Vügar İmanbeyli: “Putin yönetimindeki Rusya’nın siyasi ve ekonomik gelişme modeli köhnemiştir.”

BİSAV Blog’da “4 Soru 4 Cevap” söyleşi serisinde bu kez, Rusya siyaseti ve dış politikası üzerine çalışmalarıyla tanınan Vügar İmanbeyli’yi konuk ediyoruz. Ahmet Okumuş’un yaptığı söyleşide İmanbeyli ile Rusya’daki siyasi akımların dış politikaya etkisinden, mevcut rejimin niteliğine, Ukrayna Savaşı’nın ülke ekonomisine yansımalarından Türkiye’deki Rusya çalışmalarının durumuna kadar geniş bir çerçevede konuştuk. Rusya’nın tarihsel dinamiklerini günümüz siyasal gelişmeleriyle birlikte ele alan bu mülakatta, kapsamlı analizler ve çarpıcı tespitler bulacaksınız.
Her büyük siyasi-toplumsal gelenekte olduğu gibi Rusya söz konusu olduğunda da ülkenin tarih ve dünyadaki yerini tarif etmeye çalışan farklı ekol ve düşünce çizgilerinden söz edebiliriz. Modern dönemde Rusya’nın alacağı şekil ve izleyeceği istikamet üzerine de farklılaşan hatta çatışan yaklaşımlar ortaya çıkmıştı: Batıcılar, Slavofiller, Avrasyacılar… Bunlar klasik Rus edebiyatından çağdaş Rus siyasetine değin etkilerini izleyebileceğimiz akımlar olarak belirginleştiler. Peki bugün bütün bu alternatif düşünce hatlarının Rus dış politikası üzerinde etkileri olduğunu söyleyebiliyor muyuz? Rusya için fikri seçenekler alanı olduğu gibi duruyor mu yoksa daralıyor mu?
Evet, bunlar çok önemli sorular. Gerçekten bahsettiğiniz akımlardan günümüze ne kaldı acaba? Öte yandan dış politikada fikirlerin etkisini tam olarak nasıl ölçeceğiz? Fikirler gerçekten etkili mi, yoksa dış politika yapıcıları işlerine gelen fikirlerden (yani çıkarlarına uygun düşenlerden) bir demet yaparak onları söylemlerinde araçsallaştırıyorlar mı? Ama herhalde “fikir, eylemden önce gelir”, bu doğrultuda bazı cevaplar verilebilir. Öncelikle Rus dış politikasının şekillenmesinde etkili olduğu söylenen ekolleri kabaca tasnif etmek ve ayrıştırmak gerekir. Tabi, burada birçok gruplandırma ve isimlendirme söz konusudur. Bazıları çok detaylıdır. Her tasnif de bildiğiniz gibi bir anlamda kısıtlayıcıdır.
Ama meselenin basitçe anlaşılması bakımından şöyle düz bir hat üzerinde dizili Rusça isimleriyle üçlü bir tasnif yapabiliriz: Bu hattın “batı”sında, sizin de zikrettiğiniz, Zapadnikler, “orta”sında Derjavnikler, “doğu”sunda Pochvennikler duruyor diyebiliriz. Zapadnik, Batıcı demek olup zapad (batı) kelimesinden türetilmiştir. Derjavnik, devletçi, diğer bir deyişle etatist demektir, eski Slavcadaki derjava kelimesinden gelmektedir, ki bunun hakimiyet, güç, bağımsız kudretli devlet gibi anlamları var. Pochvennik ise, temel/toprak/kök vb. anlamları olan pochvadan üretilmiştir, temelci/özcü/kökçü diyebiliriz koşullu olarak. Bu yelpazenin iki karşıt ucundakileri genel itibariyle ayrıştırırsak, Zapadnikler, ülkenin Batıyla yol yürümesini arzu ederken, bunların tam karşısında konumlanan Pochvennikler Rusya’nın kendine özgü bir yolunun (Sonderweg) ve hatta kutsal bir misyonunun olduğunu düşünmektedir. Çoğunluğu “devlet-içi” kurumlardan (genellikle güvenlik elitinden) gelen Derjavnikler ise, Rus(ya) devletinin çıkarlarını öncelediklerini belirtiyorlar.
Fakat bu matris bu noktadan sonra daha karmaşık hale gelmektedir. Öncelikle hemen belirtelim ki, bu gruplar ideal tiplerdir, bunların da içinde farklılaşmalar söz konusudur. Mesela, Sovyetlerin son lideri Mihail Gorbaçov esasında sosyal-demokrat bir Zapadnik sayılırdı, Batıyla çok yakın işbirliği yaparak ve onların birtakım değerlerini özümseyerek “insan yüzlü sosyalizm” kurmayı hayal ediyordu. Post-Sovyet Rusya’nın ilk dışişleri bakanı Andrey Kozırev ise ülkesini Batılı örgütlere tamamen entegre etmeye çalışan liberal bir Zapadnik idi. Derjavnikler içinde de bazen Zapadniklere, bazen de Pochvenniklere doğru eğilim gösterenler çıkabilir. Pochvennikler kampına da Slavofilinden milliyetçisine ve muhafazakarına, komünistinden neo-Avrasyacısına ve nasyonal-Bolşeviklere kadar değişen birçok grup dahil edilebilir, ki bunlar arasında da birtakım ayrışmalar mevzubahistir. Sözgelimi, milliyetçi edip Aleksandr Soljenitsin gayri-Ruslardan (özellikle Kafkasyalılar ve Orta Asyalılardan) bir anlamda arındırılmış bir Rus devleti arzularken, aşırı milliyetçi politikacı Vladimir Jirinovski yayılmacılık taraftarı idi.
Yine bu “ideal gruplar”ın bazıları arasında geçişkenliklerin de mümkün olduğunu belirtmek gerekir, yani Zapadniklerden Derjavniklere, Derjavniklerden Pochvenniklere veya tam tersi istikamette hareketler olabilir. Yelpazenin karşıt uçları arasındaki geçişkenlikler ise, yani Zapadniklerden Pochvenniklere (veya tersi) geçiş ise nadirdir. Belki Rusya’nın üçüncü, aslında “ara cumhurbaşkanı”, eski Zapadnik Dmitri Medvedev’in durumu buna örnek olarak verilebilir. Ayrıca, bir yöneticinin yönetimi altında bu grupların temsilcileri sırayla görev alabilir. Mesela, post-Sovyet Rusya’nın ilk cumhurbaşkanı Boris Yeltsin’in ilk dışişleri bakanı, ki ismini zikrettik, Zapadnik olan Kozırev idi (1991-1995 yılları arasında görev yapmıştı). İkincisi ise dış istihbarat servisi SVR’in başındayken Ocak 1996’da bakanlığa atanan Yevgeni Primakov idi; o da Derjavnik addedilmekteydi. Aslında 1990’larda Yeltsin’in altı başbakanından üçü güvenlik eliti çıkışlı Derjavnik (Yevgeni Primakov, Sergey Stepaşin, Vladimir Putin) idi; birisi Zapadnik-Derjavnik (Viktor Chernomırdin), ikisi de Zapadnik (Yegor Gaydar, Sergey Kiriyenko) sayılırdı. İlginçtir ki, bu kişilerden beşi, görev süreleri sonunda, devlet bağlantılı üst düzey görevlere yine devam etmişlerdi. Hatta Kiriyenko 2018’den beri Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter yardımcısı olarak Putin’in en yakınında bulunmaktadır. Sadece Yegor Gaydar daha sonra muhalifler safında Putin karşıtı politika yapacaktı. Putin’in ilk başbakanı Mihail Kasyanov da bir Zapadnik idi, ama o da Gaydar gibi muhalif liberal kanada katılmıştı. Putin’in ikinci başbakanı Mihail Fradkov ise görev süresi sonunda 2007’de dış istihbaratın başına atanmış ve orada on yıl kadar hizmet etmişti. Bu noktada artık Fradkov’un hangi gruba mensup olduğunu ifade etmeye gerek yok herhalde. Lafı fazla uzatmadan bu üç temel grupla ilgili son bir hususu daha vurgulamak gerekir. Bu grupların tamamı dış politika projeksiyonlarında Rusya’yı “büyük güç” olarak tahayyül etmektedirler, ama “liberal Atlantikçi”, ama “normal”, ama “Rusçu”, ama “Avrasyacı”, farketmiyor… Bu üç grubu da 1991 sonrasındaki Rus dış politikasının şekillenmesinde bir biçimde görmek mümkün. Mesela, 1990’ların ilk yarısında Zapadnikler, cumhurbaşkanlığında, dışişlerinde ve ekonomiyle ilgili bakanlıklarda etkin iken parlamentoda zayıf durumdalardı. Duma’da esasen Pochvennikler çoğunluktaydı. Putin’in gelişiyle Derjavniklerin yükselişi başladı, Zapadniklerin sesleri tedricen kısıldı, Batı karşıtı Pochvenniklerin söylemleri gittikçe daha çok tedavüle sokuldu.
