Filozof Nasıl Olmalı?

Paylaş:

Felsefe kadar kendisini mesele edinen bir başka disiplin var mıdır, emin değilim. Felsefenin bilinen tarihi, filozofların en önemli gündemlerinden birinin her zaman “felsefenin mahiyeti” olduğunu gösteriyor. Felsefeye yönelik bu mahiyet araştırması filozofa dair bir incelemeyi de içeriyor doğal olarak. Ancak modern öncesi dönemde bu soruya doğrudan cevap veren bir metin bulmak pek kolay değil. Ama felsefenin mahiyetine dair tartışmalarda, filozofların otobiyografilerinde; filozofların hayat hikâyelerini, şahsiyetlerini, yaşam pratiklerine dair ayrıntıları ve özlü sözlerini derleyen doksografi ve antolojilerde, felsefeye “giriş” mahiyetinde kaleme alınan çalışmalarda dolaylı olarak farklı ve kimi zaman birbirini değilleyen “filozof” tasvirleriyle karşılaşmak pekâlâ mümkün. İslam dünyasında bu dolaylı anlatımların izi, hikemiyât literatüründe, tabakât eserlerinde, Ebû Bekr er-Râzî (ö. 313/925), İbn Sînâ (ö. 428/1037) ve Abdüllatif el-Bağdâdî’nin (ö. 629/1231) otobiyografi tarzı metinlerinde sürülebilir. Bütün bunların yanı sıra doğrudan bir filozofun nasıl olması gerektiği sorusuna odaklanmış ilginç bir metne de sahibiz aslında. Makâle fî sıfati’r-raculi’l-feylesûf (= Filozof Kişinin Niteliği Hakkında Söz) başlığını taşıyan bu metin kısaca İbnü’l-Hammâr olarak tanınan Ebu’l-Hayr el-Hasen b. Suvâr b. Bâbâ b. Bihnâm (veya Behnâm)’a ait.

İbnü’l-Hammâr (ö. 407/1017’den sonra), 10. yüzyıl Bağdat’ındaki Aristotelesçi felsefe çevresinin önemli isimlerinden biri olarak tanınıyor. Bağdat’ta doğduğu, felsefe ve teoloji eğitimini, kendisi gibi bir Nestûrî olan Yahyâ b. Adî’den (ö. 364/975) aldığını biliyoruz. Dönemin pek çok filozofu gibi İbnü’l-Hammâr da tıpla yakından ilgilenmiş, muhtemelen geçimini doktorlukla kazanmış, bir süre Bağdat’taki Bîmârisân-ı Adudî’de görev yapmıştır. İbnü’l-Hammâr mensubu olduğu felsefe çevresinin diğer üyelerinden farklı olarak Bağdat’tan ayrılarak doğuya gitmiş ve Hârizm bölgesinde hüküm süren Me’mûnîler’in himayesine girmiştir. Gazneli Mahmud’un Hârizm’i 407/1017’de ele geçirmesi üzerine Bîrûnî gibi Me’mûnîler’in himayesindeki pek çok isimle birlikte Gazne’ye gitmek mecburiyetinde kalmıştır. Ömrünün kalan yıllarını Gazne’de geçiren İbnü’l-Hammâr’ın âhir ömründe Müslüman olduğu rivayet edilmektedir. Bağdat’taki diğer Aristotelesçi filozoflar gibi Organon üzerine yoğun mesai harcadığı anlaşılan İbnü’l-Hammâr’ın günümüze ulaşan az sayıdaki eseri içinde âlemin zaman içinde sonradan yaratılışına dair Yahyâ en-Nahvî’nin (John Philoponus) delilinin kelâmcıların bu konudaki delillerinden daha tercihe şayan olduğu yönündeki kısa metni dikkate değerdir.

