Hatıralarla Yakın Tarih-9: Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik
Yakın tarihimizde Arap halklarına yönelik bakışı şekillendiren Arap ihaneti algısı, kuşkusuz ulus-devlet inşasına hizmet eden bir söyleme dönüşmüştür. Benzer bir süreç sonucu Arap Dünyası da ortak tarihî ve kültürel bağlamı yok saymış ve iki kültür birbirine yabancılaşmıştır. Olayı farklı bir bakış açısından görmemizi sağlayan Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik’te, “Osmanlı’yı arkadan bıçaklayan Araplar” yerine geliştirilen “İslâm’a ihanet eden Türkler” ifadesi ile meşruiyet zemine oturtulmaya çalışılan Arap İsyanı, kitabın sonunda, Arap Dünyası için bir hayal kırıklığı halini alır.Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı cephe almış, topyekûn bir Arap İsyanı iddiası başlı başına tartışmalı bir konudur. Abdullah’ın gözünden bakıldığında, birtakım yerel aşiretlerle işbirliği yapıldığı görülse de, asıl desteğin İngilizlerden geldiği ve gerek isyan öncesinde gerek sonrasında birleşmiş, homojen bir Arap kamuoyu olmadığı açıktır.Kitap, bir hatırat olması itibariyle kronolojik bir sıra izlemesine rağmen, yazarın kendi çıkarları doğrultusunda elediği tarihsel boşluklar vardır. Olayların oturduğu zemini anlamak daha ziyade ikincil okumaları gerektirmektedir. Abdullah’ın kendi askerî ve idarî başarılarına dair yaptığı direk ve dolaylı referanslar anlatıyı süslemektedir.Dört ana bölümden oluşan kitabın ilk iki bölümü isyana ve isyana zemin hazırlayan sürece yoğunlaşırken, son iki bölüm, isyan sonrası Osmanlı’dan kopan ve manda yönetimleri altında birer kukla hale gelen, Şerif Hüseyin ailesinin başını çektiği Arap yönetimlerine ve hayal kırıklıklarına ışık tutar. Bir ihanet-sadakat sarkacı çerçevesinden bakıldığı zaman, kendilerinin “İslâm’ın son büyük sultanı II. Abdülhamid’e” değil, İslâm’a muhalif politikalar izleyen İttihat ve Terakki yönetimine isyan ettiklerini vurgulamaya çalışan Abdullah, bu anlamda yaptıklarının bir ihanet olmadığına işaret etmeye çalışmaktadır. Hâlbuki Osmanlı kaynakları, Şerif Hüseyin’in, en başından itibaren güvenilmez olması sebebiyle görevden uzak tutulmaya çalışıldığına dikkat çeker. İsyan tam bağımsızlıkla sonuçlansaydı böyle bir temize çıkma çabasına girmek zorunda kalmayacak olan Abdullah, Şerif Hüseyin’in halifeliğinin kabul görmemesi ve parçalanan Arap Dünyasıyla buna mecbur kalmıştır.İsyanı meşrulaştırmak için başvurulan gerekçeler arasında Arapların hilafet hakkı; İttihat ve Terakki’nin tetik politikaları ve İslâm’a muhalif davranışları; İslâmî yönetim geleneğinin “Batı ruhuyla işlenmiş zorba bir yönetimle değişmesi”; Türklerin uyguladığı eziyetler ve özellikle Şerif Hüseyin’in şiddetle karşı çıkmasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya tarafında yer alarak Birinci Dünya Savaşı’na girmesi zikredilmektedir. Abdullah ve ailesinin son derece ‘akılsızca’ bulduğu bu seçim sonrası, Hicaz’daki gönüllü askerler Kuzey’deki cephelere sürülecek ve Arap vilayetlerine maddi-manevi yardımlar kesilecektir.Abdullah, İngilizlerle yaptıkları işbirliğini ise, İngilizlerin girişimlerine bağlamaktadır. Lord Kitchener ile Mısır Hidivi aracılığıyla yaptığı görüşmelerin Osmanlı temsilcilerinin izni ile gerçekleştiğini dile getiren Abdullah, İngilizlerin -Osmanlı’nın ilgisizliğinin aksine- Arap sorunlarıyla yakından ilgilenmeleri ve Araplara bağımsızlık sözü vermeleri üzerine onlardan asker, teknisyen, silah ve para aldıklarını ifade etmektedir.1914 yılında baş gösteren isyan sonucu Osmanlılardan ayrılan bölgedeki Araplar Iraklı, Filistinli, Suriyeli olarak yeni kimlikler kazanır. Abdullah’ın anlatımından anlaşıldığı gibi bölgede Avrupa-İstanbul eğitimli eski Osmanlı askerî sınıfından meydana gelen elit çok fazla el değiştirmemiştir. Manda yönetimleri sonucu vuku bulan bölgesel politikalar, Arap Dünyasını, Abdullah’ın en çok korktuğu “her kafanın kendi istediği yere gittiği çok başlı bir vücuda” dönüştürür. Kitabın sonunda zikrettiği “Eğer ben ve beraberimdekiler, ayaklanmanın bu şekilde biteceğini bilseydik hiçbir şekilde devrime karışmazdık” ifadesi ise, yaşanan pişmanlığın boyutlarını ifade etmesi açısından son derece çarpıcıdır. Arapların dağılmışlığından dert yanan Abdullah’ın, bu durumun ana sorumlusu İngilizlere karşı duyduğu hayranlık ise, okuyucunun hayretini tetikler.Abdullah’ın anlatısından hareketle Arap İsyanını değerlendirdiğimizde, şu neticeye ulaşırız: Tarafların birbirine karıştığı bir savaş dönemindeki farklı meşruiyet zeminleri, Araplar arasında farklılaşan tepkiler ve sonuçta öne çıkan insanî pişmanlıklar göz önüne alındığında, hain veya sadık düzleminden yola çıkarak tarafları etiketlemek oldukça indirgeyici bir yaklaşım olacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta -kimin hain, kimin sadık olduğundan çok- değişen dünya düzeni içerisinde kendi çıkarını gözetip bağımsızlık edinmeye çabalayan muhtelif oyuncuların hikâyeleridir.