyleşi metni gönderdiğime göre, mesele dağınıklık yahut yorgunluğum olmamalı. Kalbimi acıtan bir şeyler var! Afrika romanlarında dillendirilen, benim de hakikat olduğunu hissettiğim ama itiraf etmeyi gururuma yediremediğim gerçek şu: Emperyalizmle mücadelemiz bir “itaatkâr direniş”ten ibarettir. İsyan ve biatın iç içe geçtiği bir direniş, belki de sadece bir “iş”! Keşke bu girişi bir hikâye tarzında yazsaydım; başlığı da Nafile Roman olsaydı. [1]

Sömürgecilik, Emperyalizm ve bilhassa Kültür Emperyalizmi gençlik yıllarımızın menfur günah keçileriydi. Bulunduğumuz siyasî/ideolojik mahfil ister milliyetçi/muhafazakâr, ister devrimci/sosyalist olsun, “başımıza gelenlerin” tek sorumlusunun bu murdar kavramlar ve onların işaret ettiği “dış güçler” olduğunu öğreniyorduk. Sömürgeciler ya kaba güçle yahut binbir hileyle kaynaklarımızı sömürüyor, bizi iktisaden geri bıraktırıyorlardı. Bu fikrin doğru fakat sığ olduğunu kavramış aydınlarımız mumla aranacak kadar azdı. Üniversite üçüncü sınıfta okurken (1978/79) ziyaret ettiğimiz Cemil Meriç bu türden bir tartışmanın sonunu (Seneca’dan ilhamla) şöyle bağlamıştı: “Ham insan, maruz kaldığı bütün dert ve kötülüklerin kaynağını dışarıda arar. Biraz olgunlaşmaya başlayınca, kendi içine döner ve meselelerin kaynağını kendi hata ve kusurlarında arar. Kemale erince de, ne kendinde arar, ne başkalarında!”

Sol kamptakiler için mesele basitti: Emperyalizm, Kapitalizmin tekelci aşamasıydı. Tekelci sermaye önce ulusal sınırlar içindeki işçileri, sonra topyekün ‘Üçüncü Dünya’ halklarını sömürgeleştiriyordu. Dünyanın birçok ülkesi tam sömürge, Türkiye ve benzeri az sayıdaki ülke ise yarı-sömürge durumundaydılar. Bu bağlamda Lenin’in kitabı satır satır ezberleniyor; Sovyet sosyalizminin insanlık için tek çıkış kapısı olduğu mağrur bir edayla dillendiriliyordu. Sağ cenah ise Müslüman Türkiye’nin asla sömürgeleşmediğini, kurtuluş yolunun Osmanlı mirasını diriltmekte yattığını söylüyordu. Atalarımız nasıl asırlarca dünyaya adalet dağıtmışlarsa, biz de ayağa kalkıp aynı misyonu üstlenebilirdik. İki kampı birleştiren nokta, Batı’ya üstünlük sağlatan büyü her ne ise, onu bir an evvel edinmemiz gerektiğiydi. O büyüyü elde ettik mi, asla Batılılar gibi sömürücü olmayacaktık!

Hikâyeni Kim Yazıyor?

Kırk yıl sonra, Afrika romanından örnekler okumaya başladığımda, her iki kampın da aslında “itaatkâr bir direniş” içinde olduğunu hissettim. İsyan ve biat iç içeydi ve bu gerçeğe ancak romancılar can verebiliyordu, yürekleri kanayarak. Şurası aşikârdı: Sömürgecilik, sömürgecinin askerî, siyasî veya iktisadî gücü ölçüsünde değil, edebî gücü ölçüsünde kökleşiyordu. İktisaden güçlenseniz bile, hikâyenizi kim yazıyorsa, efendiniz oydu. Tarih de bu hikâyeye dahildi. “Edebiyat, kültürel sömürgeleştirme projesinin kalbinde yer alıyor; medenileştirme misyonunun sembolik ve tanımlayıcı merkezi oluyordu. Afrika’da edebiyatın sadece medenileştirici önemi değil, teolojik felah (dinî kurtuluş) kapasitesi de öne çıkıyordu. Malawi’deki Blantyre Misyonuna mensup bir İskoç misyoner olan Duff Macdonald 1882’de şöyle yazıyordu: Edebiyat, yerlilerin yükseltilme ve arındırılmasında önemli bir vasıta olacaktır.” Oldu da. Simon Gikandi’nin “Rahipler sınıfı (the Catechist class)” diye adlandırdığı, misyon okullarının bu ilk ürünleri için “hegemonik sömürge düzeninin medenileştirici değerleri kolonyal toplum yapısında statü ve değer elde etmenin yolu oldu, gücü yerel geleneksel sistemden kaynaklanmayan yeni ve modernleştirici bir elit oluşturdu. Böylece, edebî değerler, yükselmek isteyen, yeni sistemde anlamlı bir kültürel ve ekonomik ilerleme kaydetmek isteyen, sömürgeleşmiş öznenin içinde yoğrulacağı ayrıcalıklı kültürün parçası haline geldi.” [2]

