İslâm’ın İstisnailiği Miti: Müslüman Toplumlarda Din ve Siyaset (The Myth of Islamic Exceptionalism: Religion and Politics in Muslim Societies)
Küresel Araştırmalar Merkezi ile Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği “Özel Etkinlik” çerçevesinde Michigan State Üniversitesi Muslim Studies Programı Koordinatörü Prof. Mohammed Ayoob, İslâm’ın istisnailiği miti üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Ayoob, Bush yönetiminin son dönemlerine hâkim olan “Müslüman toplumların takip edebileceği bir model olarak Türkiye” algısının, son yıllarda yerini “İslâm Dünyası ile Batı arasında seçim yapması gereken Türkiye” algısına bıraktığı tespitiyle başladı konuşmasına. Batı’nın Türkiye algısındaki bu kaymanın, İsrail’le ilişkilerin bozulmasıyla ilgisi olmakla beraber, kökeninde “İslâm’ın istisnailiği miti”nin yattığını vurgulayan Ayoob, bu konuda şunları söyledi:Bu mit İslâm’ın özsel olarak demokrasi ve çoğulculuğa karşı olduğunu varsayıyor. Ancak mesela ABD, Evanjelik Hristiyanlığın ciddi anlamda yükselişine; İsrail, devlet kimliğini ırksal-dinî terimlerle tanımlamasına; Hindistan, Gujarat’taki Müslümanlara karşı 2002’de devlet destekli pogrom uygulamasına rağmen hâlâ demokratik ve çoğulcu olabiliyor da sözkonusu İslâm olduğunda durum değişiyor! Demokrasi ve çoğulculuktan sapma olarak düşünülebilecek bütün bu durumlar Hristiyanlık’a, Yahudilik’e ya da Hinduizm’e içkin olarak düşünülmemesine karşılık, sıra Müslümanlığa geldiğinde her şeyin İslâm’a yüklenmesi, İslâm’ın istisnailiği mitinden kaynaklanıyor.Bütün bu analizlerin arkaplanında, demokrasi ve çoğulculuk kaygısından ziyade, Müslüman Dünyanın Batı’nın empoze ettiği düzenin meşruiyetini reddetmesi yatıyor. Hem barış hem de savaş sanatında asırlar boyunca Batı karşısında son derece üstün olan Müslümanlar, Batı sömürgeciliğinden –Afrika ve Asya’nın diğer toplumlarına kıyasla– çok daha fazla rahatsız oldular. Dahası bu durum, diğerlerinden üstün olduğunu varsayan Müslümanlar açısından doğal düzenin tersine çevrilmesi anlamına geliyordu. Bu sebepledir ki Müslüman coğrafyalarda İslâm, sömürgeciliğe direncin bir ideolojisi hâline geldi. 19. yüzyılda Cezayir’de Emir Abdülkadir’in, Sudan’da Mehdi’nin, Somali sahillerinde Muhammed Abdullah el-Hasan’ın ve Kuzey Hindistan’da Şah İsmail Şehîd’in ön-milliyetçi cihad hareketlerinde İslâmî bir terminoloji kullanıldı.İslâm’ın Batı’ya karşı bir direniş ideolojisi olarak kullanımı, 20. yüzyılda da sürdü ve Batı ile İslâm Dünyası arasındaki ilişkinin arkaplanını oluşturdu. Tüm diğer milliyetçi cihad hareketleri Batı karşısında başarısızlığa uğrarken, sadece Anadolu cihadı yani Türk İstiklal Savaşı başarıya ulaştı.Ayoob “Neden Batı’da İslâm’a yönelik muazzam bir korku var?” sorusunu, (i) İslâm’da siyaset ve dinin ayrılamazlığı, (ii) İslâm’ın demokrasiyle bağdaşmazlığı ve (iii) İslâm’ın ulus-aşırıcılığı mitleri çerçevesinde yanıtladı:“İslâm’da siyaset ve dinin ayrılamazlığı miti”nin yaygın kabul görmesi, Hz. Peygamber’in hem dinî hem de dünyevî bir lider olmasının bir model teşkil etmesinden ve Müslümanların bu modelden sapamayacakları düşüncesinden kaynaklandı. Oysa İslâm’ın klâsik döneminde –Arap Hilafeti ve Osmanlı İmparatorluğu–, siyasal ve dinî alanlar arasında Ortaçağ Hristiyanlığından çok daha net bir farklılaşma sözkonusuydu. Ulema ile dünyevî yöneticiler arasında yazılı olmayan bir sözleşme vardı; ulemanın etrafında oluşan kalabalığa siyasal olarak sessizliklerini korumaları tavsiyesinde bulunmalarına karşılık devlet de toplumla ilgili konulara gayet düşük oranda müdahale ediyordu. Bu siyasal sessizlik davranışı, dinî ve dünyevî alanların büyük oranda birbirinden ayrılmasını mümkün kıldı.İslâm’ın yüksek derecede siyasallaşması, Batı ile etkileşimine bir reaksiyon ve aynı zamanda Batı ile etkileşiminin bir ürünü. Avrupa’nın Müslüman Dünyayı sömürgeleştirme süreciyle Müslümanların Müslümanları yönettiği eski paradigma ortadan kalktı ve yabancı siyasî baskıya direnme, dinî bir vazife olarak görülür hâle geldi. Bu gelişmeyle beraber İslâm Dünyasında önsel-reformasyon yaşanmaya başlandı ve beş mezhebin hiçbirini taklit gereğine inanmayan âlimler ortaya çıktı. Bugün İslâmcılık ya da siyasal İslâm dediğimiz olgunun 19. yüzyılda ortaya çıkışı da bu önsel-reformasyonun etkisiyle oldu.“İslâm’ın demokrasi ve plüralizmle bağdaşamazlığı miti”ne gelince, bu mit Kur’an ve hadislerin demokrasi ile bağdaşmadığı varsayımına dayanıyor. Oysa Eski Ahit, Yeni Ahit ya da herhangi bir dinî metinin de hiçbir yerinde bir 19.-20. yüzyıl olgusu olan demokrasiden bahsedilmez, bahsedilmesini beklemek de anlamsız. Diğer taraftan, bugün Müslüman Dünyanın üçte ikisi muhtelif demokratik rejimlere göre yönetiliyor. “Demokrasi açığı” büyük oranda bir Arap olgusu ve bunun kökenleri de İslâm’ın istisnailiğinde değil, Arap toplumlarının kendi bağlamlarında aranmalı.Siyasal İslâm’ın, ulusal sınırları aşan yaygın ve topyekûn bir ağ olduğunu öngören “İslâm’ın ulus-aşırıcılığı miti” de inandırıcılıktan çok uzak. Nitekim Müslüman Dünyada tek bir İslâmî model yok; kendilerini İslâmî yönetim modeli olarak sunan İran ve Suudi Arabistan kadar birbirinden farklı iki siyasal sisteme rastlamak zor. İslâmî hareketler ise çok daha büyük farklılıklar taşıyorlar ve hepsi de kendi bağlamlarının ürünleri. İslâm’ın gerçek yüzü gibi sunulan el-Kaide ve benzeri hareketler de İslâm Dünyasındaki farklı toplumların ve siyasî yapıların kaygılarını temsil etmekten oldukça uzak.