Şimdi kısaca 1991 sonrası Rus dış politikasını dönemlendirirsek burada dört dönemi ayrıştırmak mümkündür: 1) Batıya entegrasyon, 1992-1995; 2) Batıyla iş birliği ve dengeleme, 1996-1999; 3) Batıyla iş birliği ve rekabet, 2000-2007; 4) Batıyla ve “yakın çevre”yle çatışma, 2008’den beri. Tabi, burada bunların tüm ayrıntılarına girmek mümkün değildir. Kısaca söylersek, ilk iki dönem Yeltsin, son iki dönem ise Putin iktidarını ihtiva ediyor (Medvedev’in cumhurbaşkanlığı bir istisna teşkil etmiyor). Birinci dönemde Zapadnikler direksiyonda idi, ama bu dönemin son iki yılında Kozırev de vites düşürmüştü, çünkü yeni parlamentoda aşırı milliyetçi sağcılar (Vladimir Jirinovski’nin LDPR’i) ve neo-Komünistler (Gennadi Züganov’un KPRF’i) çoğunluktaydı. İkinci dönemde, Primakov’un dışişleri bakanlığı ve başbakanlığında Zapadniklerin nüfuzu erimeye devam etmişti. Gerek Derjavniklerin, gerekse Pochvenniklerin desteğini alan Primakov Batıyla işbirliğini sürdürmeye ve aynı zamanda onu diğer büyük ve orta güçlerle dengelemeye çalışmaktaydı. Üçüncü dönemde ise Putin bu genel politikaya bazı alanlarda rekabet boyutunu da ekledi. Putin, 2000 yılında SSCB marşının müziğini, Rusya’nın ulusal marşı olarak geri getirdi, buna yeni sözler yazdırdı. 2004’te SSCB’nin çöküşünün “20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” olduğunu beyan etti. Peşinden 2007’de Batıya meydan okuyan Münih Nutku geldi. Bunların tamamı Pochvennikler tarafından alkışlandı, Zapadniklerce de endişeyle karşılandı.

Dördüncü dönemde ise artık sıcak savaşlarla Batıyla ve “yakın çevre” ülkeleriyle çatışma boyutuna geçildi. 2008’de Gürcistan’la savaş yaşandı ve iki ayrılıkçı bölgesi kontrol altına alındı. Ardından 2014-2015’te Kırım ve Donbas bölgesinin bir kısmının işgaliyle biten I. Rus-Ukrain Savaşı geldi. Bu iki savaşta da Rusya, ülke sınırları dışındaki (etnik) Rusları koruma söylemiyle hareket etti. Böylece, Pochvenniklerin Russkiy Mir (Rus dünyası) ve Novorossiya (Yeni Rusya) konseptleri devlet yöneticilerinin repertuvarına geri dönülemez bir şekilde girdi. Bunlardan birincisi çok-etnikli Rusya’da bir etnik grubun öncelenmesini, ikincisi ise devletin emperyal yayılmasını öngörmekteydi. Bu hâletiruhiye içinde Temmuz 2021’de Putin, Rus ve Ukrain halklarının aslında aynı ulus olduğuna dair o “tarihi” makalesini yayınladı.
Bu yazı, bir yöneticinin zihniyetini ve düşünüş biçimini anlama bakımından detaylı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Ama kısaca burada Ukrayna’nın bir ülke/devlet, Ukrainlerin de bir halk olarak varlığı ve failliği yok sayılmaktadır. Dahası yazıda çok tehlikeli bir mesaj da vardır. Bu da SSCB’den kalan tüm sınırların, yani tüm post-Sovyet ülkelerin sınırlarının tartışmalı olduğu ve bunların Moskova tarafından tanınmadığı fikrinin Rusya yönetiminin en üst noktasından beyan edilmesidir. Bu yazı, Rusya iktidarında post-emperyal sendromun -diğer bir deyişle SSCB’nin emperyal çöküşünün hazmedilememesinin ve bunun yarattığı derin yaranın- yöneticilerin zihniyetinde ne derece yer ettiğinin bariz göstergesidir. Bunun akabinde, malum, Şubat 2022’de başlayan ve üçüncü senesini geride bırakan II. Rus-Ukrain Savaşı yaşandı. Bu savaş, Rus dış politikasında gelinen son noktayı göstermektedir. Esasında bu, bir kolonyal savaştır; Rusya’nın denizaşırı değil ama yakınındaki eski “bitişik koloni”lerinden birine karşı yürüttüğü savaştır. Ve bu, Rusya tarihinde üçüncü kolonileştirme dalgasının tezahürüdür. İlkinde Çarlık zamanında, ikincisinde ise Sovyetler döneminde Rusya, yakın çevresini kolonileştirdi. İşte şimdi bu savaş da kolonileştirme geleneğinin post-Sovyet Rusya’ca devam ettirildiğini ortaya koymaktadır. Sonuç itibariyle, günümüz Rus dış politikasında Zapadniklerin yeri yurdu yok, onların çoğu yurtdışında, içeride kalanlar ise sus(turul)muşlar. Derjavniklerin söylemi (ve eylemleri) de Pochvenniklerin istilası altında. Mevcut rejim de, doğası gereğince, alternatif görüşlere alan açmıyor.
“Rusya’daki rejimin faşizme doğru evrildiği görülmektedir.”
20. asır başında Rusya’da Batı’nın da desteğini alan Kerenski liderliğinde kısa süren bir liberal evreden sonra Bolşevik devrim yaşanmıştı. Soğuk Savaş sonrasında yine kısa süreli bir liberalleşme görüntüsü ortaya çıkmıştı ama asrımızın başından itibaren Putin merkezli daha otoriter bir yapılanma Rusya’da giderek yerleşik hale geldi. Burada bir örüntüyle karşılaşıyoruz sanki. O kadar ki, Kissinger’ın üçüncü dünyanın liberal iştiyaklar taşıyan hevesli liderlerine “sakın bir Kerenski olma” dediği söylenir. Günümüz Rusya’sı da “rekabetçi otoriter”, “melez rejim” gibi etiketlerle ya da daha ağır “kişi merkezli faşizm” türünden ifadelerle tartışılıyor. Bugünkü Rus rejimi için hangi tarifin daha açıklayıcı olduğunu düşünüyorsunuz?
Doğrusu burada çağdaş Rusya’daki “gerçeklik”i yansıtacak “efradını cami ağyarını mani” bir tarif vermek biraz zor olabilir. Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in 2014’te gösterime sunulan Leviathan filmi belki post-Sovyet Rusya’daki “gerçeklik”i -özellikle devlet/iktidar ile toplum/vatandaş ilişkilerini- yazılı herhangi bir tariften daha iyi tasvir edebilir. Şimdi zikrettiğiniz etiketler de bir yerde geçerlidir, yalnız bunlar ülkenin belli gelişim aşamalarına tekabül etmektedir. Mesele, yine biraz karmaşık. Ama basitleştirerek aşama aşama gidebilir, bu duruma nasıl gelindiğine bakabiliriz. Şimdi siyasal rejimleri demokrasi ve demokrasi olmayanlar (non-democracy) şeklinde kabaca iki kategoriye ayırırsak günümüz Rusya’sındaki siyasal rejimin bu kategorilerden ikincisine mensup olduğu aşikârdır. Aslında Rus tarihinde pek demokrasi tecrübesinin olmadığı söylenebilir bir iki kısa deneme dışında.
Burada kısa bir tarih turu meselenin nereden nereye geldiğini göstermesi bakımından yararlı olabilir belki. 9-12. asırlardaki Rus prenslikleri (knezlikler) döneminde Novgorod ve Pskov gibi şehirlerde halk konseylerinin (veche) var olduğu bilinmektedir. Ama bundan sonra gelen Moğol-Tatar döneminde birer vasal sayılan prenslerin hakimiyeti pekişti. Hatta 15. yüzyılın ortalarında Moskova’da Rus Ortodoks Kilisesi mahfillerinde özetle tüm iktidarın knezin etrafında temerküz etmesi gerektiğini telkin eden iosiflyanstvo akımı ortaya çıkmıştı. 1453’te Bizans’ın düşüşüyle birlikte Moskofya’nın III. Roma olacağı düşüncesi geliştirilmişti. Haliyle bunları gerçekleştirmek için kavi bir iktidara ihtiyaç vardı. 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde iktidarın tek bir kişide toplanması (samoderjavie) fikri, yani otokrasi/mutlak monarşi kurumsallaşmıştı. İlk Rus çarının -ki bu kişi, 1547’de on yedi yaşında çar ünvanı alan İvan Vasilyeviç’ten, diğer bir deyişle IV. İvan’dan başka birisi değildi- uzun süren mutlak iktidarında kontrol edilemez şiddet eylemleriyle “Korkunç” (Groznıy) lakabını alması ve bu şekilde tarihe geçmesi acaba tesadüf müydü? Belki de bu, gemlen(e)meyen bir iktidarın nereye varacağını ta başından gösteriyordu. Kilise otoritelerini de artık pek takmayan Korkunç İvan, Moskofya’da birçok şeyi -devlet şiddetini/terörünü (oprichnina), serfliği (krepostnichestvo), emperyal yayılmayı vs.- kurumsallaştırmıştı. Akabinde devlet, hikmeti sorgulanamayan bu samoderjavienin öncülüğünde mobilize olmuş, serpilip yayılmıştı.