Afrika romanının kendisi de bu sürece hem direndi, hem intibak etti. Sosyalistler nasıl “Batı mamulü” kapitalist sömürgeciliğe yine Batı mamulü bir ideolojiyle direniyorduysa, her cenahtan romancılar da son kertede “modern Batı hikâyesi” diyebileceğimiz ve –pek az istisnayla- Batı dillerinden birinde yazılan yeni bir edebî tür ile direndiler. Üç romancımdan Nijeryalı Achebe’nin Parçalanma’sı 1958 (İngilizce), Senegalli Şeyh Hamidu Kan’ın Müphem Macera’sı 1961 (Fransızca), Kenyalı Ngugi’nin Aradaki Nehir’i ise 1965 yılında (İngilizce) yayımlandı. Siyasî idealleri farklı olan bu (sırasıyla) Hıristiyan, Müslüman ve Marxist romancıların ortak yanı halklarının derdiyle dertlenmek ve dinî veya pagan mitolojiyi kurgularında ete kemiğe büründürmekti. İncil’deki meselleri dünyevî tartışmalarda kaldıraç misali kullanan ve ruhuna dinin bütün güzellikleri sinmiş bir materyalist olan Ngugi, Kenya halkının büyük bir bölümü tarafından neredeyse bir Hıristiyan aziz muamelesi gördü. Ana babası adanmış Hıristiyanlar olan ve böyle bir ortamda büyüyen Achebe, Nijerya’nın purperest İgbo kabilesinin geleneklerine gönülden bağlıydı. Edebî eleştirmen Simon Gikandi, bir Nijeryalı olarak hayatını değiştiren kitabın 13 yaşındayken okuduğu ve misyonerlerin bölünmesine yol açtıkları İgbo kabilesine bir nevi ağıt sayabileceğimiz Parçalanma olduğunu dile getiriyordu. Orta okul ve lisede sınıfları geçebilmek için Shakespeare veya Stevenson’dan metinlerin ezberlendiği bir eğitim sisteminde, genç bir öğretmen onlara Achebe’nin romanını okutuyor. “(Bu sayede) Anladım ki roman sadece sınavları geçmek için okunacak bir metin değil; gerçek ve aşina dünyalar hakkında, kültür ve beşerî tecrübeler hakkında, siyaset ve ekonomi hakkında, bize tarih ve coğrafya kitaplarında öğretilenlerle hiç bağdaşmayan bir dille hitap eden farklı bir şeydi.” [3]

Achebe bu ilk romanını Joseph Conrad ile Joyce Carry’nin “ırkçılığına” bir tepki olarak yazdığını ifade ediyor. Shakespeare ve Milton’dan Wordsworth ve James Joyce’a uzanan kanonik yazarları hatmettikten sonra ilk Afrika romanını okumaya başlıyor: Mister Johnson, by Joyce Carry, 1939. “Genelde bir yazarın ‘anlatı üzerindeki mutlak kudreti’ ve özelde de Joyce Carry’nin Afrikalıları nasıl yanlış resmettiği ile şok olan” Achebe, 24 yaşında Parçalanma’yı yazmaya başlıyor (1954). Ve hikâye anlatıcının gücünün olayların gerçek seyrini değiştirmeye yettiğini kavramış olarak, “bütün hayatını ülkesinin hikâyelerini yeniden-anlatmaya” adıyor. [4] İbn Haldun da asırlar önce aynı şeyi tarihyazımı için söylemiyor muydu: “Yazılan tarih, (gerçekte) olup bitenin yerine geçen ikinci bir gerçeklik alanı oluşturur.” [5] Ülkesinin hikâyesini anlatamayan, kendisine anlatılanları kabullenmek zorunda kalıyor.

“Sömürgecilik, imparatorluk kurmanın, Avrupa yayılmacılığının ve modern dünya sisteminin yaratılmasının bir bileşenidir.”

Tarihini Kim Yazıyor?

Roman Diliyle Siyaset’in “Emperyalizm Tarih Yazıyor!” bölümüne şöyle giriş yapmıştım: “Sömürgecilik ve daha geniş anlamda Emperyalizm, sadece belirli ülke veya bölgelerin doğal kaynaklarına el konması, ekonomilerinin Merkez’e bağlanması değildir. Ülke siyasetlerinin ve bugüne ait her şeylerinin denetim altında tutulması da değildir. Bu gaspın sürekli olabilmesi için, ülke tarihinin Merkez’e bağlanması, Merkez’in bakışıyla yeniden yazılması gerekir: Asıl emperyalizm budur” [6]

