Sanatın Kuramı: Hem Var Hem Yok
Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Türkiye’de Sanatın Kuralları program dizisinin ikinci oturum konuğu sanat eleştirmeni ve yazar Ömer Lekesiz’di.
Lekesiz sözlerine sanat kuramı anlamında henüz netleşmiş bir zemin üzerinde konuşulamayacağını belirterek başladı. Yaşadığımız kültür ve dil devrimi nedeniyle kesilmiş bağların bu konuları geçmişe atıflarla tartışmayı engellediğini söyledi. Mesela bu meseleleri çalışmış kuşağımıza en yakın kişi olan Rıza Tevfik’e bile ulaşabilecek bir durumda olmadığımızı, çoğunluğumuzun henüz Kamus-ı Felsefe’yi okuyabildiğini sanmadığını ifade etti. Bu durumun kendisini aciz bıraktığını söyledi. Sanatı kuramla beraber tartışmak söz konusu olunca daha çok Hegel, Kant, John Berger, Heidegger, Gaston Bachelard , Terry Eagleton gibi isimlere başvurduğumuzu, kendi çabasının ise hususen bu gibi isimlerin ortaya koyduğu kavrayışı kırmak olduğunu ekledi. Batı dışı geleneğe ait biri ve ‘zorunlu bir modern’ olarak durduğu yerin düşünme biçiminin farklı olması gerektiğini ancak ‘nasıl olmalı’ sorusunu henüz netliğe kavuşturamadığını söyleyen Lekesiz, böylesi bir çifte acziyet hâli içerisinde konuşacağını hatırlatarak öncelikle ‘sanat nedir’ sorusuna odaklandı.
Lekesiz, sanatı“kendisi olmak nedeniyle kendisi olan şeydir” şeklinde tanımlayarak sanatın dışında sanatı tanımlamanın mümkün olmadığını belirtti. Kuram kelimesini, Prof. Dr. Yalçın Koç’un Theologia’nın Esasları: Felsefe’nin ve Teoloji’nin Nazariyatı Üzerine Bir İnceleme kitabından alıntı yaparak açıklayan Lekesiz, nazariyat ile kastedilenin “manzara esnasında seyretmek” manâsına geldiğinin altını çizdi.
Yalçın Koç’un tanımladığı manâda nazariyat kavramından bahsedeceğini belirten Lekesiz, theoria dediğimiz şeyin kendi lisanımız, düşünme tarzımız içerisinde yer almadığını ifade etti. Bizim dilsel paradigmamıza dâhil olan şeyin nazariyat olduğunu, rü’yet yahut raina yerine nazar kelimesinin seçilmiş olmasının da önemli olduğunu, çünkü nazarın hem dış hem de iç görüyü birlikte işletmesi bakımından eşyaya nüfuz etmenin en emin yollarından biri olduğunu söyledi. Dolayısıyla, kuramın bugün Türkiye’deki manâsını araştırmaktan çok; teori, kuram ve nazariyat düzeyinde bizim nasıl bölünmüş bir bilinç içinden düşündüğümüzü tespit etmemiz gerektiğini söyledi. Bu konuyla ilgili soru işaretlerini giderdikten sonra aslında nazariyat (parantez içinde kuram) üzerinde düşünmemiz gerektiğini ifade etti. Türkiye’de kuram üzerine konuşmuş, Nermin Uygur başta olmak üzere (Kuram, Eylem, Bağlamı adlı kitabıyla), Takıyyeddin Mengüşoğlu’ndan, İsmail Turan’a kadar konuşmuş olan herkesin, Tanpınar dâhil, theorianın içinden konuşmuş olduğunu öne sürdü. Tanpınar’daki bazı küçük İslami unsurları da bir kenara koyarsak bize dayatılan kuram bilgisinin aslında Batı teorisini içselleştirmemizden, bu minvalde düşünmemizden ibaret olduğunu söyledi.
Bu noktada, “ihanet” olarak gördüğü bir hususa dikkat çeken Lekesiz’e göre, Tanpınar aslında Şebüsteri’yi, İbn’i Arabi’yi, Feridüddin Attar’ı, vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd felsefesi içinde bulunan birçok ismi çok iyi okumuş olmasına rağmen bunlardan tek kelime bahsetmeksizin, bu metinlerden yola çıkarak kendi telâkkisini kurmaya çalışmış, bu temel metinlerdeki gibi “an” mefhumu üzerine düşüncesini inşa etmiştir. Yani Tanpınar, tam da batılılaşma sürecinde, Batı felsefesiyle eski nazariyatımıza bir istikamet açma, yeni bir geçit bulma kapımızı kapatmak suretiyle bize ihanet etmiştir. Lekesiz’e göre, kaynaklarını ve referanslarını çok net bir şekilde ortaya koyabilse belki bugün bizler bu çelişkinin içerisinde yoğruluyor olmayacaktık. Örneğin bugün bizler görme ve görmenin özellikleri dediğimizde John Berger’den ya da Gözün Vicdanı’nından başlamayacaktık. Ya da mekân dediğimizde Gaston Bachelard’dan yola çıkmayacaktık.
Bu bağlamda, “Türkiye’de sanat kuramı var mı?” sorusunun cevabının olumsuz olduğunu belirten Lekesiz, bunu kurma çabasındaki hiçbir emeği küçümsemek, göz ardı etmek istemediğini ancak bu zamana kadar ortaya konulanın maalesef kendimize özgü yepyeni bir düşünsel berzaha ulaşmamıza imkân tanımadığını anlattı. Yine bu nedenle, İhsan Fazlıoğlu’nu paranteze alarak, kim, hangi düzeyde ele alıyorsa alsın, neticede hemen hemen herkesin körlerin fili tanımladığı gibi san’a ve sanat kuramı tanımı yaptığını ifade etti.
Batılı anlamda neye teveccüh edeceğimizi ya da neyi tevarüs edeceğimizi belirlememiz gerektiğini ifade eden Lekesiz, bu nedenle Batı’yla rekabetimizin söz konusu olmadığını ama Batı’dan alınacak şeyin hangi değerler üzerine, neden alınacağı, yeni olarak neyin ortaya konulacağının başlı başına bir sorun olduğunu söyledi. Dahası, buna ilişkin üretimlerin daha çok yine batı tarafından gerçekleştiriliyor olduğunun çelişkisine dikkat çekti. Örnek olarak sinemada Batı’nın kazandığı ivmeyle özellikle Avatar, Matrix, Inception gibi filmlerde görme ve rüyayı yönetme temalarının işlenmesi yavaş yavaş bize ait olabilecek malzemeyi de batılı bir idrak ve batılı bir felsefe üzerinden okumak zorunda kalmamıza sebebiyet verdi.
Hâl böyle olunca nazariyat ya da kuram konusunda belki de sadece Sezer Tansuğ’un meseleye biraz temas edebildiğini, bazı şeyleri içi acıyarak itiraf etmek durumunda kalsa da bazı metinlere temellük etmiş olmasının önemli olduğunu söyledi. Bununla birlikte bizde kuram denilince akla gelen ilk şeyin edebiyat olduğunu çünkü özellikle söz konusu kültürel değişimle alfabeyi kaybetmenin bizi zoraki bir modernlik sürecine soktuğunu, şartlanmışlık içerisinde düşünmeye ve bakmaya mecbur edildiğimiz için o şartlanmışlığı kırabilmenin tek yolu olarak edebiyatın ön plana çıktığını, yani kendimizi ifade etme biçimimiz edebiyat üzerinden yürüyebildiği için edebiyatla baş başa kaldığımızı belirtti. Ebru, hat gibi geleneksel sanatların yakın zamana kadar merdivenaltı faaliyeti olarak yürütüldüğünü, Yunus Emre’nin de şiirlerini derlemiş,Din ve Sanat gibi bir çalışmanın sahibi Burhan Toprak’ın Hamit Aytaç’a ifade ettiği gibi bu sanatların ve ilgililerinin yok olmasının beklendiğini söyledi.
Özetle, böylesine bir idrak ve böylesine bir bakış ile maalesef derli toplu bir sanat kavramından söz etmenin mümkün olmadığını açıkladıktan sonra, ne yapmak lazım sorusuna odaklanan Lekesiz, yeni bir bakış açısı, yeni bir algı, yeni bir dil üreterek konuya dâhil olmamız gerektiğini ifade etti. “Biz berzahlar içinde yaşayan, berzahlar yoluyla kendilerine yeni bir yol, yeni geçitler açan bir zihniyete sahibiz. Üstelik İbn Arabi’nin ‘kıyısı olmayan deniz diye tanımladığı hayal ürünleri konusunda en fazla birikime sahip toplumuz. Yani Hint, İran, Mezopatamya’daki milletlerin özellikle bize bıraktığı armağan hayal üzerine yapılmış olan şeyler” diyen Lekesiz, bunları Eagleton’ın ya daBachelard’ın ortaya koyduğu kuram bilgisini reddetmeden, onu içimize çekmek suretiyle onun üstüne çıkarak yapabileceğimizi söyledi. Bu minvalde, hadislere referansla yeni bir perspektif için başlangıç mahiyetinde önerilerde bulunan Lekesiz, bu işin cesaret istediği vurgusuyla sunumunu tamamladı. Program, soru-cevap faslıyla sona erdi.