Aslında Rusçada nasıl ki çarlık (tsarstvo) çardan (tsar’) türetilmiş, devlet (gosudarstvo) de hükümdar (gosudar’) kelimesinden üretilmiştir. Bu durumda devlet, bir nevi “hükümdarlık” demektir, yani hükümdarın (gosudar’), diğer bir deyişle, “bir kişinin yönetimi” demektir. Bu durumda her şey ona tabi kılınmalıdır. Bu bağlamda, mesela, 1700’lerin başında kendini imparator ilan eden Rus Çarı I. Petro, yeni patrik seçimine izin vermeyerek kiliseyi de bürokratik olarak devletin bir parçası haline getirmişti. Hatta onun zamanında sırf devlete (diğer bir deyişle, çara) hizmet etmeleri amacıyla yeni bir toplumsal zümre -bir anlamda “kapıkulu” demek olan dvoryan sınıfı- oluşturulmuştu. Bir sözle, otokrasi daha da kök salmış ve 19. yüzyılın ortalarında Çar I. Nikolay’ın zamanında resmi devlet ideolojisindeki şu üç unsurun başında yer almıştı: samoderjavie (otokrasi), pravoslavie (Ortodoksluk), narodnost’ (“halkçılık” veya bir tür milliyetçilik).
Şimdi burada çarlığın içeride ne kadar otokratik, dışarıda ise ne kadar kolonyalist bir yönetim olduğunu anlatmaya gerek yok sanırım. 1847’de Dostoyevski’nin, yönetimce yasaklanan bir mektubu okuduğu için idama mahkum edildiğini, son anda “çarın merhameti”yle bu cezanın Sibirya’da on yıllık kürek mahkumiyetine dönüştürüldüğünü hatırlamak kafi olur mu? Bu mektup da iki edip -Nikolay Gogol ve Vissarion Belinski- arasında cereyan eden tartışmanın bir parçasıydı. Yoksa çarlığın Avrupa’daki yönetimler arasında en son, o da artık yirminci yüzyılın başında, 1905’te ve çok kısıtlı bir biçimde, meşruti monarşiye geçtiğini buna eklemek gerekir mi? O sene Rus-Japon Savaşı’ndaki beklenmedik yenilgi olmasaydı muhtemelen bu da gerçekleşmeyecekti. Çarlığın gayri-Ruslara karşı son derece ayrımcı ve şovenist davranması bir vakıadır. Burada inorodetslere, yani başka soydan gelen gayri-Ruslara (hatta Slav kökenli Leh ve Ukrainlere) ilişkin ırkçı yasal düzenlemeler söz konusuydu. Bu nedenledir ki, Lenin, çarlık Rusya’yı “halklar hapishanesi” olarak nitelemekteydi.
Şubat 1917’de çarlık aniden ve beklenmedik bir şekilde çöktüğünde bazı demokratik açılımların yapıldığı 8 ay gibi çok kısa bir geçiş dönemi yaşandı. O sırada bazı siyasi güçlerin koalisyonuyla geçici bir hükümet oluşturulmuştu. Geçici hükümet bir yandan savaşı devam ettirmekte, bir yandan demokratik açılımlar (kadınlara oy hakkı verilmesi, Rusya’nın cumhuriyet ilan edilmesi gibi) yapmakta ve bir kurucu meclisle seçimleri düzenlemeye çalışmaktaydı. Aleksandr Kerenski işte bu geçici hükümetin mensubu olarak önce adalet, sonra harbiye ve bahriye nazırı olmuş, temmuzdan itibaren de kabinenin başkanlığını yapmıştı. Fakat bu hükümet her şeye muktedir değildi, hele Petrograd Sovyeti başta olmak üzere rakipleri vardı. Geçici hükümete karşı üç kere -temmuzda Bolşevikler, ağustosta Genelkurmay Başkanı General Kornilov ve Ekimde yine Bolşevikler tarafından- darbe girişiminde bulunulmuştu. Hükümet zaten çok yıpranmıştı, askeri disiplin zayıftı, ülke savaş yorgunuydu. Sonuncu darbe girişimi başarıyla tamamlanmış ve Bolşevikler iktidara el koymuşlardı. Onları durdurmak için Kerenski’nin haddizatında yapabileceği pek bir şeyi yoktu. Görüleceği üzere, bu dönemde esasında çok kaotik olaylar cereyan etmişti.
Rusya’da otokrasi (diğer bir deyişle, samoderjavie) geleneği, sınıfsız toplum ve Marksist-Leninist modernist bir iddiaya dayanan Sovyetler zamanında da devam etti. Şahıs kültü, Stalin döneminde zirveye çıkmıştı. Bu bağlamda Korkunç İvan’ın oprichnina sistemi[1] ile Stalin’in NKVD’si[2] ve devlet terörü arasında ne fark görülebilirdi ki farklı çağlarda ve şiddetlerde olmaları dışında? Birisi 16. yüzyılda, diğeri 20. yüzyılda vuku bulmuştu. Birisinde on binlerce, diğerinde milyonlarca insan sistematik devlet terörünün kurbanı olmuştu. SSCB’de otokrasi, totaliterlikle buluşmuştu. 1930’lu yıllarda rejim karşıtı fıkra söylemeye bile mahkumiyet cezası veriliyordu. Öte yandan, SSCB’nin de bir tür “halklar hapishanesi” olduğu söylenebilir. Özellikle Türk ve Müslüman halklara karşı sürgün, baskı ve ayrımcılık politikaları söz konusuydu. Onların alfabeleri kısa sürede iki kere değiştirilmişti. 1944’te “devrim lideri” Stalin’in keyfi kararıyla Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri, Karaçaylar, Balkarlar, Çeçenler, İnguşlar topluca sürgün edilmişlerdi. Sadece Sovyetlerin son yıllarında, perestroyka dönemine gelindiğinde kısmi bir çoğulculuk/açıklık kendini gösterebilmişti.
Hasılı, 1991’de Sovyetler çöktüğünde pek bir demokratik yönetim kültürü oluşmamıştı. Ağustos 1991’de Gorbaçov’un en yakın kadroları kendisine karşı darbe girişiminde bulunmuşlardı ki bu zaten Sovyetleri yıkan son vuruş olmuştu. Post-Sovyet Rusya’da 1990’lı yıllar da biraz 1917’ye benzer şekilde kaotik geçmişti, parlamento ile cumhurbaşkanı arasında sürekli bir yetki gerilimi yaşanmıştı. Bunlar arasında yeni anayasayı kimin yazacağı meselesi üzerine bir çatışma çıkmıştı. Neticede Yeltsin, 1993’te parlamentoyu bombalatmış ve kendi ekibinin hazırladığı yeni anayasayı kabul ettirmişti. Şu anki Rusya’nın anayasal temelleri, yani süper başkanlık rejimi işte bu Yeltsin anayasasıyla tesis edilmişti. 2020 Putin anayasası ise kozmetik kimi değişiklikler dışında pek bir yenilik getirmemiştir. Bu çerçevede bazıları aslında Rusya’da 1990’lı yıllar ile 2000’li yıllar arasında çok derin farklar olmadığını söylemektedirler. 1990’lardaki Rusya’nın demokratikleşmeye çalışan ve geçiş ekonomisine sahip bir ülke olduğunu belirtenler de yok değil. Bu arada, Yeltsin süper yetkilerini çok kullan(a)masa da, hasta olduğundan bu yetkileri devredeceği kişiyi bulmak için çok çaba sarfetmiş, 1996-1999 yılları arasındaki “halef” arayışında birçok başbakan değiştirmişti. Sonunda o sıralarda federal güvenlik örgütü FSB’nin başında olan Vladimir Putin üzerinde karar kılmıştı. Araştırmacı-gazeteci Tania Rakhmanova’nın Türkçeye de çevrilen Rus İktidarının Kalbinde: Putin İmparatorluğu’nu Sorgulama başlıklı belgesel tadındaki kitabında bu süreçlerin ayrıntıları bulunabilir.
Neticede, Putin elitler arası bir uzlaşmayla tercih edilmişti. Yukarıda bahsi geçen Zapadnikler, Derjavnikler ve Pochvennikler için Putin kabul edilebilir bir figür idi başlangıçta. Putin, perestroyka dönemi demokratlarından olup 1990’ların başında Petersburg Belediyesi başkanlığına seçilen üniversiteden eski hocası Anatoli Sobchak’ın dış ilişkilerden sorumlu yardımcılığını yapmış ve görevi dolayısıyla iş dünyasıyla ve nevzuhur oligarklarla çok içli dışlı olmuştu. Diğer yandan Putin Sovyet istihbarat servisi KGB’de 15 yıllık bir iş geçmişine sahipti. Bu vasıflarıyla hem Zapadniklere, hem de Derjavniklere uygundu. Pochvenniklere de göz kırpan mesajlar veriyordu.