Modern tarih felsefe ve usulünün ana sütunlarından biri saydığım Michelle de Certau, nihayet Türkçeye kazandırılan kilit eserinde, Avrupa’nın Amerika’yı sömürgeleştirme tarzının sonraki dönemler için nasıl bir “dişiye hükmeden erkek” modeli oluşturduğunu şairâne bir dille tasvir ediyor: “Kâşif Amerigo Vespucci deniz tarafından gelir. Ayakta, giyinik, zırhlı, haçlı bir (erkek) adam olarak Avrupa’ya özgü, anlamlı silahlara sahiptir. Arkasında bir cennete ait hazineleri Batı’ya taşıyacak gemiler vardır. Karşısındaysa Amerika adlı yerli bir kadın. Bir hamak üstündeki bu kadın çıplaktır. İsimlendirilemeyecek bir farklılık sergilemektedir. Egzotik bitkiler ve hayvanların ortasında ayağa kalkmaya çalışır. Bu başlangıç sahnesidir. Sıra sıra sütunlara benzeyen bu ağaçlardan oluşan eşik üzerindeki bir anlık şaşkınlıktan sonra fatih, ötekinin bedeni hakkında yazarak kendi tarihini oluşturacaktır.” [7] Bu bedeni, çalışmalarının ve kurduğu hayallerin merkezine yerleştirecek ve onu ‘Latin’ Amerika diye adlandıracaktır.

Sömürgecilik, muhtelif Avrupa uluslarının dünyanın büyük bölgelerini araştırdığı, fethettiği, yerleştiği ve sömürdüğü bir siyasî-iktisadî olgudur. Modern sömürgecilik çağı 1500 dolaylarında Avrupalıların deniz keşifleriyle başladı. Ümit Burnu (1488) ve Amerika’ya gidiş (1492) gibi gelişmelerle deniz gücü Akdeniz’den Atlantik’e kaydı; ve Portekiz, İspanya, Felemenk Cumhuriyeti (Hollanda), Fransa ve İngiltere ön plana çıktı. Keşif, fetih ve yerleşim yoluyla bu uluslar dünyanın dört bir yanında sömürgeler kurdular, Avrupa kurumlarını ve kültürünü yaydılar. Saygın bir dünya tarihi ansiklopedisinde bu süreç şöyle özetleniyor: Sömürgecilik (colonialism) geniş anlamda “teknolojik bakımdan ileri bir azınlığın yerli bir çoğunluğa kuvvetle empoze edilen bir siyasî, iktisadî ve kültürel hakimiyet sistemi”dir. Sömürgecilik, imparatorluk kurmanın, Avrupa yayılmacılığının ve modern dünya sisteminin yaratılmasının bir bileşenidir. Kök kelime koloni, Latince colonie kelimesinden geliyor ki,  “Roma İmparatorluğu için yiyecek üreten tarım toplulukları” demekti. Batı sömürgeciliği daha fazla dikkatimizi çekmektedir zira çok yaygın ve dünya tarihinin büyük kuvvetlerinden biri olageldi. Alman coğrafyacı Alexander Supan’ın gözlemini esas alırsak: 1900’de Avrupa ulusları ve ABD, Afrika toprağının % 90.4, Pasifik adalarının % 98.9, Asya’nın % 56.5, Avustralya’nın % 100 ve (kuzey/güney) Amerika’ların % 27.2’sine kolonyal denetim kurmuştu. [8]

Emperyalizme Dört Bakış

Emperyalizm, sömürgecilikten daha kapsamlı ve karmaşık bir sürece verilen isimdir. Britannica ansiklopedisine göre, “güç ve hükümrânlığı (dominion) genişletmeye yönelik bir devlet politikası, uygulaması ve savunusu”dur. Sözkonusu genişleme özellikle doğrudan toprak işgali veya diğer bölgeler üzerinde siyasî ve iktisadî denetim kurmakla sağlanabilir. Her zaman için, askerî veya iktisadî yahut daha incelikli biçimdeki güç kullanımını gerektirdiğinden, emperyalizm çoğu zaman ahlâken menfur sayılmış; keza umumiyetle uluslararası propagandada hasım ülkenin dış siyasetini itibarsızlaştırmak maksadıyla kullanılmıştır.

Modern çağda sömürge esaslı imparatorluklar başlıca üç evreden geçti: 15. Yüzyıldan 18. yy ortalarına kadar İngiltere, Fransa, Hollanda, Portekiz ve İspanya Amerika(lar), Hindistan ve Doğu Hindler’de imparatorluklar kurdular. Bundan aşağı yukarı bir asır sonrasına kadar, emperyalizme karşı şiddetli tepkiden ötürü, imparatorluk arayışında göreli bir sükûnet hüküm sürdü. Fakat 19. yy ortalarından Birinci dünya Savaşı’na kadarki evrede çok daha şiddetli emperyalistik politikalar izlendi. Bu evrede hem Rusya, İtalya, Almanya, ABD ve Japonya gibi yeni emperyalist devletler zuhur etti; hem de dolaylı, özellikle malî (finansal) denetim tercih edilir bir emperyalizm biçimi hâline geldi. Emperyalizme dair kuramsal görüşleri dört başlık altında topluyor Britannica:

