Dünya Tarihinin Bütünlüğü, Küresel Politika ve İslam’ın Serüveni (2)
“Rum(lar) mağlup oldu. Yakın bir yerde. Hâlbuki onlar bu yenilgilerinin ardından galip olacaklar. Birkaç yıl içinde…”
Kur’an, Rum Suresi (30:2-4)
Bir ve ortak bir dünya tarihi yazabilmek için bugün yepyeni bir bakış açısına ihtiyacımız var. Öyle ki bildiğimiz ya da bildiğimizi zannettiğimiz pek çok şeyi geride bırakmamız, unutmamız bile gerekebilir. Buradan bakıldığında yeni bir dünya tarihi vizyonu, bir evrensel tarih projesi yeterince radikal bir düşünsel çabayı zorunlu kılacaktır. Öyleyse meydan okuyucu ve aynı zamanda etkileyici olan bu genel projeyi daha somut bir zemine yerleştirmek yöntemsel açıdan işimizi kolaylaştırabilir. Bu makalenin görevlerinden biri işte bu zemini mümkün olabildiğince net bir şekilde sunabilmektir. Şunu önereceğim: “Bir Dünya Tarihi Olarak İslam Tarihi” [Islamicate History as World History] yazımı, evrensel bir dünya tarihi tasavvuruna somut bir çerçeve sağlayabilir. Bu, aynı zamanda Birinci Binyıl’a [1] da tam ortasından müdahale ederek öncesini ve sonrasını kapsayıcı bir işlev üstlenebilir.
Dünya Tarihi Olarak İslam Tarihi yazımı her şeyden önce ‘-merkezci’ (-centric) bakış açılarına karşı bir sorgulama ve yapı-sökümünü içerir. Dolayısıyla Avrupa-merkezci olmadığı kadar Müslüman-merkezci (Muslim-centric) de olmayacaktır. Merkezci tarihsel yaklaşımlar, dışlayıcı (exclusive) olduğu kadar ‘kapatıcı’ (segregative) ve tarihsel anı sabitleyici (fixing historical moment) bir resim sunarlar. Esnek ve genişlemeye açık değildirler. Bir sonraki an’ı öngöremezler. Etkileşim ve diyalog kanalları/süreçleri karşısında kördürler. Oysa zaman kapalı bir kutu içinde akmaz –eğer akıyorsa. An, farklı mekânlarda aynı anda farklı formlarda yaşanır, cisimleşir. Aslında tek bir an yoktur, an’lar vardır. İnsanoğlunun an’ı tecrübesi –geride anılar bırakarak– onun en eşsiz deneyimidir. Yine de bu deneyim ‘evrensel’dir –zira pek çok başka insan tarafından da herhangi bir an’da yeniden ve yeniden deneyimlenebilir. Şu koşulla ki ‘evrensel’ olan da tek bir kalıba dökülemez. Aynı an’da birden fazla evrensellikler mevcut olabilir. O halde tarihsel anlatı merkezci ve tek bir deneyime kapanamaz. Onun evrensel bir genişlemeye imkân vermesi için bir diğerinden çok farklı olabilecek deneyimlere, kesişen ve kesişmeyen anlatılara açık olması gerektir.
Dünya-tarihsel bir anlatının evrensel olması, hatta farklı evrensellikleri kuşatabilecek bir imkânı barındırması gerektiği açık olduğuna göre Dünya Tarihi Olarak İslam Tarihi yazımı da böyle bir anlatıyı mümkün kılan koşulları somutlaştırmak durumundadır. Bunun anlamı şudur: ilk olarak, kutsal söz/vahiy öncesi dönem bu tarihin önemli bir parçası olarak yeniden inşa edilmelidir. Kastedilen, İ.S. 6. yüzyıldan geriye doğru birkaç binyıllık uzun bir zaman dilimidir. Bu, oldukça kritik bir dönemdir çünkü bize Söz’ün yeryüzünde –devrimsel bir biçimde– içine ineceği ve müdahale edeceği insanlık tablosunun gelişimini sunmaktadır. İkincisi, benzer şekilde, Vahiy ve Nübüvvet sonrası dönem, inananlar topluluğunun tarih ve büyük insanlık resmi karşısında Söz’ün maddi hayattaki karşılığının gelişimini izlemek açısından bir hayli önemlidir. Bu süreçte metinsel ifadeler ayırt edici somut yaşam tarzlarına dönüşürler. Yine bu esnada kaçınılmaz olarak diğer gelenekler ve yaşam kültürleriyle yoğun bir etkileşime girilir. İslam dini ve onun yayıldığı geniş ekümenik alan söz konusu olduğunda, İslamileşmiş (Islamicate) bölgelerde herhangi bir kopuştan bahsetmek kolay görünmemektedir. Öyleyse üçüncü olarak, bu tarih yazımına, eş zamanlı olarak –paylaşılan ya da farklılaşan formlar içinde– diğer büyük geleneklerin izlediği yol dâhil edilmelidir.