Putin, iktidarı devraldıktan sonra vakit kaybetmeden bugünkü siyasal rejimi inşa etmeye koyuldu. Öncelikle iktidar hiyerarşisini (vertikal’ vlasti) perçinlemeye girişti. Ülkeyi yedi süper valiliğe böldü, federalizm eğilimlerini kısıtladı, Çeçen meselesini acımasız şiddet ve kanla “halletti”, federal bölgelerdeki valilerin seçimle değil, adeta Moskova’nın onayı ile atanması kuralını getirdi. Yasamayı tamamen yürütmenin kontrolüne aldı. Parlamentonun üst kanadından (Federasyon Konseyi) valileri çıkardı, buraya onların temsilcilerini aldı. Alt kanadı (Duma) ise “proje parti”leri oluşturarak “gemledi”. Önce Birleşik Rusya (Yedinaya Rossiya), sonra da Adil Rusya (Spravedlivaya Rossiya) partilerini kurdurdu. Siyasi partiler yasasını değiştirerek parlamentoya gerçek muhaliflerin girişlerini kapattı. Dumada uzun bir süre bunlara ek olarak sadece Züganov’un komünist KPRF’i ile Jirinovski’nin aşırı sağcı-milliyetçi LDPR’i, yani sadece 4 parti bulundu. Geçtiğimiz seçimlerde Yeni İnsanlar (Novıe Lyudi) isimli bir parti de barajı geçti ama bunların da yeni kimseler olmadığı, partininse Kremlin tarafından kurdurulduğu hemen anlaşıldı. Bu nedenledir ki, Rusya’da “sistem-içi” ve “sistem-dışı” muhalefet kavramları ortaya çıktı. Hâsılı, parlamento Kremlin tarafından otomatik modda çalışan bir “noter”e dönüştürüldü.
Tabi ki, Putin bu rejimi inşa ederken çok mümbit bir ortamda hareket ediyordu, her ne kadar Sovyetlerden post-Sovyet Rusya’ya geçilse de otokrasi geleneği diri idi, eski elitler özellikle güvenlik eliti de bir yere gitmiş değildi. Yükselen petrol fiyatları, devlet hazinesinin gelirlerini katlamış, bu durum da iktidarın elini rahatlatmıştı. Bununla birlikte, Putin bu iktidar hiyerarşisini yeniden kurarken zor yanında bir manada insanların rızasını da alarak meşruiyetini pekiştirmek istiyordu. Bu doğrultuda müthiş bir halkla ilişkiler, yani PR kampanyası başlatıldı. Önce televizyon kanalları -enformasyon kaynağı olarak her gün her eve girebilmektelerdi- kontrol edilmek suretiyle iktidara alternatif eleştirel söylemler bertaraf edildi. Sonra başkanın imajını parlatmak için polittechnologlar (siyaset mühendisleri) seferber edildi. Bu imaj önemli idi, zira sistem onun üzerine inşa edilmekteydi. Başkanın kamuoyu önünde her zaman sağlıklı, sportif, akıllı, zeki ve çalışkan görünmesi, düzgün ve ciddi konuşmakla beraber espri yapmayı da ihmal etmemesi, ülkedeki durumdan dünya siyasetine değişen her konuda bilgili ve gerektiğinde detaylı verileri ezbere zikretmesi vs. hasılı, ideal bir insan, belki de insan-üstü bir varlık olarak sunulması rejimin selameti açısından son derece önem arz ediyordu. Bu, önemli ölçüde de başarıldı. Yirmi seneden beridir basına ve halka yönelik olarak düzenli yapılan yıllık canlı soru-cevap konferans şovları tam da bu imajı pekiştirmeye hizmet etmektedir. Bu tür konferanslardan sonra rejim güven tazeliyor, zira başkan 3-4 saatlik performansıyla “göz dolduruyor”, içeridekilere güven veriyor, hasımlara da meydan okuyor. Diğer otokrasilerde böyle bir iletişim stratejisi var mıdır acaba? İşte, alın size bir tarif: “kreatif otoriteryenlik”.
Bu PR çalışmalarında ülke içiyle de yetinilmedi, Russia Today, Rusiya Elyevm, Sputnik gibi dışarıya yönelik platformlar da geliştirildi. Dijital dünyanın her türlü nimetinden faydalanıldı, neredeyse “trol fabrikaları” kuruldu. Putin’in çevresinde yeni rejimi meşrulaştırmak ve ülkeye yeni kimlik edindirmek için bazı söylemler de dillendirildi, mesela, Vladislav Surkov’un “egemen demokrasi”si veya Anatoli Chubays’ın “liberal imparatorluk”u bunlardandı. 2000’li yılların ortalarından itibaren devlet, toplumsal alanda inisiyatifi ele geçirdi ve kamusal alandan sivil toplumu uzaklaştırdı. Devlet eliyle birtakım gençlik teşkilatları kuruldu ve fonlandı. STK görünümlü olup hükümetçe fonlanan kuruluşlar çoğaldı. Rejim, yeni kısıtlayıcı yasalar çıkararak adım adım tüm siyasal ve toplumsal faaliyetleri kontrol altına aldı.
Putin kendisiyle birlikte iktidarın her kademesine güvenlik eliti mensuplarını, yani silovikleri yerleştirmeye başladı. Onun zamanında federal güvenlik servisi FSB’ye geniş yetkiler verildi. Zamanla silovikler, iktidar bileşeni gruplar içinde hakim bir konuma yerleşti. Haliyle bunlar her meseleyi “güvenlikleştirme” eğiliminde idiler ve çoğu da Putin gibi “post-emperyal sendrom”a tutulmuşlardır, diğer bir deyişle, Sovyetlerin çöküşünü hazmedemiyor ve yeni emperyal maceralara açılmaya hazır gözüküyorlardı. Eski başbakanlardan Yegor Gaydar 2006’da yazdığı ve Türkçeye de çevrilen İmparatorluğun Çöküşü: Sovyetlerden Dersler isimli çalışmasında bu post-emperyal sendrom konusunda uyarılar yapıyor ve tedavi edilmezse bunun feci sonuçlara yol açacağı kehanetinde bulunuyordu.
Gaydar’ın kehaneti çok geçmeden gerçekleşti. 2008’de Rusya, Gürcistan’la savaş yaptı, Abhazya ve Güney Osetya’yı kontrolüne aldı. 2014’te ise Ukrayna’ya savaş açtı, Kırım’ı ve Donbas bölgesinin bir kısmını işgal etti. Batılı ülkeler bazı sınırlı yaptırımlarla karşılık verdiler, ama bunlar Rusya’daki siyasal rejimin dayanıklılığını sarsamadı. Şubat 2022’de Rusya bu sefer Ukrayna’ya ikinci kere saldırdı. Şimdilerde üçüncü senesini dolduran II. Rus-Ukrain Savaşı’nda bir milyona yaklaşan kayıplar, yerle bir edilen şehirler, darmadağın olan sivil hayatlar, insanlığa karşı işlenen suçlar ve benzeri fecaat, Putin yönetimindeki siyasal rejimin neler yapabileceğini ortaya koymaktadır.
Bu savaşla birlikte Rusya’daki rejimin karakterinin de epey değiştiği söylenebilir. Artık otokrasi ile tanımlamak yetmez, zira “özel askeri operasyon”un (SVO) başlamasının hemen ardından ülkede olağanüstü tedbirler alındı. SVO’ya düpedüz savaş diyen muhalif her türlü ses istisnasız susturulmaya çalışıldı. Bunun için gerekli her türlü yasal düzenleme Dumadan jet hızıyla çıkarıldı. Ağustos 1991’den itibaren yayın yapan ve çoğulcu tavrıyla geniş kitlelerce dinlenen Moskova’nın Sesi (Ekho Moskvı) radyosu hemen iki-üç gün içinde kapatıldı. Gazeteler de sesiz sedasız bu yeni duruma adapte oldular. Savaş-karşıtı tavır gösterenler ise “orduyu itibarsızlaştırma” suçundan yargılanarak cezalandırıldılar. Bu savaşın aleyhinde fikir beyan eden yazarlar, sanatçılar ve akademisyenler ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Onların eserleri raflardan indirildi, satışları ve yayınlanmaları yasaklandı. Bunlar arasında bir zamanlar çok satan tarihi romanların yazarı olan Boris Akunin de bulunmaktadır. 2022’den beri resmi düzeyde “dost olmayan ülkeler” kategorisi oluşturulmaktadır. Akademisyenler yurtdışında yayınlanacak çalışmaları için dahi FSB’nin “olur”unu almak zorunda. Bu aralar FSB’ye Rusya akademisini daha fazla kontrol edebileceği yetkilerin verileceği bir yasa taslağı müzakere edilmekte. Duma’daki bazı iktidar milletvekilleri Stalin döneminde var olan “halk düşmanı” kategorisinin geri getirilmesini öneriyorlar. Burada pek çok benzeri uygulama ve öneri de zikredilebilir.