  1. Birinci grup, emperyalizmin gerçekten zahmete değer olup olmadığını tartışıyor. Emperyalizmin kârlı bir iş olduğunu düşünenler beşerî ve maddî kaynaklara, pazarlara, yatırım sermayesine ve fazlalık nüfusa atıfta bulunuyor. Adam Smith, David Ricardo ve John Hobson gibi muhalifler ise emperyalizmin belki küçük bir gruba çıkar sağladığını, fakat bütün ulusun faydasına olmadığını ileri sürdüler. Marksist kuramcılar ise emperyalizmin, kapitalizmin geç bir aşaması olduğunu, ulusal kapitalist ekonominin tekelcileştiğini, böylece (diğer kapitalist devletlerle rekabet içinde) fazla üretim ve sermaye için dış pazarları fethetmeye zorlandığını dillendirdiler. Lenin ve Buharin gibi Marksistler için (tekelci) kapitalizm ile emperyalizm özdeşti.
  2. İkinci grup emperyalizmi insan fıtratının, özellikle de devlet gibi örgütlü grupların mahiyetinin bir sonucu olarak görüyordu. Aralarında Makyavelli, Bacon, Gumplowicz gibi farklı gerekçelere sahip şahsiyetlerin bulunduğu (Hitler ve Mussolini gibilerin de onayladığı) bu gruba göre, emperyalizm doğal ayakta kalma mücadelesinin bir parçasıydı; üstün niteliklere sahip olanların kaderi, bütün diğerlerine hükmetmekti.
  3. Üçüncü grubun argümanları strateji ve güvenliği öne çıkarıyordu. Uluslar güvenlik gerekçeleriyle veya başka devletlerin aynı şeyleri elde etmemesi maksadıyla, üsler, stratejik maddeler, tampon devletler, “doğal” cepheler temin etmek ve iletişim hatlarını denetim altında tutmak zorundadırlar. Devletler güç ve itibara yönelik doğal arayışlarında kaçınılmaz surette emperyalist olurlar.
  4. Dördüncü grup ise manevî ilkeleri öne çıkaran “misyoner” topluluklardır. Bunlara göre, emperyalizm sayesinde halklar zorba yönetimlerin boyunduruğundan kurtarılarak daha üstün bir hayat tarzına kavuşturulur. [9]

Şiir Diliyle Emperyalizm

Otuz yaşında ateşli bir Marksist olarak Nâzım, Benerci Kendini Niçin Öldürdü? roman/şiirinde, sömürge halkların “daha üstün bir hayat tarzına” ne maksatla alıştırıldığına açıklık getiriyordu:

Bir coğrafya hocası dedi ki derste:

‘Senegalli zencinin yegâne derdi

           yüzünün siyah olmasıdır.’

Bu haber bir velveleyle köpürdü Paris’te,

müstemlekeler nezareti emir verdi,

pudra fabrikaları geçti seferberliğe.

Fransızlar zenciyi pudralayıp aklaştırmaya çalışadursun, İngilizlerin eli armut mu toplayacak?

Paris’te olan işler duyulunca Londra’dan

hemen içtima edip karar koydu Avam Kamarası:

‘Kıçlarına kuyruk takmıyan Hintlilerin

                                  kesilecek kafası.’

Telsizler daha tebliğ ederken bu kararı Hind’e

muazzam bir kuyruk tröstü teşekkül etti

                                           Mançister şehrinde.

Felemenklerle Caponlar boş mu dursun:

Kutbu şimalide Eskimolar

                              görünce bu halleri,

kıça kuyruk takmamak

                ve değiştirmemek için deri,

ince Japon fincanlarında

okkalarla Hollanda sütü içmeye başladılar.

Ve bütün bunlar, dünya ticaretini canlandırmak, limanları şenlendirmek, kazanmak ve kazandırmak (!) içindi:

Üstünde uzun katarlar kayan raylar,

bahrimuhitlerin elli bin tonlukları

ham mevat taşıyorlar müstemlekelerden.

Kilometreler

          ticaret evleriyle bağlandı birbirine.

Sahrayı Kebir’in ortasında

                            ilân kuleleri dikildi.

Tröstler kartellerle tokuşuyor.

Balyalar, denkler, çuvallar, kutular

şarktan garba, garptan şarka koşuyor. [10]

Sömürgecilik Ne Değildir?

Nâzım’ın şiirinden yirmi yıl kadar sonra, Aime Cesaire sömürgecilik üzerine meşhur nutkunu irat ederek, öncelikle sömürgeciliğin ne olmadığına açıklık getirdi: “Ne İncil’i öğretmektir, ne hayırsever bir girişimdir; ne cehaletin, hastalıkların ve tiranlığın sınırlarını geriletme arzusudur, ne Tanrı’nın yüceltilmesi için üstlenilen bir projedir, ne de hukuk düzenini genişletme çabasıdır. Sömürgecilikteki tayin edici aktörler serüvenci ve korsan, toptancı ve gemi sahibi, altın arayıcısı ve tüccar, hırs ve güç, ve bunların da gerisinde, içsel nedenlerden dolayı, tarihin belli bir noktasında, birbirine rakip ekonomileri arasındaki rekabeti dünya ölçeğinde yaymaya kendisini mecbur hisseden bir medeniyetin şeytanî gölgesidir.” [11]

Cesaire, hiç kimse “masum amaçlarla” sömürgeciliğe soyunmaz ve yaptıkları da hiçbir sömürgecinin yanına kâr kalmaz, diyor.  En medenî sömürgeci bile insanlıktan çıkar. Sömürgeci fetih, sömürgeciyi dönüştürür; vicdanını yatıştırmak için “öteki insanı bir hayvan gibi görme eğilimi içine girer ve kendini ona hayvan gibi davranmaya alıştırır.” Bu süreç kaçınılmaz olarak  sömürgecinin bizzat kendisini de bir hayvan gibi görmesine yol açar. Modern siyaset felsefesinin kritik görevlerinden biri, bu gerçeği yaldızlamaktır. Nâzım’ın dizeleriyle:

Anam güldü.