Dünya Tarihi Olarak İslam Tarihi projesi, Marshall Hodgson’ın on yıllar önce Amerikan akademyası içerisinde cesurane bir öngörüyle işaret ettiği gibi Şarkiyatçı yaklaşımların neden olduğu “İslam’ın modern tarihten silinmesi” ve bu silinmeyle birlikte “İslam’ın evrensel ve kozmopolit erişiminin reddi”ne karşı yeni ve eleştirel bir dünya tarihi vizyonunun ortaya konulması anlamına gelmektedir. Nitekim ilk defa onun tarafından sunulan ‘Islamicate’ (İslamileşmiş) kavramı, “bu evrenselliği, İslam’ın Avrasya’dan Kuzey Afrika ve İspanya’ya, Doğu Akdeniz’den İran ve Orta Asya’ya uzanarak bu bölgelerdeki farklı toplumsal, kültürel ve dini gelenekleri birleştirişini, Ortaçağ’dan modern zamanlara uzanan evrensel serüvenini yakalıyordu.” [2] Bununla birlikte bu makalede bir başka bağlama daha dikkat çekmek istiyorum: özellikle bugün Üçüncü Binyıl’ın alacakaranlığında insanlığın karşı karşıya bulunduğu devasa meydan okumalar ve büyük Gerileme karşısında bu türden bir evrensel tarih yazımının sunacağı imkânlar. Bir diğer ifadeyle –eğer anakronizm ile itham edilmeyeceksem– Üçüncü Binyıl’ı Birinci Binyıl ile iç içe okumanın getireceği geniş ufuklardan yararlanmak istiyorum. Arada kalan İkinci Binyıl, birincisinde geliştirilip olgunlaştırılan büyük yaşam kültürlerinin bazen ortaklaşarak bazen de farklılaşarak bir ‘bütün’ olarak içinde yaşadığımız dünyanın bugünkü koşullarının oluşmasına yol açan –ve adına çok genel olarak ‘modernite’ dediğimiz– süreçlerin taşıyıcısı oldu. Şimdi kaçınılmaz olarak karşımızda duran soru şudur: Başka bir evrensellik ve kozmopolitanizm imkânı, bugün olduğundan daha eşitlikçi ve daha adil, daha paylaşımcı ve hakkaniyetli bir dünyada yaşamamıza giden yolu açabilir mi?
Fakat bu soru üzerine kafa yormadan önce, sanıyorum, Dünya Tarihi Olarak İslam Tarihi yazımının temel parametrelerini ortaya koymak gerekiyor. Böylece karmaşık ve dinamik bir tarihsel sürecin, dünya-tarihsel bir perspektiften günümüze dek uzanan dönüm noktalarını takip etmek mümkün hale gelecektir.
Bir Dünya Tarihi Olarak İslam Tarihi’nin Temel Dönüm Noktaları
Her şeyden önce İslam’ın serüveni 6. yüzyılda başlamaz. Bu uzun tarihsel süreci anlayabilmek için en az birkaç bin yıl geriye dönmemiz gerekiyor. Afro-Avrasya Ökümeni’ni genel hatlarıyla beş ana çekirdek bölgeye/havzaya ayırabiliriz:[3] Çin, Hint, İran-Sami (Nil’den Ceyhun’a bir hilal biçiminde uzanan kıtasal bölge), Afrika, Avrupa (Anadolu’dan başlayarak batıya ve kuzeye doğru genişleyen coğrafya). Bu bölgeleri daha önce de işaret edildiği üzere büyük bir bütünün iç içe geçmiş, çoklu kesişen alt kümeleri olarak düşünebiliriz. İslamiyet, ortasına doğduğu tüm bu bölgelerin kaderini sadece etkileyip dönüştürmekle kalmadı; aynı zamanda bu muazzam birikimin kaderini de paylaşarak özümsedi. Geniş ve çok çeşitli coğrafyaların ve halkların İslamiyet’in etkisine açılmasını sağlayan, hazırlayan koşullar hangi süreçlerin sonunda olgunlaşmıştı? Bu çekirdek bölgelerdeki kadim kültürlerin ve yaşam geleneklerinin, gündelik pratiklerin yeni Müslüman kültüre adaptasyonunu sağlayan dinamikler nasıl ortaya çıkmıştı? Bu ve benzeri sorulara ikna edici yanıtlar bulabilmek için uzun erimli (longue duree) tarihsel süreçleri dikkate almak zorunluluk arz etmektedir.