Neticede, son üç senede yaşananlara bakıldığında Rusya’daki rejimin faşizme doğru evrildiği görülmektedir. Günümüz Rusya’sı meşhur yazar Umberto Eco’nun çağdaş faşizmi nitelerken zikrettiği on dört özelliğin tamamını taşımaktadır. Bunların tamamını burada saymaya gerek yok herhalde. Sözgelimi gelenekselcilik kültü, kahramanlık kültü, erkeklik kültü, farklı düşünmenin vatana ihanet sayılması, eleştirel düşünme karşıtlığı, “eylem uğruna eylem” yapma, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, “mağdur” edebiyatı, popülizm, yavan dil kullanma vs. Putin ve çevresindekilerde bütün bu özellikleri görmek mümkündür. Bu çerçevede Putin’in en çok sevdiği ve en çok iktibas yaptığı Rus düşünürün İvan İlyin olduğunu da belirtmekte fayda vardır. Peki İlyin kim? Hangi çevreye mensup? O, monarşist ve faşist bir Rus düşünürüdür. Bolşeviklerden nefret ettiği için 1920’lerin başında yurtdışına sürülmüştü. 1930’larda Almanya’da muhacir iken Nazilerin iktidara gelişini alkışlamıştı. Daha ilginci ise, Putin, iktidarını pekiştirdiği yıllarda İlyin ile onun en yakın dava arkadaşı olan “Beyaz Rus”lardan General Anton Denikin’in naaşlarından geri kalanları yurtdışından getirterek Moskova’da devlet töreniyle defnettirmişti. Bunların her ikisi de Çarlık Rusya’sının yeniden inşa edilmesi için mücadele vermişlerdi. Günümüzde İlyin’in eserleri ciltler halinde yayınlanmaktadır. Özetle onun tek derdi, Russkiy Mir ve etnik Ruslardır; onların ne kadar seçkin bir tür oldukları, ama buna rağmen mağdur edildikleri edebiyatını yapmaktadır. Geçtiğimiz sene ise Rusya Devlet Beşeri İlimler Üniversitesi’nde İlyin Yüksek Siyaset Okulu kuruldu. Okulun kurucu müdürlüğünü, Türk okurların da ismine aşina olduğu diğer bir Putinist düşünür Aleksandr Dugin yapmaktadır.
Sonuç olarak, Rusya’daki rejimin de diğer tüm otoriter rejimler gibi, ömrü sayılıdır çünkü Putin yönetimindeki Rusya’nın siyasi ve ekonomik gelişme modeli köhnemiştir, ciddi bir rekabete karşı dayanıklı değildir, Rus-Ukrain Savaşı bunu açıkça göstermektedir. Bu rejim, sürekli bir dış tehdit ve savaş arayışında, ülke kaynaklarını da bu yolda heba etmektedir. Ayrıca, otokrasiler iktidar transferi meselesini çözememişlerdir. Demokratik veya monarşik sistemlerin aksine otokrasilerde iktidarı sağ salim devretmek bir meseledir, bu nedenle, istikrarlı sistemler değillerdir. Hele Rusya’da kişi-bazlı bir rejim olduğu düşünülürse, rejimin ömrünün de o kişinin ömrü kadar olacağı tahmin edilebilir. Ağustos 2023’teki Wagnerci Prigojin isyanının da gösterdiği gibi, bu endspielin 1917 benzeri olma ihtimali de yüksek.
“Ne ilginçtir ki, Sovyet bakiyesi olan sınırlar (Rus-Ukrain sınırı) tasfiye edilirken bile yine Sovyet mirası askeri stoklar kullanılmaktadır. Bu şekilde Rusya, bir nevi Sovyetlerin bu maddi emperyal mirasını da (bilerek veya bilmeyerek) tasfiye ediyor.”
Geçen yıllar boyunca Rusya’da iktisadi durumun sürekli kötüye gittiği, Rus ekonomisinin artan ambargolar altında direncinin eninde sonunda kırılacağı ve bunun önemli siyasi-toplumsal sonuçlar üreteceğine ilişkin gözlem ve beklentiler oluşmuştu. Lakin netice pek de öyle olmadı ve Rusya bir şekilde idare etmenin yolunu buldu. Bunu nasıl izah edersiniz?
Doğrudur, böyle beklentiler Rusya siyasetiyle ilgilenen pek çok kişide oluşmuştu. II. Rus-Ukrain Savaşı’nın başındaki diğer birçok beklenti gibi -mesela, bu savaşa karşı halkın kuvvetli itirazlarının olacağı- bu da gerçekleş(e)medi. Bunlar üzerine pek çok araştırmacı da kafa yoruyor. Aslında Rusya’nın pek idare ettiği de söylenemez. Genel olarak Putin rejiminin, özel olarak da bu savaşın Rus ekonomisine vurduğu darbe çok derindir. Şimdi Putin’in mucizevi bir Rus ekonomisi inşa ettiğinden bahsedemeyiz. Bu meseleye ambargolar mevzusundan sonra döneceğim.
Elbette ki, Rusya’nın bu noktaya kadar nasıl idare ettiğine dair yani ambargoların neden hâlâ beklenen etkiyi oluşturamadığının bazı cevapları var aslında. Şimdi burada genel ve özel sebepleri ayrıştırmamız gerekir. Öncelikle Rusya’da göreceli de olsa bir piyasa ekonomisi var. Bu, katı planlamaya dayanan Sovyet ekonomisi değildir (gerçi bazı benzer yönleri de yok değil, mesela, devletin temel üreticilerden/işverenlerden olması gibi). Bu durum, gerek içerideki işleyişte, gerekse de dış ticarette belli bir esneklik sağlamaktadır. İkincisi, rejim savaşa kadar zaten belli bir maddi birikim yapmış idi. Bunlar ilk şoku atlatmak veya hafifletmek için kullanıldı. Üçüncüsü, savaşta Sovyetlerden kalan askeri stoklar devreye sokuldu. SSCB çöktüğünde geriye 75 binden fazla zırhlı personel taşıyıcı, 60 binden fazla tank ve bir o kadar top bırakmıştı. Dahası diğer stratejik stokları da bilmiyoruz. 1990’lı yıllarda mevzubahis ekipmanın bir kısmı yurtdışına, Afrika’ya vs. satılarak elden çıkarıldı. Geride kalanlar da açık alanlarda “doğal ölüm”e bırakıldı, bir kısmı da neredeyse atıl hale geldi. Bu savaşın ilk birkaç ayında askeri mühimmat ve ekipman tüketimi had safhaya çıkınca işte bunlar imdada yetişti, yoksa Rusya’nın mevcut askeri ekipman üretimi bu savaştaki ihtiyaçları karşılayacak durumda değil. Ne ilginçtir ki, Sovyet bakiyesi olan sınırlar (Rus-Ukrain sınırı) tasfiye edilirken bile yine Sovyet mirası askeri stoklar kullanılmaktadır. Bu şekilde Rusya, bir nevi Sovyetlerin bu maddi emperyal mirasını da (bilerek veya bilmeyerek) tasfiye ediyor. Şimdilerde Sovyetlerden kalan bu stokların artık neredeyse tükenmeye yakın olduğu konuşulmaktadır. Bu da aslında çevre ülkeler için iyi bir haberdir. Son olarak, Rusya’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklar açısından zengin bir ülke olduğunu, bunların yanında Ukrayna’ya kıyasla insan kaynağının da fazla olduğunu unutmamak gerekir. Dolayısıyla, bu genel sebepler ambargolara rağmen Rusya’nın “idare etme”sine yardımcı oldular.
Özel sebeplere gelince, bunların başında ambargoların aşamalı olarak paketler halinde uygulanması ve bunların da her alanı kapsamamasıdır. Bu durum da onlardan beklenen sonuçların daha geç alınmasına yol açmaktadır. Rusya ihracatının can damarını oluşturan petrolün fiyatına kısıtlama getirme fikri (ki buna göre Rus firmalar petrolün varilini 60 dolardan yukarı satamaz), savaş üçüncü yılına girerken gündeme geldi ve uygulandı. Bu nedenledir ki, savaşın ilk iki senesinde Rusya petrol satışından ciddi kazançlar elde etti. Diğer yandan, en ciddi yaptırımlardan birisinin kararı ise Biden yönetiminin son iki haftasında, yani daha on beş yirmi gün önce ABD tarafından alındı. Buna göre, iki Rus firmasına (Gazpromneft ve Surgutneftegaz) ve 180 kadar petrol tankerine yaptırım geldi. Üstelik bunlar en büyük firmalar da değil, daha Rosneft ve Rosatom gibi firmalara yaptırım uygulanmadı. İkincisi, ambargoları sadece Batılı ülkeler uygulamakta, Batı-dışı ülkeler burada seyirci durumunda. Hatta Rusya’nın yakın çevresindeki ülkeler, bunun yanı sıra Çin, Hindistan ve Ortadoğu ülkelerinden bazıları bu durumdan faydalanmaktadır. Üçüncüsü, bazı finansal yaptırımlar, bu sürecin başında sermayenin Rusya’dan çıkışını engelleyerek ülkede kalmasına yol açtı. Diğer bazı ambargolar sonucunda ise ithalat da önemli ölçüde düştü. Bunlar da ülke içinde bir miktar finansal rahatlık oluşturdu.
Sonuncu bir özel neden ise Putin yönetiminin “cevval davranışı” ve tüm kaynakların sırf bu savaş için seferber edilmesidir. Örneğin, yabancı sermayeli şirketlerin elini kolunu sallayarak ülkeden çıkışına izin verilmedi, bunların mal-mülkleri kelepir fiyatına devralındı ya da doğrudan müsadere edildi. Diğer yandan savaşın başından beri türlü bahanelerle özel sektörün elinden birçok şirket ve fabrika geri alındı, yani 1990’ların başlarında özelleştirilenler yeniden millileştirildiler. Şimdiye dek 200 kadar büyük firma bu süreçten nasibini aldı. Devlet, bu süreçte tabiri caizse, özel sektöre “çökmekte”dir. Bu aralar mesela en büyük özel petrol şirketi olan Lukoil (ki yaklaşık 100 milyon ton petrol üretiyor) ile kamunun en büyük petrol üreticisi olan Rosneft (ki 250 milyon tondan fazla üretimi var) şirketinin “birleşmesi gerektiği” konuşulmaktadır. Putin yönetiminin, ülkenin tüm gücünü bu savaş için seferber ettiğini, gerektiğinde bazı nüfuz alanlarından geri çekildiğini de son olarak not etmek gerekir. Rusya’nın barış gücü adıyla kuvvet konuşlandırdığı Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinden 2024 Martında tamamen çekilmesi veya Suriye’de Beşar Esad rejimi için savaş(a)maması bu duruma örnek olarak verilebilir.
Nihai kertede söz konusu yaptırımların ve savaşın, Rusya ekonomisine dağıtıcı bir darbe vurduğu ve var olan kronik soruları daha da derinleştirdiği söylenebilir. Bir kere ekonomide dengeler bozulmuş durumda, savaşla beraber sivil sektör yerini neredeyse tamamen savunma sanayi sektörüne bırakıvermiştir. Üç vardiya çalışan bu sektörün ürettiği askeri mühimmat ve ekipmanın da pek geri dönüşü yok, bunlar cephelerde berhava olup gidiyor. Hele bu sektör firmalarına savaşın başından beri kullandırılan avantajlı kredilerin hacmi 400 milyar doları aşmış durumda, bu da GSYİH’nin yaklaşık dörtte biri demektir. Savaş, enflasyonu ve faizleri üç kat artırmıştır. Savaş yüzünden üç senedir Rusya silah ihracatı yapamıyor. Zaten Rus silahlarının öyle pek rekabete dayanıklı olamadığı ortaya çıkmıştır. Sivil ekonomi de depresyon halindedir. Kârlı enerji sektöründe bile işlerin pek yolunda olmadığı söylenebilir. Gazprom, son yirmi beş yılda ilk defa bu yıl zarar açıkladı.
Öte yandan, savaş bugün durdurulsa dahi yaptırımların kalkması zaman alacaktır. Bunların verdiği zararları telafi etmek içinse Rusya’ya uzun yıllar gerekecek. Belki de bunlar hiç telafi edilemeyecektir. Aslında Moskova, bu savaşa harcadığı ve dönüşü olmayan kaynakları teknolojik dönüşüme harcayabilirdi, ama artık Rusya (yüksek) teknoloji trenini çoktan kaçırmış durumda. Kalifiye insan kaynağı kaybı da cabası. Şu an Rusya’daki uzay çalışmalarının durumuna bir bakınız. Kaç uydu gönderebiliyorlar? Ya yapay zeka yatırımları? Dahası, bu savaşta şu ana kadar Rusya’nın 850 bin askeri personel kaybı var. Bu zaten savaş öncesindeki askeri personel sayısıdır, diğer bir deyişle, Rusya, bu savaşta tam bir ordusunu kaybetmiştir. Bunu telafi etmek kolay mı? Diğer taraftan, yaptırımlar ve savaş, Rusya ekonomisini Çin’e bağımlı kılmış, onu daha da kırılgan hale getirmiştir.
Putin döneminde inşa edilen ekonomik gelişme modelinin de sürdürülebilir olmadığı ortadadır. Bu model, rasyonel yönetim ve verimlilik ilkesine değil, feodal-oligarşik ve kleptokratik ilkelere dayanmaktadır. Bu nedenledir ki, yerüstü ve yeraltı her türlü kaynakla mücehhez olan Rusya’da halkın kahir ekseriyeti fakruzaruret içinde yaşamaktadır. Ülkede muhtelif bölgeler arası gelişimde, merkez ile taşra arasında derin uçurumlar söz konusudur. Bu modelde ekonomi, birkaç ham maddenin (petrol, doğalgaz, buğday vs.) ihracatına bağımlıdır. Dolayısıyla, ekonomik gelirler, bu maddelerin dünya piyasalarındaki dalgalanmalarıyla doğrudan irtibatlıdır. Bu gelirler artabilir ve burada ekonomik büyüme kaydedilebilir, ama bu ülkenin gelişmesi ve kalkınması anlamına gelmemektedir. Putin Rusya’sındaki ekonomi-politik paylaşımda öncelikli rolü oligarşik dar bir grup oynamakta, yani suyun başında devlet erkiyle (özellikle de silovikler ile) iç içe geçmiş bir güruh var. Buradan da ülkeye pek bir refah dağıtılmıyor, PR kampanyaları dışında. Son kertede bu Putinist ekonomik modelin de köhnemiş olduğu, kaynakları çarçur ettiği, diğer güç merkezleriyle rekabet edemediği, hasılı, mevcut meydan okumalarla başa çıkmak için ülkeye yeni beceriler kazandırmak ve toplumu geleceğe hazırlamak yerine durumu hep “idare ettiği” görülmektedir.
“Sovyetlerin çöküşü ile beraber Türkiye ve Rusya ilişkileri de beklenmedik bir biçimde süratle gelişmeye başladı.”
Soğuk Savaş devrinde Sovyet uzmanları (Sovyetolog) vardı. Sonrasında, sistem çözülünce bunların bir kısmı adeta konusuz, nesnesiz kalmış oldular. Fakat Rusya ve civar coğrafyanın kültür ve tarihine dair daha nitelikli birikim sahibi olanlar çalışmalarını Rusya ve bölge uzmanı olarak sürdürdüler. Türkiye’nin Sovyetler ve Rusya’yla münasebetleri de dönemlere göre değişen içerikler kazandı. Türkiye’de Rusya ve Slav çalışmalarına dair hangi noktadayız? Bununla irtibatlı olarak önümüzdeki sıkıntılı dönemde Türkiye-Rusya ilişkilerinin imkan ve zorluklarına dair öngörüleriniz nelerdir?
Evet, Soğuk Savaş esnasında gelişen Sovyetoloji, dünyada bölge çalışmaları dalında muhtemelen çok ilginç ve müstesna bir konumda idi. Çünkü bir bölgeye, yani Sovyetler Birliği’ne dair bilgi(lerin) üretimi büyük devletler (ABD ve Batı Avrupa) tarafından mahsus desteklenmekte ve fonlanmakta idi. Bu da tabi ki, anlaşılabilir bir şeydi, Sovyetlerden neşet eden tehditler bu bilgi üretimini gerekli kılıyordu. Buna rağmen bu alanda ciddi epistemolojik sorunlar da yok değildi. Sovyet arşivlerini kullanmak perestroyka yıllarına dek neredeyse imkansızdı, alan araştırması imkanları kısıtlı idi, Sovyetlerde üretilen malumat ve bilgiyi resmi propagandadan ayrıştırmak da ilave uzmanlık isterdi. Malum anekdotta geçtiği üzere, Pravda (Hakikat) gazetesinde hakikat, İzvestiya (Haberler) gazetesinde de haber yoktu. Siyasi, askeri ve iktisadi meseleleri önceleyen Sovyetoloji çalışmaları da daha ziyade merkezin (Moskova ve Rusya’nın) bilgisine yoğunlaşmış, çevrenin bilgisi (diyelim ki, Kafkaslar ve Orta Asya) geri planda kalmıştı. Bu arada, biliyorsunuzdur, bir de Kremlinologlar vardı, bunlar da karar alma merkezi olan Kremlin’e odaklanmakta, adeta Kızıl Meydan’daki törenlerde Sovyet liderlerinin konumlarından ve yüz ifadelerinden belli bir çıkarımlar yapıyorlardı. Tabi ki, bu durumu karikatürize ederek söylüyoruz.
Her şeye rağmen 1991 yılına gelindiğinde Sovyetoloji geriye önemli bir bilgi birikimi ile belli gelenek ve kurumlar bırakmıştı. Alandaki dergiler o tarihten sonra kapanmadı, bilakis isimlerini değiştirerek yollarına devam ettiler. Mesela, Soviet Studies dergisi Europe-Asia Studies oldu, Soviet Economy de Post-Soviet Affairs’e dönüştü. Sizin de belirttiğiniz gibi, ilgili araştırma enstitülerinin kadroları ve imkanları her ne kadar kısıtlansa da, mevcut çalışmalarına devam ettiler, çalışma alanlarını tüm eski Sovyet cumhuriyetlerine genişlettiler, arşivlere girdiler, saha araştırmalarını daha rahat yapmaya başladılar. Öte yandan Uluslararası İlişkiler disipliniyle daha sıkı bağlar kurdular, konu ve metodolojilerini çeşitlendirdiler. Böylece, 1991 sonrasında daha gelişmiş bir post-Sovyetoloji alanı doğdu…

Mevzudan çok uzaklaşmadan Türkiye’deki Rusya çalışmalarının ne aşamada olduğu sorusuna dönersek, bu alandaki açılımın asıl Sovyetlerin çöküşünden sonra gerçekleştiği söylenebilir. Öncesinde ise bazı epizodik girişimler ve ilgiler dışında pek bir birikimin oluştuğu iddia edilemez. 1990 yılına kadar Türkiye’de sadece bir tane Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünün faaliyet gösterdiğini bilmek, çok yakıcıdır herhalde. Aslında bu da bir bölüm değildi, Ankara Üniversitesi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Batı Dilleri ve Edebiyatları altında bir anabilim dalı idi. Soğuk Savaş sırasında Türkiye’de kendi başına Rusça öğrenmeye çalışanların ve Sovyetlerle ilgilenenlerin de Komünistlik suçlamasıyla karşı karşıya kaldıkları rivayet ediliyor. Hâl böyle olunca, (Sovyet) Rusya’ya dair bilgi(ler) de üstünkörü üretilmekte veya genellikle dolaylı olarak Batı üzerinden temin edilmekteydi. Fakat 1917 devrimleri sonrasında eski Çarlık Rusya’sından gelerek Türkiye’ye yerleşen Türk-Müslüman muhacirler (sözgelimi, Ahmet Caferoğlu, Akdes Nimet Kurat gibi isimler) bu alanda bir miktar farklılaşıyorlardı, çünkü Rusça dahil bölge dillerini biliyorlardı, öte yandan vatanlarına duydukları hasret de bölgeye olan ilgilerini canlı tutuyordu. O muhacir topluluğunun katkıları yadsınamaz. 1917 öncesine bakıldığında Osmanlı’da Rusya’ya dair bilgi(leri) edinme ve üretimi süreçlerinde yine o coğrafyadan gelenlerin rolünü görüyoruz.
Bununla birlikte Osmanlı’da Ruslara dair sistematik bir öğrenme ve bilgi üretiminden bahsedemeyiz herhalde, hatta biraz da “ilgisizlik” olduğu söylenebilir, aksi takdirde daha farklı noktalarda olurduk bugün. Mesela, Nikolay Danilevski’nin 1869’da yayınladığı Pan-Slavist hareketin de “Bible”ı sayılabilecek Rusya ve Avrupa eseri Türkçeye daha geçtiğimiz sene tercüme edildi. Bu kitabın neredeyse yarısı Şark meselesinden oluşmakta. Danilevski’nin bu sorunun çözümüne verdiği cevap da İstanbul’un Rusya tarafından zapt edilerek bir umum-Slav birliğinin kurulması yönünde idi. Zamanında Dostoyevski’nin övgüyle bahsettiği bu metin Rus toplumundaki belli kesimlerin masabaşı kitabı olup Rus iktidarının yayılmacı girişimlerini meşrulaştırmaktaydı. 1991 sonrasındaki Rusya’da ise Danilevski ve metni yeniden “keşfedilmiş”ti. Şimdi Türkiye’de yapılan tercümesi zaten çok geç kalmış bir girişimdir (hele mevcut tercüme de pek tatminkâr değil).
Burada farklı noktalarla, tabi ki, dil öğrenimi (ve tercüme) ve kurumsal ilmi araştırmalardaki durumumuzu kastediyorum. Elbette ki, diplomatik kanallar vasıtasıyla bir haber akışı söz konusuydu ve bazı istihbarat raporları da hazırlanmıyor değildi. Ama bunlar Rusların Osmanlılar hakkındaki bilgilenme çabalarıyla kıyaslanamazdı. Rus bürokrasisinde Osmanlıcanın düzenli öğrenilmesine ta Petro zamanında, yani 18.yüzyılın başlarında başlanmıştı. Akabinde Osmanistika ve Şarkiyat çalışmaları üniversitelerde dallanıp budaklanmıştı. Sözgelimi, 1870’lerde Koçi Bey Risalesi üzerine doktora çalışması yapan Rus Osmanisti Vasili Smirnov, 93 Harbi sonrasında İstanbul’daki kütüphanelerde el yazma eserleri incelemekteydi ve akabinde Osmanlı yönetimi altındaki Kırım Hanlığı üzerine ikinci doktorasını tamamlamıştı. Bu, tabi, bahs-i diğerdir.
Şimdi Sovyetlerin dağılması, Türkiye’de bu alandaki çalışmalarda müthiş bir açılım yaşanmasına yol açtı. O tarihten sonraki süreci, on-on beş senelik dilimler şeklinde üç döneme ayırmak mümkündür: 1) farkındalık, 2) yatay genişleme, 3) dikey gelişme. 1991’de başlayıp 2000’li yılların başlarında biten birinci dönemde bölgeyle doğrudan ilk temaslar kuruldu, bazı merkezi üniversitelerde bölgeye dair dersler tasarlanarak yükseköğrenim müfredatına dahil edildi. Yine bazı üniversitelerde Rusça seçmeli ders olarak sunuldu, ilgili yüksek lisans tezleri seri halde üretilmeye başlandı, Rusya’ya dair mevzuları tartışan akademik etkinlikler yoğunlaştı. Bu arada 1990’lı yılların ortalarında Bilkent Üniversitesi’nde Rusya Çalışmaları Merkezi ve lisansüstü programı açıldı. Batıdan bazı uzmanların (mesela tarihçi Norman Stone, Sean Mcmeekin) davet edilmesi ve buradan da bazı isimlerin (Hakan Kırımlı, Hasan Ali Karasar gibi) katılımıyla oluşturulan bu program, herhalde Türkiye’de ciddi manada bir bölgeye odaklanan ilk girişim idi.
2000’li yılların ortalarında başlayan ikinci dönemde ise Türkiye’deki Rusya çalışmalarında yatay kurumsal genişleme dalgasını gözlemledik. Bu dönemde pek çok üniversitede peş peşe Rus Dili ve Edebiyatı (ve ayrıca tercümanlık) programları açıldı, şu anda bunların sayıları sanırım yirmiye yaklaştı. Dil öğretimi yaygınlaştı. Rusya’yla beşeri irtibatlar çoğaldı. O dönemde KPDS Rusça sınavına girenlerin sayıları yıllık dört bini aşıyordu, hatırladığım kadarıyla. Bu azımsanacak bir rakam değildi. Yine bu dönemde Rusya’ya dair artık doktora tezleri üretilmeye başlandı ve bunların sayıları arttı. ODTÜ’de Avrasya, Orta Asya ve Kafkas Çalışmaları programı başlatıldı. Diğer bazı üniversitelerde de, her ne kadar ilgili kadrolar eksik olsa da, benzer programlar devreye sokuldu. Sadece merkezde değil, çevredeki üniversitelerde de doktorasını Rusya üzerine yapan öğretim üyeleri çalışmaya başladı. Rusya’da ve yakın çevresindeki ülkelerde lisansüstü eğitim almış çok küçük bir topluluk da ortaya çıktı. Bir sözle, bu alandaki zayıf tarihsel birikim hesaba katıldığında, farkındalık ve yatay kurumsal genişleme yüksek bir ivme ile devam etti.
Fakat bundan sonra gelmesi beklenen üçüncü döneme, yani dikey gelişme dediğim döneme geçişin tam olarak gerçekleştiğini söyleyemeyiz. Yani çalışmaların kalitesi, çeşitliliği ve çapının derinliği ve dahi dünyadaki çalışmalarla rekabet edebilirliği açısından sorunlar olduğu aşikardır. Evet, üçüncü dönem içinde telakki edilebilecek kimi çalışmalar olabilir, ama burada topyekûn bir geçişten henüz bahsedemeyiz. Buradan müsaade ederseniz, alandaki bazı sorunlara kısaca dikkat çekmek istiyorum, zira bazen Rusya’yı biliyor gibi görünüyoruz, ama nasıl bilebildiğimizi sorgulamıyoruz, belki de bu sorunlarımızın hiç farkında değiliz veya belki de farkındayız ama sükût ediyoruz hepimiz.