Ve birdenbire küçücük kafam

                    yukardan düşen bir kitabın

                                    yapraklarıyla örtüldü.

Kitabı kafamdan atıp yukarı baktım:

Britanya bankalarının localarından

                                         filozoflar:

tonlarla yazılı eserlerini

                      üstümüze fırlatıyorlar.

Sadece filozoflar değil, şair ve romancılar da. “Kendi hikâyemizi kendi kelimelerimizle” yazmamız bu yüzden çok önemli. Otomobilden önce hikâyemiz olmalı “yerli ve millî.”

“Afrika romanı, sömürgeciliğe itaatkâr direnişe can veren ve bir ölçüde de alet olan özgün bir edebî etkinliktir. İsyan ve itaat iç içedir.”

Haksızken de Yenmeyi Öğrenmek!

Kitap birbirinin içine geçen iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde ele aldığım Kenyalı Marksist Ngugi wa Thiong’o, Nijeryalı Hristiyan Chinua Achebe ve Senegalli Müslüman Şeyh Hamidu Kan, esasta aynı meseleye odaklanmışlar: Alman/İngiliz/Fransız kolejlilerle yerli ve millî kolejlilerin çatışma ve mücadelesi. Sonuç? İkinciler, birincilere dönüşerek onları yeniyor! İkinci bölümde Müfide Ferit Tek, Selma Ekrem ve Fatma K. Barbarosoğlu’nun romanlarından hareketle, anlatılanın bizim de hikâyemiz olduğunu görüyoruz.

Evet, Afrika romanı, sömürgeciliğe itaatkâr direnişe can veren ve bir ölçüde de alet olan özgün bir edebî etkinliktir. İsyan ve itaat iç içedir. Yarım yüzyıl öncesine kadar, Afrikalılar kendi dillerinde roman yazmıyorlardı. Batılı edebiyat otoritelerine göre, Afrika toplumları gelişip modernleştikçe, Afrika edebiyatı da giderek Batılılaşacaktı. Afrika alfabesiz toplumdan okur yazarlığa, köylülükten şehirliliğe, cematten bireylere dönüştükçe, roman da bu evrilmeleri resmedecekti. Achebe 1975 yılında yayınladığı ünlü eleştirisinde, edebiyata bu arsız Avrupamerkezci yaklaşımı sömürgeci diye nitelendirip reddetti. “Batılı bir yazarın eseri otomatik olarak evrensel kabul ediliyor. O standarda ulaşmak da başkalarına düşüyor. Sanki evrensellik Avrupa veya Amerika istikametinde alınması gereken uzun bir yoldur da, kendinizle yurdunuz arasına yeterince mesafe koyduğunuz zaman siz de erişebilirsiniz.” [12] Afrikalı yazarların çoğu romanlarını İngilizce yahut Fransızca yazıyorlardı. Böyle yapmakla “kendileriyle yurtları arasına yeterince mesafe” koymuş oluyorlardı zaten.

Dekolonizasyon sürecinde Afrika siyasetten ziyade edebiyatıyla, şiir ve hikâyeleriyle dirilecek ve kendi ‘evrenselliğini’ yazıya dökecekti. Ama hangi dille? Birkaç nesil süren sömürge şartları, hikâye yazabilecek olanların hepsini “efendinin dilini” konuşur hâle getirmişti. “Afrika’ya ait fikirleri Afrikalı olmayan dillerle” nasıl ifade edebileceklerdi? Yabancı bir dille beraber, yabancı fikirler de zihinlerine doluşmayacak mıydı? İlk yapılan, Avrupa dilleriyle oynamak suretiyle, onları “Afrika fikirlerini dillendirmeye uygun duruma getirmek” oldu. Achebe Avrupaî roman formunu kullansa da, karakterlerinin diyalogları için Afrikalılaştırılmış bir İngilizce geliştirmeye büyük çaba harcadı. Fakat yerli dilde yazmaya doğru ilk hamle Ngugi wa Thiongo’dan geldi. Ruhuna dinin bütün güzellikleri sinmiş bir sosyalist olan Ngugi’nin romanları mesihlerle doludur ve kabile mitolojisi ile Kitab-ı Mukaddes iç içedir. Yerli adları olan devrimci kahramanları ya birer İsa’dırlar, yahut Musa. İngilizce yazdığı ikinci romanında, bu Marksist aydın, yurtseverleri birer İsa olmaya çağırıyordu:  “Kenya’da bir şeyleri değiştirecek ölümler gerek, yani gerçek fedâlar. Ama önce çarmıhımızı taşımaya hazır olmalıyız. Her kim Kenya’nın özgürleşmesi için çarmıhı göğüslerse, Kenya halkı için gerçek İsa odur.” [13] Öyle ateşli yazıyordu ki, onu dindar bir yazar sanıyordular. Oysa alenî bir Marksistti ve İncil’i, Hıristiyanlığa karşı kullanıyordu; yurdunu “beyaz zulüm”den kurtarmak için.

Soru şu: Onları, dindar olmadıkları halde dindarca (Ngugi) veya putperest olmadıkları halde kabile inancını paylaşıyormuş gibi (Achebe) davranmaya iten neydi? Cevap: Afrikalı romancının ruhu, halkı tarafından gebe bırakılmıştı. Halklarına ve ruhlarına sinmiş hikâyeye iman ediyorlardı. Hrıstiyan yahut Marksist olma durumları bundan sonra geliyordu. Achebe, “bombalara karşı hikâyenin gücüne inanıyorum” diyor; Hrıstiyan bir ailede büyümesine rağmen, putperest yerel gelenek ve tarihten kopmuyor. Üniversitede bir süre tıb okuduktan sonra İngiliz Edebiyatı bölümüne geçiyor. “Yanlış bir adım atıp hikâyeleri terk etmiştim; ama onlar beni bırakmadılar.” Bir yazar olarak, rahmindeki hikâyeye kulak verdiği ölçüde roman yazabiliyor. İlk romanı Parçalanma’da Nijerya’nın iki büyük halkından biri olan İgbo’ların küçük bir klanında, sömürgecilerin gelişiyle her şeyin nasıl parçalanıp döküldüğünü canlandırıyor. Kadınlara ve çocuklara göz açtırmayan sert erkeklerin “ikiz doğan çocuklarını lânetli diye ormana attıkları” bir beldenin, beyaz misyonerler marifetiyle nasıl çözüldüğünü; babalarının despotluğuna tahammül edemeyen ince ruhlu gençlerin, ikizleri ormana atılan genç annelerin nasıl din değiştirdiklerini ibretle izliyoruz. İkinci romanda bu ilk mühtedilerin çocukları okumak için Londra’ya gidecek ve bu sefer ‘dinsizleşip’ geri döneceklerdir. Parçalanma içinde parçalanma. Böylece ikinci romanın başlığına da ulaşıyoruz: Artık Huzur Yok! Üçüncü romanda inadı yüzünden halkın iktisadi meselesini çözümsüz bırakan din adamı, halkını Kiliseye kaptırıyor: Tanrı’nın Oku. Achebe’nin kurgusu roman olduğu kadar, bir edebî antropoloji. Kurgu üzerinden hem ‘geleneksel’ toplumun zihniyetini; hem de piyasa ekonomisi yaygınlaştıkça bu zihniyetin nasıl çözüldüğünü çok çarpıcı biçimlerde takip edebiliyoruz. [14]

Üçüncü romancınız bir Müslüman: Senegalli Şeyh Hamidu Kan. Onun Müphem Macera romanı (L’Aventure Ambigue, Julliard 1961, Yeryüzü 1982) kırk yıl kadar önce yayınlandı Türkiye’de, fakat hiçbir iz bırakmadı. [15]  Hamidu Kan çok az yazmış olmasına rağmen, Afrika romanının zirvelerinden biri sayılıyor. Achebe bir konuşmasında bu romandan övgüyle söz ediyor ve uzun alıntılar yapıyor. Şeyh Hamidu Kan’ın romanında ana mesele sömürgeci Avrupalılara karşı nasıl bir strateji takip edilmesi gerektiğidir. Halk “keresteleri birbirine çatmasını daha iyi öğrenmek” ve “daha besili olmak” istiyordu. Beyazlara haksız yere yenildiklerine göre, çocuklarının “haksız yere yenme sanatı”nı da öğrenmeleri gerekiyordu. Bu düşünceler dinî otoriteyi (Üstad’ı) ürpertiyordu. “Şeytanın değişik kılıklara girmesi gibi, besili olmanın da daha başka tarafları vardı. Öğrencileri hakikatten uzak, bu dünyaya bağlı kılmaya çalışan şey, besili olmanın ta kendisiydi.”Romanda dinî otoritenin yerini alabilecek soylu hafız adayı Samba Diallo zihnî ve ahlâkî bir ‘çöküş’ yaşarken, bu yüce makam onun kadar yetkin olmayan köylü Demba’ya kalıyordu. Bu sadece Senegal’in yahut Afrika’lıların kaderi miydi? Yoksa umumî manzara İslâm dünyasının her yerinde aynı mıydı? Soylular sisteme ayak uyduruyor, köylüler de ehlileşip iktidara mı geliyordu?

Pervaneler, Uzak Ülke ve Peçeye İsyan

Senegal’li Şeyh Hamidu Kan’dan kırk yıl kadar önce, ilk Avrupaî Türk kadınlarından biri sayılan ‘soroptimist’ Müfide Ferit Tek, edebiyatımızda artık asar-ı antikadan sayılan bir roman yazdı: Pervaneler. Romanda Robert Kolej’i andıran Bizans Kolej, Bebek yerine Heybeliada sırtlarına kurulmuştur. Okula doğru yürüdüğünüzde kendinizi “İstanbul’un haricinde, ayrı bir ülkeye girmiş” sanıyorsunuz. Bir kale köprüsünü temsil için yapılan meşhur taş köprüye geldiğinizde, “ayrı bir devlet hududunu” aşmakta olduğunuzu hissetmemeniz mümkün değil. “İstanbul’un tam karşısında tıpkı müstakil ve hakim bir devlet gibi” Heybeli’nin tepesine yerleşmiş bir menba-ı medeniyet. “Marmara’nın mavi ipek sularından saçlı bir baş gibi yükselen adanın tepesinde Bizans Kolej, bu yükseğe ve servete ibadet eden yeni görmüş bir memleketin zevkiyle yapılmış, kibirli ve muazzam binalarını bir istihfaf edasıyla yükseltiyor.” [16] Kitab-ı Mukaddes’e atıfla Baal Mabedi’ne benzetilen Bizans Kolej, klasik edebiyatımıza atıfla da bir şem veya mumdur, öğrencilerse etrafında pervane. Onları “çeken ve yakan” bir fanus. Korkunç bir değirmendir aynı zamanda, “mütemadiyen döner, içine düşmek felaketine uğrayan Türk kızlarını alıp terbiye çarkları arasında evire çevire Türklük’ten sıyırır, biraz Amerikan rengine, biraz kozmopolit şekline sokar, memleket için ölmüş, hayat için zararlı, şahısları için bedbaht birer mahluk yaparak ortaya fırlatır.”

Bu okulların Fikret’in oğlu Haluk gibi, Fatma Aliye’nin kızı İsmet gibi rahip ve rahibe olmuş sayısız ‘kurbanı’ vardı.  Fatma Barbarosoğlu roman/belgesel karışımı hybrid bir eserde (Uzak Ülke) bu ikincisini canlandırmak istedi. “Muasır medeniyetlerde Osmanlı kadınına yer arayan” mümin bir âlimenin, Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı ve Devlet-i Aliye’nin ilk kadın romancısı Fatma Aliye’nin ıstırabını romanlaştırdı. [17] Ömrünün son on yılını (1926-36), Katolik rahibesi olan kızı İsmet’i aramakla geçiren Fatma Aliye’nin hüznü, bu metni romandan öte ve üstün bir şey kılıyor bence. Buna bir ad bulmalıyım, dedim ama bulamadım. Tam roman değil, çünkü mü’min bir yazar olarak Fatma Barbarosoğlu kahramanlarının “yaşamış olabilecekleri” özel hayatlarına girmiyor; tecessüsüne gem vuruyor yani. “Merakını bastıran Türk’ten Balzac çıkmıyor!” Balzac, bir taşralı merakıyla, kendisine ne kadar kapalı Paris binası varsa, hayalen içine dalıp hepsini ayrıntılarıyla anlatıyordu. Adorno, içeridekiler bu kadar ayrıntının farkında bile değillerdi, diyor! Müeddep bir Müslüman yazar olarak Barbarosoğlu, hatt-ı memnuyu geçmiyor.

Namık Kemal’in “gönüllü sürgün” torunu Selma Ekrem’in 1930 yılında New York’ta yayımlanan, roman tadındaki acılı anılar kitabı Peçeye İsyan ise sanki Barbarosoğlu’nun 77 yıl sonraki sorularına cevap için yazılmış gibidir. [18] Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır’ın ortanca kızı Selma Ekrem, Robert Kolej’i bitirdikten sonra “şapkasını özgürce giyebileceği” Amerika’ya kaçar. Bu karar çocukça bir hevese değil, sarsıntı geçiren bir medeniyetin, kendi çocuklarına sahip çıkma yeteneğini yitirmekte olduğuna işarettir. Selma Ekrem, İstanbul’un işgal günlerinin acısı içinde bile en çok çarşaf ve peçe meselelerini düşünüyor. Okuduğu Robert Kolej ıstıraplı günlerinde ona bir sığınak olur. “Bu işgal ve zulüm günlerinde, kolej kendimi özgür hissettiğim tek yerdi. Orada şapkamı rahatça giyebiliyor, gelecek güzel günlerin düşlerini rahatça kurabiliyordum.” İstiklal Harbi ve Cumhuriyet’in ilanı bile Selma Ekrem’in özgürlük arzusunu dindiremiyor. Yeni yönetimin kadına karşı tavrı ne olacaktı? Bu şüphe atmosferinde koleji bitiren genç kız avare ve mutsuzdu. “Çalışmak istiyordum ama nerede iş bulacaktım ve şapka giyerken çalışmaya nasıl cesaret edecektim?” Böylece Amerika’ya kaçış “santim santim sürünerek ilerlediği” bir hedef haline geliyordu. “Türkiye’de yapacak hiçbir şeyim, hiçbir şansım yoktu. Kaderciliğin ağır eliyle yüzyılların ağırlığı, nefesimi kesiyordu. Havanın temiz, ateşli arzuları ve dili olan insanların soluk alabileceği yeni bir ülke arıyordum. Yeni insan dalgalarıyla karışan kumun bir parçası olmayı istiyordum.”

