Hece Dergisi
Belirli aralıklarla düzenlediğimiz Sohbet programına Türkiye araştırmaları bünyesinde değerlendirilebilecek, Türkiye üzerine yayın yapan dergi ve yayınevlerimizi misafir ederek devam ediyoruz. Türkiye’ye dair yayıncılık yapmanın problemlerini, bugününü ve geleceğini tartışmayı amaçladığımız söz konusu programımızda ilk konuğumuz Hece Dergisi Yazı İşleri Müdürü, öykü yazarı İbrahim Çelik ile derginin serüveni, yayın politikası, içeriği ve geleceği üzerine konuştuk.Sözlerine, edebiyatı Nuri Pakdil’le tanıdığını dile getirerek başlayan Çelik, yazıyı hiçbir zaman halihazırdaki edebiyat anlayışıyla ele almadığını, Hece’de de bu anlayıştan uzak durduğunu vurguladı. Ona göre yazı Müslüman bir bireyin amellerinden birisi olarak telakki edilmelidir.Yazı serüvenini anlatmaya devam eden Çelik, 1996 yılının Haziran ayında birinci ayağı aylık edebiyat dergisi, ikinci ayağı 2-3 aylık bir düşünce dergisi, diğer ayakları, bir öykü dergisi, bir Hece Kültür Evi, bir de kitapevi olan bir proje hazırlığına başladıklarını söyledi. Bu çerçevede, 1997 yılının Ocak ayında Hece, bir edebiyat dergisi olarak birinci sayısıyla yayın hayatına başlamış, 2003 yılında Hece Öykü dergisi çıkmış ve 1998 yılında da Hece Yayınları yayın hayatına başlamış ve bugün itibarıyla 200. kitabını yayınlamıştır.Yazarlardan beklentileriyle, edebiyattan beklentilerinin birebir örtüştüğünü; yani bir edebî eserin gerek doğuş anında gerekse toplumsal planda tekabül ettiği seviyenin yakalanmasını beklediklerini ifade eden Çelik, Hece’nin on bir yıllık serüveni içerisinde, farklı insanları, farklı düşüncedeki Müslümanları hatta Müslüman olmayanları Türkçe başlığı altında yapılan edebiyat ortak paydasında bir arada tutmaya gayret ettiğini anlattı.Hiçbir toplumun tümüyle birikimine yaslanmadan özgün şeyler ortaya koyamayacağına dikkat çeken Çelik, İslâm öncesi ve sonrası Türk şiirinin imkânlarını bilmeden ne yeni şiirler, ne de yeni öyküler yazılabileceğini ileri sürdü. Ona göre, manzum ve mensur halk hikâyeleri Türk öykücülüğünün köşe taşlarından birisidir. Bunları özümsemeden, dil, estetik, duyarlık özelliklerini kavramadan kendi kültür kodlarımız yeniden yazılamaz. Hece dergisi yedi özel sayısında, böyle bir perspektiften bakarak Türk edebiyatının tüm birikimini bugüne taşımaya, bugünün gençliğinin önüne koymaya çalışmıştır.Hece dergisinde bir yazının yayınlanma süreci ve kıstaslarından bahseden konuşmasının devamında, varoluşa dair perspektiflere değinen Çelik, hayata kabaca toplam üç yerden bakılabileceğini, bir insanın bunlardan biri yahut birkaçını tercih edebileceğini ifade etti. Bu bakış açılarını, (1) din, (2) felsefe-düşünce ve (3) sanat-edebiyat olarak tespit ettikten sonra bir Müslümanın, hayatı bu üç pencerenin üçünden birden bakarak kavraması gerektiğini söyledi. Sonra bu bakış açılarına siyasetin de dahil edilmesi gerektiğini, çünkü İslâm dininin hayatı böyle bir bütünlük çerçevesinde kavramayı gerektirdiğini belirtti.Çelik, bugün Mevlid gibi, halk hikâyeleri gibi eserlerin kendilerinden beslenmek üzere okunmasının elzem olduğunu ifade ederek Divan edebiyatındaki Mesnevi’yi bilmeden roman yazılabilmesinin mümkün olmadığını dile getirdi. Çelik’e göre, bu eserler okuyucuya bir dil zevki kazandırmakta, natıkasının oluşmasında büyük önem taşımaktadır. Çeviri eserler üzerinden gelişen bir edebiyat estetiği ve natıka donanımı hiçbir zaman yerli olamayacaktır. Bu sebeple, bugün genç öykücülerin yazdıkları hikâyelerdeki kahramanlar, yabancı hikâyelerden kaçmış, kaçtığı için de yalınkat, sığ kahramanlardır. Bu genç sanatçılar önce geleneğin edebiyat eserlerini okuyup sonra Kafka’yı, Balzac’ı okurlarsa, öykülerindeki kahramanlar kaçkın kahramanlar olmaktan kurtulacaklardır.Öte taraftan, bizim kahramanlarımız Kafka’nın kahramanları gibi bunalmayacak, bunalsa bile o bunaltı bize özgü olacaktır. Bizim insanımızın karamsarlığı Camus’nün kahramanlarının karamsarlığından da farklı olacaktır.Son olarak kendi kavramsal çerçevesine değinen Çelik, yerliliği savunduklarını ama evrensel bir sanat-edebiyat ve düşünce-kültür ufkuna sahip olduklarını vurgulayarak, bu evrenselliğin son derece yerli olması gerektiğinin altını çizdi. Yerli kavramını coğrafî anlamda kullanmadığını, inanç ve kültür değerlerimiz açısından yerliliği vurguladığını ifade ederek, yerliliğin ve geleneğin bu topraklardaki karşılığının doğrudan din olduğuna dikkat çekti. Kendisinin yerli sözcüğünü kullanırken dinî demek istediğini, geleneksel diyorsa vahyî olanı kastettiğini, fakat ufuklarının sonuna kadar evrensel olduğunu vurguladı ve bu çerçevede dünyanın tüm birikiminden yararlanmak ve o birikimin hepsini özümsemek durumunda olduğumuzu ifade etti.