“Atina –ve onun karşı sahilindeki İyonya kıyılarındaki Milet, Efes gibi muadilleri– İ.Ö. 7.-6. yüzyıllardan itibaren bir büyük düşünce-yaşam ve yorum geleneği açısından nasıl evrensel bir konumu haiz ise Mekke de –Kudüs ile birlikte– bir başka evrenselliğin eksen şehirleriydiler.“
Öte yandan, 6.-7. yüzyılların Mekke’si ve genel olarak Hicaz bölgesi gerek kuzey-güney istikametinde bulunan Yemen-Suriye/Anadolu hattında gerekse doğu-batı hilali üzerindeki Sasani İran’ı ve Mezopotamya’sı ile Kızıldeniz/Nil arasında kalan konumunun da etkisiyle daha geniş Ökümenik bir alanda giderek öne çıkmaktaydı. Bu durum, özellikle iki sahada belirgin bir biçimde gözlemlenebiliyordu. Bunlardan ilki bölgedeki kadim etkinliklerden biri olan ve epey gelişmiş konumda bulunan ticari faaliyetler alanıydı. Birinci Binyıl’ın ortalarından itibaren Mekke ve civarının geniş bölgesel ticaret ağı içerisinde önemli merkezlerden biri olarak yükselişine tanık oluyoruz. İkinci olarak ise, Ökümenik nüfuz mücadelesinin iki kutbu olan Roma (Konstantinopolis) ile Sasani İmparatorlukları ve bu küresel güçlerle zaman zaman ittifak ilişkileri içinde bulunan Habeş ve Yemen krallıkları gibi daha küçük ölçekteki aktörlerin politik manevralarını yakından takip eden bir Mekke şehir örgütlenmesi ile karşı karşıyayız.[4] Yemen Ebrehesi’nin (İ.S.) 560’ların sonunda büyük bir fil ordusu ile Mekke üzerine yürüyüp Kâbe’yi yıkmaya teşebbüs etmesi de Mekke’nin yukarıda bahsettiğimiz bölgesel çekim gücünün giderek artmasından bağımsız değildir. Muhammed’in (s.a.s.) doğumundan hemen öncesine rastlayan ve Fil Vak’ası olarak tarihe geçen Ebrehe’nin Mekke seferinin hiç beklenmedik bir biçimde başarısız olması kuşkusuz Mekke’nin ve bölgenin prestijini daha da arttıracaktı.
Şu noktanın altının dünya-tarihsel perspektiften önemle çizilmesi gerekir ki Atina –ve onun karşı sahilindeki İyonya kıyılarındaki Milet, Efes gibi muadilleri– İ.Ö. 7.-6. yüzyıllardan itibaren bir büyük düşünce-yaşam ve yorum geleneği açısından nasıl evrensel bir konumu haiz ise Mekke de –Kudüs ile birlikte– bir başka evrenselliğin eksen şehirleriydiler. Bu ikinci gelenek binlerce yıldır İran-Sami kuşağını ve ötesini biçimlendirmiş olan, geniş halk kitlelerine cevap verebilen, eşitlikçi monoteist İbrahimi evrensellik anlayışına dayanıyordu. Roma İmparatoru Augustus ve İsa Mesih’ten Muhammed’e (s.a.s.), oradan İbn Sina ve Gazzali’ye uzanan Birinci Binyıl boyunca bu iki büyük yaşam geleneği hem kendi içlerinde hem de karşılıklı olarak defalarca yorumlanacak, yenilenecek, harmanlanacaktı. Nihayet belirtilmelidir ki bu ikisini birbirinin alternatifi veya zıddı olarak görmek tarihsel açıdan mümkün değildir. Bu konuya dünya tarihinin bütünlüğü içinde entelektüel tarihin önemini tartışırken tekrar döneceğiz.
Bir Dünya Tarihi Olarak İslam Tarihi yazımında en önemli anlardan biri İlk Vahyin (ya da dünya-tarihsel olarak son Vahyin) yeryüzünde kabul edilmesi/karşılanması (reception and recognition) ve bu anın gerek Nebi/Elçi gerekse daha sonraki süreçte inananlar topluluğu üzerinde yaratacağı kozmik etki ile bu etkinin meydana getireceği evrensel nitelikteki sonuçlardır. İlk anda gerçekleşen bu harekete kurucu/yaratıcı eylem diyebiliriz. Gerçekte, Garth Fowden’in Muhammed’den Önce ve Sonra’sında (2014) haklı olarak öne sürdüğü gibi, İslam’ın ve Peygamberinin Mekke-merkezli Vahiy süreci ile bu sürecin hızlı ve öngörülmedik bölgesel/Ökümenik etkileri kelimenin tam manasıyla “devrimsel” idi. Başından beri İslam, bir yandan Kutsal Söz’e muhatap olan bireyin kendi iç dünyasında muazzam bir “inkılab”ı hedeflerken diğer yandan aynı bireyleri toplumsal bazda sorumluluk ahlakı doğrultusunda daha geniş bir dönüşümün failleri olmaya teşvik etmiştir. Marshall Hodgson’a göre (İslam’ın Serüveni, Chicago, 1974) bu kişisel sorumluluk bilinci ve ondan doğan ahlaklı eylem (moral act) ilk kuşaklardan itibaren modern zamanlara değin Müslümanlar topluluğunun tarihi biçimlendirmesinin ardında yatan birincil etkenlerdendi.
Birinci Binyıl’ın 7. yüzyılının ilk çeyreğinde yeryüzüne göklerden bakabilseydik Romalılar ve Sasaniler arasında iki tarafı da sonunda tüketecek olan Ökümenik iktidar savaşı süregiderken aynı zaman diliminde Mekke-Medine merkezinde yaşananların, bu iki güce çok yakın bir zamanda varis olacak üçüncü bir evrensel topluluğun doğmakta oluşuna işaret ettiğini herhalde anlayamayabilirdik. Tarih zaten bu türden sürprizlerle doludur. Ne var ki bunların çoğu da tesadüflerle açıklanamayacak kadar karmaşık, iç içe geçmiş ve bilinçli-çoğul eylemler ağının içinden çıkarlar. Geniş Müslümanlar topluluğu –belki de tarihin derinliklerinden gelen bir tek-tanrıcı sağduyuyla ya da sezgi ile– Vahiy/Nübüvvet sonrası dönemin de oldukça önemli olduğunun farkına varmakta gecikmediler. Bunu Kutsal Söz’ün veya Evrensel Hakikat’in onlara yüklediği ağır da olsa kaçamayacakları bir tarihsel sorumluluk olduğunu düşünmüş olmalıydılar. Müslümanların Serüveni’nin bundan sonraki hikâyesine önümüzdeki yazıda devam etmeyi planlıyorum.
[1] Burada Garth Fowden’in yeni bir dönemselleştirme olarak önerdiği “Augustus ve İsa Mesih’ten İbn Sina’ya kadar” uzanan tinsel ve entelektüel gelişmeleri merkeze alan bütüncül bir tarihsel çağa atıf yapıyorum; bkz. Fowden, Muhammed’den Önce ve Sonra…, özellikle 3. bölüm.
[2] İslamoğlu, Dünya Tarihi ve Siyaset, s. 55 (alıntı metindeki vurgular bana aittir).
[3] Burada Marshall Hodgson’ın şaheseri İslam’ın Serüveni’nde (The Venture of Islam, 3 cilt, 1974, Chicago) sunulan genel çerçeveden esinlendim. Şu kadar ki Hodgson orada Oikoumene’yi beş değil, dört çekirdek bölgeye bölmekteydi (I. Cilt).
[4] Bu dönem hakkında daha detaylı bir araştırma için bkz. Isabel Toral-Niehoff, “Emperyal Çekişmeler ve Araplar: İslam’ın Arifesinde Geç Antik Dünya,” Wiley Blackwell İslam Tarihi içinde (eds. Armando Salvatore, Roberto Tottoli ve Babak Rahimi), çev. İsmail Hakkı Yılmaz, Vakıfbank Kültür Yayınları, 2022 [2018], ss. 51-72.