Roman kaçışın, zihnî ve ahlakî değişimin, değerlerdeki dönüşümün en güvenilir tarihsel kaydıdır. Bu kitapta roman ve anı karışımı altı anlatı üzerinden bu dönüşüme ayna tutmaya çalıştım. Baştaki hükmüm değişmedi, ne yazık ki: Emperyalizmle mücadelemiz bir “itaatkâr direniş”ten ibarettir. İsyan ve biatın iç içe geçtiği bir direniş, belki de sadece bir “iş”! Keşke bu girişi bir hikâye tarzında yazsaydım; başlığı da Nafile Roman olsaydı.

Not: Bu yazı, Küre Yayınları tarafından yayımlanacak olan Roman Diliyle Emperyalizm başlıklı kitabın giriş bölümüdür.


[1] Geçenlerde Mustafa Kutlu aradı. Roman Diliyle İş Hayatı’nın girişini okuyormuş: “Bir Müsiad Danışmanının Nafile Romanı.” “Ölmeden mutlaka bir roman yazmalısın Mustafa”, dedi, “başlığı da “Nafile Roman” olmalı.” Şimdi anlıyorum ki, bu iki kitabın girişlerinin işaret ettiği ulusal ve uluslararası gerçeklik(ler) aynı. Behemehal yazmalıyım bu romanı.

[2] Mpalive-Hangson Msiska: “Fidelity and Transgression in the Post-Colonial African Novel,” W. Gobel ve S. Schabio (ed.): Locating Postcolonial Narrative Genres, New York: Routledge, 2013, s. 77.

[3] Simon Gikandi: “Chinua Achebe and the Institution of African Literature,” M. Keith Booker (ed.): The Chinua Achebe Encyclopedia, Westport: Greenwood Press, 2003, s. viii.

[4] Michele Leggott: “Chinua Achebe,” Encyclopedia of Post-Colonial Literatures in English, E. Benson ve L. W. Conolly (eds.), London: Routledge, 2005, Cilt I, s. 14.

[5] Tahsin Görgün: “İbn Haldun,” TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 19, 1999, s. 543-55.

[6] Mustafa Özel: Roman Diliyle Siyaset, İstanbul: Küre, 2018, s. 246.

[7] Michelle de Certau: Tarihyazımı, Ankara: DoğuBatı, 2020, s. 11.

[8] David Levinson: “Colonialism,” Berkshire Encyclopedia of World History, ed. W. McNeill et al, 2nd Edition, 2010, s. 602.

[9] www.britannica. com, 1 Mayıs 2020.

[10] Nazım Hikmet: Bütün Şiirleri, İstanbul: Yapı Kredi, 2011, s. 306.

[11] Aime Cesaire: Sömürgecilik Üzerine Söylev, İstanbul: Doğu Kütüphanesi, 2005, s. 67.

[12] Chinua Achebe: “Colonialist Criticism,” 1975’den Neil Lazarus: “Modernism and African Literature,” The Oxford Handbook of Global Modernisms, ed. M. Wollaeger ve M. Eatough, Oxford: OUP, 2012, s. 229.

[13] Ngugi wa Thiong’o: Bir Buğday Tanesi, İstanbul: Ayrıntı, 2014, s. 126.

[14] Chinua Achebe: Afrika Üçlemesi: Parçalanma, Artık Huzur Yok, Tanrı’nın Oku, İstanbul: İthaki, 2019-20.

[15] Şeyh Hamidu Kan: Mahrem Macera (Çev. Adnan Tekşen), İstanbul: Yeryüzü, 1982. Aslında Müphem Macera diye çevrilmesi daha uygun olan bu eserin ilk çevirisinin 6 yıl daha önce yapıldığını öğrendim sonradan: Hayat Çıkmazı (Çev. İsmet Topaloğlu), İstanbul: Damla, 1976. Son çeviri ise 2000 yılında yayımlanmış: Mahrem Macera (Çev. Saim Akmehmet) İstanbul: Özgün, 2000.

[16] Müfide Ferit Tek: Pervaneler, İstanbul: Kaknüs, 2002, s. 100.

[17] Fatma K. Barbarosoğlu: Uzak Ülke, İstanbul: Timaş, 2007.

[18] Selma Ekrem: Peçeye İsyan, İstanbul: Anahtar Kitaplar, 1998. Özgün metin: Unveiled (Peçesiz), New York: Ives Washburn Publishers, 1930.

Daha fazla göster

1 Comment

  • sabri akay

    Değerli bilgiler için çok teşekkür ediyoruz. Bilgilerimi tazeliyorum ve yeni bilgiler ediniyorum.
    Sağlık ve Başarı dileğimle.

    Yanıtla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir