Osmanlıların Modern Bilim Algısı: Erzurumlu İbrahim Hakkı ve “Marifetnâme”si

Paylaş:

Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin Tez sunumları kapsamında hazırladığı toplantıların Mayıs ayındaki konuğu Boğaziçi Üniversitesi araştırma görevlilerinden Ayşe Tek Başaran idi. Başaran “Erzurumlu İbrahim Hakkı’s Ma’rifetnâme (1757): A Case Study in the Ottoman Reception of Modern Science (Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetnamesi (1757): Modern Bilimin Osmanlı’da Algılanışına Dair Bir Örnek Çalışma)” başlığını taşıyan yüksek lisans tezi çerçevesinde İbrahim Hakkı ve Osmanlı bilim tarihine katkısı üzerine bir sunum yaptı.Kendi çalışmasına geçmeden önce, bugüne kadar İbrahim Hakkı üzerine yapılan çalışmaların onun tasavvufî ve mistik yönü üzerinde yoğunlaştığını, aklî ve ilmî yönünü inceleyen çalışmaların nispeten daha az olduğunu vurgulayan Başaran, kendi çalışmasının temel amacını, İbrahim Hakkı’yı daha sağlam ve sağlıklı bir sosyo-entelektüel zemine oturtmak ve eserinin, değeri ihmal edilmiş astronomi ilmi üzerine daha detaylı kafa yormak olarak açıklamaktadır. Bunu, revizyonist tarih anlayışının yanı sıra mikrotarihçilik ve bölgesel analizler ışığında ele almaya çalışır.Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, Osmanlı bilim geleneği Avrupa’daki bilimsel gelişme süreci kapsamında değerlendirilmektedir. Buna göre, Batı Avrupa’da modern bilimin takip ettiği sürecin hiçbir şekilde tek çizgide ilerlemediği, tek bir kaynaktan beslenmediği ve erken modern diye tabir edilen 16. ve 17. yüzyıllarda inanç büyü ve rasyonalitenin içi içe geçtiği son derece eklektik bir ortam oluşturduğu görülür. Yani modern bilimin hemen/anında hâkim olduğu bir çerçeve yerine, çok daha yavaş bir seyirle yerleşen, çok farklı oyuncuların bir şeyler kattığı bir süreç düşünülmelidir. Modern bilim işte bu karmaşık süreç sonucunda Batı’da üretilmiş ve daha sonra diğer medeniyetleri etkilemiştir. Bu etkilenme sürecine muhatap olan Çin, Japonya ve Osmanlı örneklerinde modern bilim daha öncesinden var olan geleneksel bilim anlayışıyla yüzleşmiştir. Kimin, hangi politik ve entelektüel amaçla onu ihraç ettiğine bağlı olarak, hızlı veya yavaş biçimde topluma entegre olmuştur. Osmanlı’nın bilim geleneği kökenleri itibariyle batıyla aynı kaynaklardan (Antik Yunan) beslendiği için diğer iki örneğe nispetle modern bilime daha rahat entegre olduğu görülmektedir. Bilimin oluşumunda katkıda bulunan aktörler tıpkı batıdaki gibi heterojendir. Osmanlı ilim geleneği aklî ilimlerle dinî ilimlerin birlikteliklerinden meydana gelen bir harmoniden oluşur. Aklî ilimlere, dinî kaygılara cevap verdikleri ölçüde değer verilir.Pek çok tarih otoritesi, İslâm’da aklî ilim geleneğinin Gazali’nin muhalefeti neticesinde son bulduğunu ileri sürmektedirler. Oysa bu geleneğin tartışılmaz bir parçası olan Osmanlı’da görülen ilmî dinamizm, bu genel kanıyı yalanlayacak niteliktedir. Nitekim Niyazi Berkes ve Bernard Lewis’in gerileme iddialarının aksine, 18. yüzyılda Osmanlı ilim adamlarının özellikle astronomide, diğer yüzyıllara nazaran daha fazla kitap üretmesi, bu ilim adamlarının kendi kitaplarında aklî ilimlere dayanan eserlere daha fazla göndermeler yapması bu dinamizmin en açık göstergesidir.Çalışmanın ikinci kısmı, birinci kısımda bahsedilen modern bilimin Osmanlı’ya giriş sürecinin bir mikro tahlili olarak Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın hayatında bilime bakışını etkileyen olay, süreç ve kurumların rolüne bakar. İbrahim Hakkı’nın ilmî duruşunun genel Osmanlı ilim geleneğinde nereye oturduğu, İbrahim Hakkı’nın tipik bir Osmanlı taşra entelektüeli olup olmadığı bu bölümün cevap aradığı temel sorulardır. Ayşe Tek Başaran, bu bölümün önemli bir kısmında İbrahim Hakkı’nın kendi eliyle kaleme aldığı, orijinal mektuplardan, ailesinin hazırladığı biyografisinden ve Marifetname’de bulunan kısa biyografisinden yararlanarak, 1703 yılında Hasankale’de başlayan ve 1780’de Tillo’da son bulan hayat hikâyesini anlatır. Erzurum’un dönemin doğuya açılan bir ticarî merkez olduğunu gösterir verilere dayanarak, İbrahim Hakkı’nın klasik bir taşra âlimi olmadığı sonucuna ulaşır. Başaran son olarak, hem aklî ilimleri hem de tasavvufu işleyip onun kadar popüler olan ve merkez dışından gelen bir ilim adamına az rastlandığını vurgulayarak İbrahim Hakkı’nın bu yönleriyle atipik bir örnek teşkil ettiğini belirtmektedir. Çalışmanın son bölümü İbrahim Hakkı’nın en önemli eseri olan Marifetname’ye ayrılmıştır. Eserin başlığı olan Marifetname’nin kaynağının marifet, yani evrenin işaretlerini okuyabilme, gayb âleminin bir kısmını ifşa edebilme, anlamından düşünüldüğünde eserin yazılma amacı anlaşılabilir. Buna göre İbrahim Hakkı’nın eseri yazmadaki amacı evrenin işaretlerini ve sırlarını insana bildirip, onların da Allah’ın büyüklüğünü daha iyi tasavvur edebilmelerini sağlayabilir hâle getirmektir. Eserin Türkçe olarak kaleme alınması geniş kitlelere hitap etmek iddiasında olduğunu gösterir.İbrahim Hakkı da özellikle astronomi ilminde -diğer âlimlerde de görüldüğü gibi- pek çok farklı nitelikli kaynaklardan beslenmiştir. Ona göre ilimde esas olan Allah’ın varlığı ve evrenin her detayına kadar onun tarafından yaratıldığının bilinmesidir. Dolaysıyla aklî ilimlerin hiçbir şekilde dinî ilimlerle çelişmeyeceğini düşünür. Bu yönüyle bakıldığında Astronomi alanında birbirine tezat teşkil eden Batlamyus ve Kopernik teorilerinin (en basit anlamda ilki dünyayı evrenin merkezinde görürken, ikincisi dünyayı merkeze oturtur) ikisine de değer atfetmesini, bir çelişki olarak görmemek lazımdır. İbrahim Hakkı’ya göre bunlar Allah’ın yarattıklarının ne kadar farklı olarak okunabileceğini ve zenginliğinin de o derece fark edilebilineceğini gösterir. Her iki teori de Allah’ın yüceliğini gösterir birer araç olarak görülebildiği derece değerlidir. Başaran çalışmasının sonunda, bu paralelde daha geniş bir değer sitemine hitap eden eserin, yine aynı sebepten bu derece popüler olduğu sonucuna varır.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir