Yüzyılın İtirafları
Cannes Film Festivali’nde de gösterilen ve asıl adının tam çevirisi Savaşın Sisi olan, Erol Morris imzalı The Fog of War, bu adı “savaşın arkasındaki gerçekleri ortaya çıkarmaktaki zorluk” anlamına gelen bir Amerikan deyiminden almaktadır. Ülkemiz sinemalarında Yüzyılın İtirafları adıyla gösterilen belgeselde, Philip Glass’ın orijinal müziği eşliğinde, şiar edindiği ilkelerle 20. yüzyılın sahte zaferlerini değerlendiren Robert McNamara’yı izliyoruz. Kimileri tarafından Vietnam Savaşı’nın şahini, kimilerine göre ise katili olarak nitelendirilen McNamara, 1916 doğumlu, Harvard’da eğitim görmüş ve kırk küsur yaşında Ford şirketine genel müdür olarak atanmış parlak bir kimseyken, sadece altı ay sonra Kennedy’den bakanlık önerisi alır. Maaşı onda birine inecek ve yeni atlattığı maddî sorunlar yeniden başlayacaktır ama görevi kabul eder. Kennedy’den sonra Johnson’ın da savunma bakanlığını yaparak, Domuzlar Körfezi Krizi ve Vietnam Savaşında aktif rol oynar. Anılarını topladığı birkaç kitabın yanı sıra bu belgeselde de kamera karşısına geçip yaşamındaki sancılı dönemi, yapılan hataları, “Öyle değil de şöyle öldürsek daha iyi olurdu” kabilinden teknik ayrıntıları(!) dillendirir ve bunca yıllık hayatı boyunca öğrenmiş olduğu on bir dersi bizlerle paylaşır. ABD denen dev gücün, savaşı çocuk oyuncağı gibi addederek, kitleleri nasıl ölüme yolladığını ve kendi ulusunu kurtarmak için diğer ulusları nasıl feda edebildiğini ortaya koyması hasebiyle büyük yankı uyandıran Yüzyılın İtirafları, 2004 yılında “En İyi Belgesel” dalında bir de Oscar heykelciğiyle taçlandırılır. Düsturlarından biri “Kendine sorulanı değil, sorulmasını istediği soruyu cevaplamak” olan McNamara’nın, duymamızı istediği şeyleri anlattığı ihtimali gözönünde bulundurulursa, ömrünün bu son deminde itiraf ettiklerinin üzüntüsünü taşıyor olduğuna dair tavrı pek inandırıcı değil. Öyle ki, yaveri General Curtis Lemay’in gereksiz bombardımanlarıyla, İkinci Dünya Savaşı’nda, Tokyo’da -bir gecede- 100.000 sivilin öldürülmesinden bahsettikten sonra, Ford’da çalıştığı yıllarda insanların hayatını kurtaran bir buluş olan emniyet kemerini icat ettiğini gururla söylemesi oldukça manidar. Üstelik emniyet kemerini icat etmekteki amacı, insan hayatını önemsemekten çok “kemersiz araba” satışlarının gerçekleşen kazalar sebebiyle düştüğü gerçeğine dayanınca her şey biraz daha belirgin hale geliyor. Böylece tekrar bize verdiği derslerin ilkine dönüyoruz: “Düşmanınla empati kur.” “Bu devlete ne lazımsa ben getiririm ama sisteme halel getirtmem, muhalefet yapılacaksa onu da ben kontrol ederim!” alt metnine sahip bir buyruktan kurtulamayan “Amerikan eleştirisi”, belgeselde bu anlayışın bir başka çeşidiyle karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda, Schopenhauer’un konformist ve zevkine düşkün bir yaşam sürdüğü halde, “Dilenciye verilen sadakanın onun çileli yaşamını uzattığını” ileri süren anlayışındaki çelişkiyi barındıran ABD sisteminin, “Öldürüyorum, yok ediyorum” yerine “Özgürleştiriyorum, yeniden yapılandırıyorum” kılıfına büründürdüğü günahları da, aslında sadece gösterişten ibaret. “Amerika’nın iç yüzü, gizli yönleri, korkunç gerçekler, önemli kayıtlar, bilinmeyenler… Daha önce hiç duymadınız, görmediniz” masalını, temcit pilavı yanında bir garnitür olarak sunmak isteyenlere karşın, yapıtın Errol Morris’e ait olması umut verici. Belgeselci ve araştırmacı kimliğinin yanı sıra, kaliteli görüntüler sunan, sinema duygusu güçlü tarafını da görmezden gelemediğimiz Morris, McNamara anlatırken ortaya çıkan tablonun yenilir yutulur cinsten olmadığının farkında olmakla beraber yönetmenlik anlamında kimi zaman yüzeysel bir yaklaşım takip ediyor. Ve asgarî müdahalesi McNamara’yı konuşturmak ve eleştiriyi izleyiciye bırakmak şeklinde vuku buluyor. Sorulması GerekenlerYüzyılın İtirafları’nın (kimilerince iddia edildiği gibi) Amerika’nın dersini çalışmadığını ve hatalarından ders almadığını açıklayan bir itiraf, cesurca yapılmış bir özeleştiri ve kendine hesap sorduğu bir film olduğu yorumu doğru kabul edilebilir mi? Doğru olsa bile, bu durum Amerika’nın işlediği suçlardan ötürü yargılanmaması utancını, bilakis önünde boyun eğilen, “hazır ol”da beklenen büyük bir güç olduğu zannını değiştiriyor mu? Sisteme hizmet edip özenti duymaktan, Amerikan rüyaları görmekten, Sam Amcanın elimizden tutacağı günlerin hayalini kurmaktan vazgeçebiliyor muyuz? Tarihin tozlu raflarından indirilip, daha önce gün yüzüne çıkmadığı ileri sürülen bilgiler, belgeler, ses kayıtları, zaten bilinen gerçeklerden ne kadar farklı? İzliyoruz, hayret ediyoruz, aydınlanıyoruz, gerçekleri görüyoruz, Amerika’yı lanetliyoruz, peki ya elli yıl sonra, bir başka savunma bakanı da bizden mi özür dileyecek? Tüm bu sorular üzerine düşünüldüğünde bir kez daha fark edilecektir ki, Morris’in çabasının hakkını vermekle beraber, belgeselden öğrendiğimiz şey; birileri at gözlüğünü çıkarmamakta ve zaten ortada olanı görmemekte dirense de, tarihin sürekli tekerrür ettiği ve zurnanın zırt demekten yorulduğudur. “İtiraf ediyoruz, yaptık, hatalıydık, yanıldık” söylemi, kaybedilen insanları geri getirmemekle beraber hep haklı olduğuna inanan -ve bizim de buna inanmamızı isteyen- Amerika tarafından önce ezilmeye, sonra da karşısına geçilip itiraf dinlemeye mahkûm halklar olduğumuz düşüncesini dayatmak için kullanılan öncelikli araçtır. İktidar, tebaasının korkusundan beslenmekte, bu korku ve acziyeti kendi çıkarına (en büyük güç olduğunu ispata) hizmet eder hale dönüştürmektedir. Bu bağlamda, onlar gibi bir güce sahip olmayı bekleyip heybemizde nükleer bombalar, savaş başlıkları biriktirmek yahut gerillalığa soyunup onların düştüğü hataya düşerek aramızdaki tavır farkını ortadan kaldırmak yerine, toplum olarak mümkün değilse bile, birey olarak, tek başına, engeller karşısında ve hayat içerisinde değerlerimize sahip çıkmak ve sağlam bir duruş sergileyebilmek gerekmektedir. Mühim olan, onların sorularına cevap aramaya çalışmak yerine kendi sorumuzu sorabilmek ve yaşamımızla bu soruya cevap biçebilmeyi gaye edinmektir.