Türkiye’de Medya ve Milliyetçilik: Kurgu ve Gerçeklik
Küresel Araştırmalar Merkezi Tercüman-ı Ahval Nisan ayı toplantısı çerçevesinde Boğaziçi Sosyoloji bölümünden Zeynep Feyza Akınerdem, ülkemizde son yıllarda artış gösteren dizi film furyasını mercek altına alarak, dizi filimler üzerinden kurgulanan gerçeklikleri sorguladığı “Türkiye’de Medya ve Milliyetçilik: Kurgu ve Gerçeklik” başlıklı çalışmasını sundu ve görüş alışverişinde bulundu.Kültürel alan içinde medya metinleri, nasıl kurulur ve nasıl okunur? Bu metinler ile izleyicinin ya da okurun ilişkisi nasıl yorumlanabilir? Bu ilişki, hem metinleri okuyan-yazan arasındaki bir güç ilişkisi, hem de metinde yer alan çeşitli güç ilişkileri açısından analiz edilirse, bu analizden milliyetçilik açısından ne tür bir ilişki ortaya çıkarılabilir? Milliyetçiliğin, teorik olarak Türkiye bağlamında kısa bir tanımından sonra bu ve benzeri sorulara cevap arayan Akınderdem tezini kısaca şu şekilde temellendirmiştir:Benedict Anderson’un, milleti Hayalî Cemaatler olarak tanımlaması, milliyetçiliğin kültürel boyutuna vurgu yapması, kavramsal çerçevede milliyetçiliğe yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Anderson’a göre milliyetçi söylemi oluşturan anlamlar, pre-kapitalizm dediği basın yoluyla gerçekleşiyordu. Ortak bir dil ve bakış açısı içeren yayınlar, hedef kitlesine, kendisini bir cemaat olarak tahayyül etme imkânı veriyordu. Bu tanımıyla millet, bir içerme yoluyla kuruluyordu. Bu açıdan bakıldığında, milliyetçiliğin kültürel boyutuna bir içerme pratiği olarak dikkat çekerken, bu içermenin aynı zamanda dışarıda bırakma yönü olan bir iktidar aracı olduğu meselesine pek vurgu yapmamıştı. Hindistanlı sosyal bilimci Partha Chatterjee, bu eksikliği, “Kimin Hayalî Cemaati?” başlığıyla Anderson’u eleştirdiği makalesinde vurgulamıştı. Sömürge sonrası toplumların milliyetçilik kurgularının Batı toplumlarında kurulmuş bilim ve gelişme söylemlerinden gelmesi Chatterjee’ya göre Batı’nın iktidar alanına yerleştirmekteydi. Diğer bir deyişle milliyetçilikler arasındaki ana fark, sömürgeci-sömürge farkına dayanıyordu. Sömürge milliyetçiliğinin ana sorunu sömürgeciden farkın nerede ve nasıl kurulacağı idi. Böylece Anderson, milliyetçiliği kültürel düzlemde ele alınması gereken bir söylem parçası olarak kurarken, Chatterjee, milliyetçi söyleme ilişkin kültür-iktidar bağlantısını vurgulamıştı.“Sömürge sonrası toplumlarda sömürgeci-sömürge arasındaki güç ilişkisi içerisinde milletin özünün nasıl kurulacağı meselesini Türkiye bağlamında nasıl düşünebiliriz?” sorusuyla devam eden Akınerdem, Türk milliyetçiliğinin en önemli mitlerinden olan; “hiçbir zaman kolonileşmemiş bir millet olma hali”ni yeniden değerlendirerek bir anlamda bunu yapı bozumuna uğratmıştır.Buna göre, kolonileşme, dünyanın belli bölgelerinin emperyalist güçler tarafından doğrudan yönetilmesi durumundan ziyade, 15. yüzyıl sonrası Avrupa ve Batılı modernitenin öteki yüzünü oluşturan yayılma, araştırma, fethetme, galip gelme, kolonizasyon ve emperyalist hegemonya süreçleri olarak tanımlanabilir. Bu süreçler kültürel süreçlerden bağımsız değildir. Bu kolonizasyon sürecini toplumların bağımsızlaşma süreçleri takip eder. Kolonileşme sürecinde bir dizi modernizasyon sürecine maruz kalan toplumlar, kendi millî elitlerini bu süreçte üretmişlerdir. Chatterjee, bu elitleri sınıfsal bir tanımlamaya sokar. Buna göre, post-kolonyal sınıf, gerçek manasıyla ortada kalmıştır. Modern Batı’nın geride bıraktığı modernitenin nimetleri diyebileceğimiz arzu nesnelerini muhafaza ederken, bir yandan da ulus devletin sınırları ile örtüşecek olan milletin öz kültürünü kurma misyonunu orta sınıflar üstlenmişlerdir; yani kolonileşme sonrası toplumlar kendi modernist deneyimini Batı’ya referansla tanımlayıp ölçeklendirirken bir yandan da kendi içinde sınıfsal olan bir güç ilişkisi içinde kendilerini bir millet olarak tanımlamaya çalışmışlardır. Bu açıdan Türkiye resmî bir kolonileşme süreci yaşamadan kendi millî elitlerini üretmiş ve bu elitler vasıtasıyla öznelliğini Batı’ya referansla tahayyül eden bir post-kolonyal toplum haline gelmiştir. Hiçbir zaman tam olarak içimizde idareci veya yönetici olarak yer almamış olan Batı, 19. yüzyıldan beri hem tehdit hem de arzu nesnesi olarak bir hayalet gibi aramızda yer almıştır. Bu açıdan Türkiye’nin modernleşme sürecini, bir arzu ve korku ilişkisi/çelişkisi çerçevesinde irdeleyen konuşmacı, arzular denilen paketin içine, Cumhuriyet’in sınıfsız-imtiyazsız toplum arzusu, eşitlik, özgürlük, refah, temiz sokaklar gibi kavramları koyarken diğer tarafa ise değerleri kaybetme korkusunu koymuştur. Türkiye’de toplumsal alanda yaşanan bu kazanma arzusu ve kaybetme korkusu, çözümü imkânsız trajik problemlere sebebiyet vermektedir.Modernitenin arzularımızı gerçekleştirip geçekleştiremeyeceği bir yana, bu arzular-korkular kültürel olarak modernleşme sürecinin bir parçası olarak kodlanmıştır. Tanzimat romanlarından günümüz televizyon dizilerine kadar bu ikilik çeşitli kültürel formlara konu olmuştur. Örneğin milliyetçilik, Türkiye’de modernliğin hem gereği hem de ürettiği korkuların önemli bir kaynağı haline gelmiştir. Bu korku, milletin bir yandan değerlerini yitirme korkusu bir yandan da uzaklaşılmak istenilen geçmişe dönme korkusu, yani devlet elden gidiyor-irtica korkusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu temel korkuları besleyen, süreklilik kazandıran en temel araç ise medya olmuştur.Bu bağlamda “Türkiye’de son dönemde su yüzüne çıkan, daha doğrusu çıkartılan milliyetçilik kavramı, medyanın toplum önüne sunduğu, kazanılan değerleri kaybetme korkusu olarak yorumlanabilir. Sınıfsal olarak halk dediğimiz toplumun önüne çıkartılan, Avrupa Birliği’ne verilen tavizler, Kıbrıs meselesinde AKP’nin geri adım atması ve Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmeler (Güneydoğu elden gidiyor) gibi medyatik tahayyüller korkular bütünü, halkta milliyetçilik duygularının kökleşmesini (negatif anlamda) sağlarken, Trabzon olayları, Hrant Dink cinayeti ve Malatya’da saldırı gibi olaylara sebebiyet vermiştir. Toplumsal kesimin üst sınıflarında ise AKP’nin siyasal başarısı, ‘Cumhuriyet elden gidiyor!’ korkusunu üretmiş ve buna tepki olarak da milliyetçiliğin bir başka adı olan Ulusalcılığın zemin bulmasını sağlamıştır.”