Kültür Felsefesi Bağlamında Modernite ve Postmodernite
Sanat Araştırmaları ve Medeniyet Araştırmaları Merkezlerinin ortak düzenlediği “Kültür Felsefesi Bağlamında Modernite ve Postmodernite” başlıklı program, bu alanda Türkiye’de en yetkin isimlerden biri olan Profesör İsmail Tunalı’nın katılımıyla Mart ayında yapıldı.Tunalı, sözlerine daha önce birçok üniversitede dersler verdiğini, ama ilk defa akademik çevrenin dışında, böyle bizden, özümüzden insanlarla birlikte olmanın kendisi için büyük bir mutluluk teşkil ettiğini söyleyerek başladı.Modernite ve post-modernitenin kültür yaşamımızda çok tartışılan ve yorumlanan iki kavram olduğunu söyleyen Tunalı, bu kavramların sanat ve estetik kaynaklı olmasına rağmen, etki ve yayılma boyutlarıyla bilimden felsefeye, sanattan endüstriye kadar tüm kültür varlığını çepeçevre sardığını ifade etti. Bu nedenle bu iki kavram üzerine yapılacak çalışmaların kültüre ve tarihî boyuta dayanması gerektiğini vurguladı.Tunalı, öncelikle “Modernite nedir?” sorusunu cevapladı. 12. ve 13. yüzyıllarda geleneksel mimariye (opus-anticus) karşı inşa edilen yapılar, özellikle katedraller için “günümüz yapıları” (opus-modernus) anlamıyla ilk defa kullanılan modern sözcüğü, 20. yüzyıldan itibaren çağı sanatsal, düşünsel, kültürel ve sosyo-politik olarak belirleyen temel bir kategori olmuştur. Modern sözcüğünün bu kadar kuşatıcı olmasındaki en büyük etkenin, aynı çağ içindeki pozitif doğa bilimleri ve bunları yönlendiren akılcı anlayış, yani aydınlanma düşüncesi olduğunu ifade eden Tunalı, bu anlayışın “insan aklı ile dünyaya egemen olmalı” düşüncesini de beraberinde getirdiğini hatırlattı.Çağı belirleyen bu pozitivist ve bilimci yaklaşımın pratikteki sonucunun teknoloji ve büyük endüstri olduğunu; bu iki gücün gelişimiyle birlikte, vaktiyle Rönesans’ın, Newton’un bilim için koyduğu evrensel hedefe ulaşıldığını belirtti. Bu hedefin: “Bilim güçtür. Bilim doğada egemen olmada bir güçtür. Bu güç bir araçlar ve gereçler dünyası yaratır” ifadesi olduğunu söyleyen Tunalı, bu dünyanın akılda temellenen bir dünya olduğuna; bu araçlar ve gereçler sisteminin kendiliğinden bazı sorunları da beraberinde getirdiğine dikkat çekti. Bu sorunların başında yabancılaşmanın geldiğini ve yabancılaşmanın da insanı bilimin ve teknolojinin ortaya koyduğu mekanik bir dünya karşısında kendini kaybolmuş ve yitik hissetmesine sebep olduğunu ifade etti. Böylece aydınlanma çağının başladığına ve bu çağın insanın düşünce ve duyarlığını aklın kalıplarına yerleştirdiğine dikkat çekerek, akla dayalı bu sınırlamanın sadece düşünce yaşamında bilim ve felsefeye değil, aynı zamanda özellikle sanat yaşamına da egemen olduğunu vurguladı.1874’te Paris’te empresyonistlerin açtığı sergiye yapılan ağır eleştirilere karşı Charles Baudelaire’in sergiyi savunurken söylediği “Bu yapıtlar moderndir” savıyla modernite kavramının yeniden literatüre girdiğini belirten Tunalı, empresyonizm, ekspresyonizm, fütürizm ve kübizm ile yola çıkan bu sanatın, non-figüratif ve süpramatizm ile minimalist bir yönde, sanata karşı sanat, anti-arta kadar ilerlediğini ve modern sanat kavramı altında günümüz kültür endüstrisi içindeki yerini aldığını ifade etti. Fakat bu rasyonalist, akla dayalı sanata karşı, zamanla teoride ve uygulamada güçlü bir tavır kendini göstermeye başladığını söyleyerek bu tavrın, tek boyutlu anlayış sebebiyle yitirilen insanın duygu, düşünce, inanç ve hayal gücü gibi tinsel varlık öğeleriyle oluşturulan çoksesli sanat dilini yeniden yaratmak isteyen postmodernite olduğunu ifade etti.Postmodernitenin duyarlık, inanç, hayal gücü ve güdüye sahip bir insan anlayışıyla varlığa yöneldiğini ve bu radikal tavrıyla moderniteye karşı bir tepki ortaya koyduğunu; ama bunu yaparken geleneksel taklitçiliğe geri dönmediğini, kendi şartlarını belirlediğini söyledi.Postmodernitenin de modernite gibi önce mimaride başladığını belirten Tunalı, bu konseptin modernitenin akla dayalı dar kalıplarını aşarak sanatta büyük bir zenginlik getirdiğini ve bu zenginliğin de sanatın çehresini değiştirdiğini belirtti:Modernite tek boyutlulukla sanatı yoksullaştırırken, postmodernite sanata yeni açılımlar getirerek bu tek boyutluluğu aştı ve zenginleştirdi. Sanatta çokseslilik ve özgürlük hâkim olunca, birey yeniden keşfedildi; zira modernitede bireyin zengin, özgür yaratmalarının değil de akıl yasalarının, geometrinin teksesli olarak kurduğu bir dünya söz konusuydu ve bu teksesli dünyada disiplinli, sert bir sistem anlayışıyla birlikte bir evrensellik vardı. Postmodernite bireyi bütün duygu, düşünce, inanç sistemleriyle özgür bir varlık olarak ele aldığı ve bu duyarlıkları, yargıları, yaratımları farklı insanların zengin ürünleri şeklinde ortaya koyduğu için sanatın çehresi değişmiştir. Bu bağlamda, kökten bireyselciliği ifade eden postmodernite çağa özgü iki kavramı da beraberinde getirmiştir: özgürlük ve yenilik.Modernite ve postmodernite akıl ve duyarlığın tarihsel diyalektiği olarak görülmelidir. Bu diyalektik tüm kültür ve toplum hayatını etkileyen güçlü bir çelişkiyi de beraberinde getirmiştir. Postmodernite ile birlikte çağa hâkim özgürlük ve yenilik, sadece bilgi, ahlâk ve sanat düzleminde değil; aynı zamanda sosyo-politik, sosyo-ekonomik, hukuksal düzende ve yaşamda da etkili oldu. Modernite çağının siyasal modelinin ulus-devlet biçimi olduğunu ilan etmişti, postmodernite ise, devlet modelini özgürlükçü demokratik bir devlet şeklinde tanımladı. Modernitenin ahlâka dayanan sistemi ise, yerini, yükselen değerler denilen rant değerlerine bırakmıştır. Bu da zengini çok zengin, fakiri çok fakir toplumlar ortaya çıkarmıştır.Akla dayalı bir kategori olan modernite, insanlığın tüm yaşam alanlarında düzen aradığından, kendisinin olduğu her yerde daima düzen olduğunu vurgularken; özgürlük ve yenilik kavramlarıyla hâkim olan postmodernitede, özgürlük ve yeniliğin bireysel ve sübjektif yaşantılar olduğu vurgulanmış; bu da bir değer septisizmine hatta bir değer anarşisine götürerek toplumsal uyumu ve armoniyi engellemiştir.Son olarak, modernite ve postmodernitenin diyalektik gelişmenin iki temel formu olduğunu ve bu diyalektik gelişmenin üçüncü formunun tarihsel yeni bir çağ olarak gelmesinin, gelişmenin mantığı bakımından zorunlu olduğunu söyleyen Tunalı, sözlerini şöyle tamamladı:Tarihsel diyalektiğin beklenen yeni formunun özgürlükçü ama toplumsal, değerlerin hakça paylaşıldığı, antiemperyalist, bilgi, ahlâk, estetik ve kültür değerleriyle insanın insanca yaşayacağı bir çağ olarak gelmesini bugün, tüm insanlık olarak, umutla beklemekteyiz.