Türkiye’deki Rusya çalışmalarında var olan sorunları birkaç zeminde ele alabiliriz. Tabi ki, buraya sorunuzdaki Slav çalışmalarını da eklersek, sorunlar daha da çoğalmış olur. Söz gelimi, Ukrain Dili ve Edebiyatı programlarının açılmasına daha birkaç sene önce başlandı ki Ukrayna’ya dair bilgi üretimi de uzun bir süre ihmal edilmişti. Bu ve benzeri ülkelere karşı “ilgisizlik” üzerine ayrıca düşünmek gerekir. Şimdi Türkiye’deki Rusya çalışmalarındaki sorunların başında, kanaatimce, bir kütüphane sorunu gelmektedir. Bugün Türkiye’de Rusya ve yakın çevresindeki ülkeleri, kısacası post-Sovyet ülkeleri akademik düzeyde çalışmak isteyen birisi hangi kütüphaneye yönlendirilmelidir? Bu ülkelere dair eski ve güncel yayınlar hangi kütüphanede toplanıyor? Toplanıyor mu acaba? Bu kayıtlar olmadan biz o bölgenin bilgisini nasıl üreteceyiz? Nasıl araştırma yapacağız? Ürettiğimiz bilgi orijinal mi olacak? Mesela, yukarıda bahsettiğim Putin’in en çok zikrettiği filozof İvan İlyin’in eserleri, ki günümüz Rusya’sında ciltler şeklinde yayınlanıyor, Türkiye’de hangi kütüphanede var? Putin’in düşünce dünyasını ve mevcut söylemini merak eden bir araştırmacı en azından bunları orijinal dilinde görmelidir. Peki, Rusya’da veya yakın çevresindeki ülkelerde yayınlanan akademik dergiler hangi kütüphane(ler)de derleniyor veya bunların varsa elektronik aboneliklerini hangi kütüphane ödenek ayırarak takip etmekte? Geçen sene Kazakistan’ın eski cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in Rusça yayınlanan Hayatım: Bağımlılıktan Özgürlüğe isimli anılarını hangi kütüphanede bulabiliriz? Nazarbayev’in Rusya’yla ilgili kayıtları bizi ilgilendirmiyor mu? Veya geçtiğimiz ay Ukrayna eski genelkurmay başkanı Valeri Zalujni’nin hatıralarının ilk cildi Benim Savaşım ismiyle Lviv’de Ukraince neşredildi, iki cildi daha çıkacak (Bizim Savaşımız ile Onların Savaşı isimleri). Bunu Türkiye’de hangi kütüphane satın aldı veya alacak? Alacak mı acaba? Zalujni, Rus-Ukrain Savaşı’nın en önemli aktörlerinden olup savaşın ilk iki yılında Ukrayna ordusunu yönetmişti. Bu savaşı tam anlamıyla idrak etmek istiyorsak ve hele kendisinin Ukrayna siyasetinde önemli bir siyasi figüre dönüşeceği söylentileri ortalıkta dolaşıyor iken, onun anılarını mutlaka vakit geçmeden okumamız gerekir. Hâsılı, Rusya ve çevresinin tarihsel ve güncel kayıtlarına zamanında ulaş(ama)ma meselesini asgari düzeyde de olsa çözmek gerekir.
Türkiye’deki Rusya çalışmalarında diğer bir sorun başlığı metodolojiyle ilgilidir. Bunun bir tarafında hâlâ “uzak mesafeden bölge çalışma” pratiğinin devam etmesi yatmakta. Bazı meslektaşlarımız alınabilir, ama masabaşından kalkmadan bölgenin nabzı tutulmaya çalışılmakta. Bunu aşmak için araştırmacıların hem dil kabiliyetlerini pekiştirerek gelişmeleri çok yönlü takip etmeleri, hem de saha araştırmalarına çıkmaları gerekir. Diğer tarafta ise, çalışmalarda bazı yöntemlerin hiç kullanılmaması, mesela kantitatif yöntemlere veya söylem analizine az rastlanmaktadır. Her ikisi için de belli yetkinliklere sahip olmak lazım. Söylem analizi için tabi ki hem dil, hem de kültürel bilgi yetkinliği kazanılması gerekir. Haliyle bunların kazanılması da zaman ve maliyet demek. Ancak gerçek araştırma da zaten masraflı ve çok pahalı bir şeydir. Çalışmalarda konu çeşitliliğinin azlığı da bir problem. Genellikle Türkiye ile ilişkili konular (ikili ilişkiler, enerji, jeopolitik vs.) öne çıkmakta. Bir başka sorun, ki öncekiyle ilişkili, çalışmalarda teorik çeşitliliğin az olması. Burada teoriyi, bir araştırma sorusuna verilen bir cevap/açıklama olarak telakki edersek, o vakit Rusya ve bölgeyle ilgili sorulara verilen cevapların kısıtlı olduğu açıktır.
Bunların yanında, Türkiye’deki Rusya çalışmalarındaki bir diğer sorun kümesi alanın organizasyonuyla ilgilidir. Alan uzmanları bazı üniversitelere birer ikişer olarak dağılmış durumda, bu durumda beş-on uzmanın bir araya geldiği tam odaklanmış lisansüstü programlardan bahsedemeyiz. Hakeza alan eğitimi amacıyla yazılan, mesela Rusya’da Siyaset başlıklı, ders kitaplarını henüz ortada göremiyoruz, o nedenle izlenceler Batıda üretilmiş metinlerden oluşturulmaktadır. Alanda bazı akademik dergiler yayın yapsa da, bunların kalitesinin artmasında fayda vardır. Öte yandan alan uzmanlarının bir mesleki örgütlenmelerini ve yıllık mütemadi konferanslarını da pek göremiyoruz. Zamanında İstanbul Şehir Üniversitesi’nde Post-Sovyet Çalışmalar başlıklı lisansüstü bir sempozyum girişimi başlatmıştık. Burada amaç Türkiye’de bölgeyle ilgili üretilen tezleri gündeme getirmek ve müzakere etmek idi. Son olarak, Türkiye ve Rusya arasında artan etkileşimin benzer bir şekilde ülke akademyalarına yansıdığını söyleyemeyiz. Nihayetinde bir alanın gelişmesi için lisansüstü programlar, akademik etkinlikler, dergiler ve mesleki örgütlenmeler önem arz etmekte, ayrıca bu alanın iki ülke tarafından da desteklenmesi gerekmektedir. Sonuç olarak, tüm eksiklik ve aksaklıklara rağmen Türkiye’deki Rusya çalışmalarının 1991 sonrasında ciddi bir açılım yaptığını, fakat henüz tüm potansiyelini gösteremediğini ve bu alanda daha çok mesafe alınması gerektiğini belirtebiliriz.
Mülakat çok uzadı, sanırım.Bu sebeple, sorunuzun ikinci kısmına, yani önümüzdeki sıkıntılı dönemde Türk-Rus ilişkilerindeki imkan ve zorluklar meselesine kısaca değinmek istiyorum. Tabi, geleceği bilemeyiz, ama geçmişte ve şimdilerde olan bitene bakarak birtakım öngörülerde bulunabiliriz. Ancak bunların da geçerli olma ihtimali iki sebepten dolayı düşüktür. Birincisi, sizin de belirttiğiniz gibi, önümüzde sıkıntılı bir dönem var, yani uluslararası siyasette belirsizlik seviyesi gittikçe artmakta, temel aktörler çok ani çıkışlar yapıyorlar, sistemin ana taşıyıcısı olan ABD’nin Trump’la beraber revizyoncu bir pozisyona evrildiği görülmektedir. Bu sürecin ne getirip, ne götüreceği meçhul. İkincisi, Rus-Türk ilişkileri de eski kalıplara sığmamakta. Aslında Soğuk Savaş sonrasında bu iki ülke arasındaki münasebetlerin ayrıca değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Burada kısaca bahsedilirse, bilindiği üzere, Sovyetlerin çöküşü ile beraber Türkiye ve Rusya ilişkileri de beklenmedik bir biçimde süratle gelişmeye başladı. Artık uzun bir süreden beridir ülkeler birbirini stratejik ortak olarak tanımlamaktadır. İkili ilişkilerde ekonomik, ticari ve yatırım alanlarında fevkalade bir işbirliği yakalanmışken, bölgesel meselelerde (Kafkaslar-Orta Asya, Ortadoğu vs.) örtülü de olsa rekabet devam etmektedir. Ülkelerin cari ihtiyaçları ikili münasebetleri teşvik ederken, tarihsel hafıza ve özellikle Rusya’nın neo-emperyal iştah ve iddiaları rekabeti tetikliyor. Dolayısıyla, önümüzdeki süreçte bu iki boyutta ilerlemeler olacaktır. Sürecin ne tarafa evrileceği biraz da Rus-Ukrain Savaşı’nın Moskova bakımından nasıl sonuçlanacağına bağlı olacak. Türk-Rus ilişkilerinde yakınlaşma ve kırılmaların beklenmedik bir “keskinlik”te olduğu da unutulmamalıdır.
[1] E.D.: Opriçnina (1565-1572): Korkunç İvan döneminde faaliyet gösteren Çarlığa bağlı gizli polis teşkilatı. Görevi, Çar’a muhalif aristokratları ve köylüleri ortadan kaldırmak ve mallarına el koymaktı.
[2] E.D.: NKVD (Narodnıy Komissariat Vnutrennıh Del): Sovyetler Birliği’nde içişlerinden sorumlu devlet kurumu. Farklı dönemlerde güvenlik, istihbarat ve baskı aygıtı olarak faaliyet göstermiş, özellikle 1930’lu ve 1940’lı yıllarda kitlesel tutuklamalar ve siyasi baskılarla anılmıştır.