Makâle fî sıfati’r-raculi’l-feylesûf günümüze tek bir nüsha aracılığıyla ulaşmış görünüyor. Söz konusu nüsha daha önce burada “Sıradışı Bir Hanbelî Fakîhin Felsefeyle İmtihanı” başlıklı yazıda tanıttığım Ragıp Paşa Kütüphanesi 1463 no’da kayıtlı mecmuanın içinde (vr. 63b-65a) yer alıyor. Metin erken sayılabilecek bir tarihte Bernhard Lewin tarafından bir inceleme eşliğinde Fransızcaya tercüme edilmiş: “L’idéal antique du philosophe dans la tradition arabe: Un traité d’éthique du philosophe bagdadien Ibn Suwār”, Lychnos, 1954/55 (Uppsala 1955), 267-284. Metnin aslı ise Âdil Sâlim Atiyye Câdullah ve Muhammed Mecdî es-Seyyid Misbâh tarafından yayınlansa da bu neşir pek çok hata içeriyor: “Makâletü sîreti’l-feylesûf li-Ebi’l-Hayr el-Hasen b. Suvâr (İbnü’l-Hammâr): Dirâse ve tahkîk”, Devriyyetü Nemâ li-ulûmi’l-vahy ve’d-dirâsâti’l-insâniyye, 54 (2021), 55-71. Aşağıdaki tercüme ise metnin henüz yayınlamadığım neşrini esas alıyor. İbnü’l-Hammâr’ın muhtemel kaynaklarının tespitini ve filozofa yüklediği anlamın ayrıntılı analizini ileride metnin neşriyle birlikte paylaşmayı vadederek burada okuyucuları metnin tercümesiyle baş başa bırakıyorum.

***

Filozof Kişinin Niteliği Hakkında Söz

(Makâle fî sıfati’r-raculi’l-feylesûf)

Ebu’l-Hasen b. Suvâr el-Bağdâdî

Çev. M. Cüneyt Kaya

Rahmân Rahîm olan Allah’ın adıyla

[1] Felsefe, bilgelik (hikmet) sevgisidir, filozof da bilgeliği seven kimsedir. Bilgelik ise var olan şeyleri gerçeklikleri (hakâik)uyarınca bilmektir. Öyleyse filozof da var olan şeyleri gerçeklikleri uyarınca bilmeyi seven kişidir. Her konuda gerçekliğin (hakîka) bilgisini seven kimse, hiç şüphesiz gerçeğin (hak)kendisini de seviyor demektir. Buna göre filozof, gerçeği seven kişidir. Bundan dolayı o, her bir varlığa dair gerçeğe işaret eden bilgiyi de daima sevmektedir. Herhangi bir şeyi seven ise onu her halükârda sevip tercih eder; ona yakın ve benzer şeyleri sevdiği gibi, ondan uzak ve ona aykırı şeylerden de nefret eder. Doğruluk (sıdk) kadar gerçekle ve bilgelikle güçlü bir ilişkisi olan başka bir şey olmadığı gibi, yalan/yanlış (kizb) kadar da gerçekten ve bilgelikten esaslı bir şekilde ayrı başka bir şey yoktur. Öyleyse filozofun doğruluğu sevmesi, yalan/yanlıştan hoşlanmayıp ondan nefret etmesi bir zorunluluktur.

[2] Şurası açıktır ki, arzunun (şehvet), kendisini bir şeye kuvvetlice yönlendirdiği kimse, ya o şey dışında bir şeye asla yönelmez ya da o şey dışındaki bir şeye zayıf bir şekilde yönelir. Birbirine eşit [birden çok] çıkış yerine sahip bir kaynaktan fışkıran su, bu çıkış yerlerinden birine doğru yönelince, artık geri kalan taraflardan su gelmediği gibi, arzuların kendisi sayesinde gerçekleştiği güç de hazlardan birine yöneldiğinde, diğer hazlara dikkatini vermez, çünkü bütünüyle kendisini o hazza yönlendirmiştir. Arzusu, gerçeği anlama isteği doğrultusunda öğrenmeye yönelip onunla dolup taştığında ise kendisinde aklî nefse ait hazzın bulunduğu şeye meyleder ki, o da gerçek bilginin ve var olana dair kesin bilginin idrakidir. Bu durumda olan kimse diğer şeylere ya hiç iştiyak duymaz ya da onlara karşı duyduğu iştiyak oldukça zayıftır. Öyleyse var olan her şeyde gerçeği idrak etmeyi hakikî ve saf bir şekilde seven kimsede –ki işte o, gerçek filozoftur– bedensel hazlara yönelik sevgi belirgin bir şekilde azdır ya da bedensel durumlar kapsamında kullanacağı şey, neredeyse açlıktan, susuzluktan, çıplaklıktan ve bedenin zorunlu [ihtiyaçlarına erişememek]ten kaynaklanan acının harekete geçmesi durumunda [bu acıyı ortadan kaldırmak için] ihtiyaç duyulan miktardan ibarettir. O, bu [bedensel hazları], bizzat kendilerini talep ederek amaçladığı şeyler olarak değil, kendisine ihtiyaç duyduğu şeyler ve ilk sevgilisine ulaşmasına yardımcı unsurlar olarak kullanır ki, söz konusu ilk sevgili, var olan her şeyde gerçeği idrak etmekten ibarettir.

[3] [Filozofun] bunu takip eden niteliği ise şüphesiz malı-mülkü sevmeyen ölçülü (afîf) biri olmasıdır. Zira mal-mülk peşinde koşmayı gerektiren şeyler onun açısından geçerliliğini [zaten] yitirmiştir. [Ayrıca] onun cömert olması gerekir, çünkü kınanacak olan şey, malı-mülkü, insanlığa ve hürriyete[1] tercih etmektir. Filozof hiçbir şeyi insanlık ve hürriyete tercih etmez. Çünkü bayağı arzuların esiri olup, dar ruhlu bir adi ve dünyevî şeyleri seven bir kimse olarak hürriyetini yitiren kişinin filozof olması, bilgelikten bir pay alabilmesi mümkün değildir. Zira bunlar, ilahî ve insanî şeylerin bilgisini seven nefse son derece zıt özellikler kapsamındadır. Aşağı bedensel arzulara kul olmaktan uzak bir şekilde, bozulmamış bir akla ve yüce bir görüşe (re’y) sahip, [kendini] çokça koruyarak, mertçe, zekice, yiğitçe, gayretkeş (alîkan), çok sabırlı, uyumlu ve kolay öğrenen birisi olarak dünyevî şeyleri küçük gören kimse; gerçeğe benzeyen, doğruyu seven, var olan şeyler hakkında ömrü boyunca düşünen, o varlıklardaki gerçekliği idrak etmeyi arzulayan bir kişi olarak asalet ve ululuğa layık olup felsefede en yüce mertebeye ulaşmayı da hak eder. Bu durumda olmayan veya kendisinde bunun zıddı özellikler bulunan kimse ise gerçek filozofa layık olan bu hallerin zıtlarına ne oranda sahipse o oranda gerçek bilgeliğe ulaşmaktan uzaktır.

[4] Bu eserde amacımız [meseleyi] kısaca anlatmak olduğundan, sözü [uzatmadan burada] kesip bahsettiğimiz halleri açıklamaya dönüyoruz. Bu özelliklerin çocukluğundan itibaren filozofta yer etmesi (matbûʻan), yaşı ilerledikçe bunları huy edinmesi ve söz konusu özelliklerin zıtlarından uzak durması gerekir. Filozofun yaşantısı hakkında uzun konuşmak gerektiğinden ve buradaki amacımız sözü kısa tutmak olduğundan, sadece değindiklerimizle kendimizi sınırlı tutuyoruz. Buna göre filozofun yaşantısı, her konuda –küçük büyük, değerli değersiz– gerekli olanı, gerekli olduğu oranda, gerektiği şekilde, gerektiği zamanda, gerektiği gibi yapmasıdır. Filozof küçük şeyi küçük olduğu için değersiz görüp de [onunla ilgili yapılması] gerekeni yapmaktan geri durmamalıdır. Mesela kâtip yazdığı değersiz bir konuda veya değersiz bir malzemenin üzerine yazdığında harfleri hakir görmediği gibi değerli bir konuda veya değerli bir malzeme üzerine yazdığı zaman da harfleri yüceltmez. Bilakis kâtip, harfleri, onları tanıyacak şekilde, tek bir tarzda düşünür. Filozofun amacı da “gerekli olan” (vâcib) olduğundan, herhangi bir şeyde gerekli olanın kullanılmasını küçük görmemeli, iyiliği bulduğunda, küçük de olsa onu hor görmemelidir. Bu kanundan sapar ve bu yoldan gitmeyi bırakırsa veya bu konuda gevşeklik gösterirse bilgelerin yaşantısından da sapmış olur.

[5] Felsefenin ta kendisi olan bilgelik tam anlamıyla erdem olduğuna ve söz konusu bilgelik, (i) ya toplumsal işlerden tamamen el ayak çekmeyle (ii) ya da [sadece] şehirde yaşayan üstün akıl sahibi insanlarla görüşmek yoluyla güçlendiğine göre filozofun da bu iki yoldan birini takip etmesi gerekir. Toplumsal (medeniyye) işlerden tamamen el ayak çekmek, nefsi kendine dönmeye, bakışını yönlendirmesi gereken kendisine özgü hakikî şeylere dikkat kesilmeye sevk eder. Bu sayede kendisine özgü [hakikî şeylere] yönelik [dikkatini] dağıtan, [nefsteki] maddî ve yabancı (garîbe) hallere ve onların gerçekliklerine çağıran eğilimlerin (nevâzi‘) cazibesi karşısında da sükûnete kavuşur. Bu ise [nefsin] bütünlüğünü parçalayan, birliğini ayrıştıran, cevherinin saflığını bulanıklaştıran düzensiz hareketlere son vermek ve onu kendisine bulaşan bulanıklıktan arındırmak suretiyle gerçekleşebilir. Bu durumdaki var olan şeylerin sureti, nefste en kısa sürede ve en yakın zamanda gerçekliklerine uygun olarak belirir. Bu, sakin, saf ve aydınlık bir havada şeylerin suretlerinin cilalı, hatları belirgin ve pürüzsüz bir aynada belirmesine benzemektedir. Söylediğimiz şeyin doğruluğuna, toplumsal işleri ve insanlarla bire bir görüşmeyi bırakarak tek başına yaşayan Sokrates, Diyojenes ve benzeri filozoflar şahitlik etmektedir. Bu filozoflar nefslerini yüce ve göz alıcı bilgeliğe doğru harekete geçirmiş, insanlara hem bu dünyada hem de öte dünyada faydalı olacak bilgeliklerden ortaya çıkarıp bir araya getirdikleri şeylerle iyiliklerin çoğaltılmasına aracılık etmişlerdir. Şehirde yaşayan saf akıl sahipleriyle görüşmek de nefsin erdemini güçlendirir ki, bu, güneş ışığının cilalı ve yakıcı aynaya denk geldiğinde daha güçlü [bir etki doğurmasına] benzemektedir. Bu konuda söylediğimizin doğruluğuna ise Platon, Aristoteles ve benzeri, şehirde yaşayan, insanlarla oturup kalkan filozoflar şahitlik etmektedir. Öyleyse şu açığa çıkmıştır ki, şehirde yaşayan filozof, şehir halkının sadece seçkinleriyle, liderleriyle, önderleriyle ve saf akıl sahipleriyle görüşmelidir. Filozofun mesleği (hırfet) ve geçimi de ancak bu kimselerle ilişki içinde ve en değerli meslek kapsamında gerçekleşmelidir. Zira iyi ve övgüye layık meslek sayesinde insan erdemi edinirken, kötü ve yerilen meslekle de erdemsizliği kazanır. Öyleyse şehirde filozofa en çok yakışan meslek –şansı yaver gidip mutluluğa erişemediyse– şehrin yöneticisinin gölgesi altında bulunmasından ve onun tarafından layık olduğu konuma yerleştirilmesinden ibarettir. Önde gelen kimselerle, soylularla muhatap olacağı, her türlü kirden arınmış, faydası bütün insanları kuşatan, onların durumunu düzeltmesini, düzenlerini mükemmel hale getirmesini sağlayan iyi, güzel ve değerli meslek söz konusu olduğunda –ki filozof bu meslekte yönetici (sâis) ve düzenleyici (müdebbir) gibidir– herkes ondan faydalanır, o ise kimseden bir şey almaz. Canlıların çoğunun varlığını sürdürmesinde ve âlemin mamur olmasında en güçlü dayanak olan bu meslek çiftçilik (müzâra‘a) ve yeryüzünü mamur hale getirmektir (imâratü’l-arz). İşte olgun, temiz ve güzel meslek budur. Şayet “Erdemli insanların bu meslekten uzak durmamaya ve bunu hayata geçirmek için bir yol bulmaya çağrılmaları gerekir” deseydim, hakikatten uzaklaşmış olmazdım, çünkü bu mesleğin, âlemin (küll) varlığını sürdürmesi ve uygun bir düzende ilerlemesi açısından büyük bir faydası bulunmaktadır.

[6] Bu mesleğin güzelliğine ve temizliğine, Sokrates’in Yunanlı birisine söylediği şu sözler şahitlik etmektedir:

Adam: Zahit kimdir?

Sokrates: Dünyevî işleri küçük gören.

Adam: Hangi şehir daha güçlüdür?

Sokrates: İyi kimselerin çok olduğu şehir.

Adam: [Ölüp] bu diyardan gidince sevinecek olan kimdir?

Sokrates: Suç işlemeyen ve kötülük yapmayan kimse.

Adam: İnsanlar erdemi nasıl edinir?

Sokrates: İyiliği sevip onun peşinden giderek ve kötülükten hoşlanmayıp onu def ederek.

Adam: Hangi fiiller iyi bir karşılığı hak eder?

Sokrates: Tanrı’ya itaate yönelmek, anne-babaya ikramda bulunmak, yasanın/geleneğin (sünnet) gerektirdiği şeyi yapmak.

Adam: Hangi meslek olgun ve güzeldir?

Sokrates: Arazileri mamur hale getirmek, yani çiftçilik.[2]

[7] Soru soran aslında hakkında soru sorduğu özellikleri kendisinde toplayan mesleği sormak istemiştir. Sokrates de bunun çiftçilik olduğu şeklinde cevap vermiştir. Şayet filozofa layık olan temiz ve güzel meslek bu ise bundan başka bir meslekle uğraşmamalıdır. Muhtaç olmayan muhtaç olandan daha üstün olduğuna göre ihtiyacı az olan kimse de ihtiyacı çok olan kimden daha üstündür. Veren kimse de alan kimseden üstün olduğundan verip almayan, vermeyip alandan da verip verdiğine karşılık kazanç elde etmek üzere alandan da daha üstündür. Çiftçilikte ise bu [özellikler] bir arada bulunmaktadır: Çiftçilikle uğraşan kimsenin ihtiyaçları azdır; verir ama almaz; yardım eder ama yardım talep etmez; ürettiklerinin faydası bütün insanların ihtiyaçlarını karşılar. Dolayısıyla zahit ve erdemli insanların uğraşması ve kendisine dair eksikliklerin giderilmesi gereken en üstün meslek çiftçiliktir.

[8] Bu konuda söylemeyi amaçladığımız şey hakkında bu kadarı yeterlidir. Sözümüzü Allah’a hamd ü sena ile bitiriyoruz. Hamd daima O’na layıktır. Bize bahşettiği büyük lütuflara karşılık şükür sonsuza dek O’nadır. Salât ve selam efendimiz, peygamber Muhammed ve onun ailesinin üzerine olsun.


[1] Metnin devamından da anlaşılacağı üzere burada hürriyetin “tutkuların esaretinden kurtulma” anlamına geldiğine dikkat edilmelidir.

[2] Şimdilik kaynağı meçhul gözüken bu diyalogu İbnü’l-Hammâr muhtemelen hikemiyât literatüründen ilhamla aktarmaktadır.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir