Namık Kemâl’in Edebiyat Eleştirisinde Modernlik ve Öznellik
Namık Kemâl’i nasıl bilirsiniz? İster edebî, ister siyasî kişiliğiyle, Türk edebiyatında Batılılaşma hikâyesinin izini sürerken uğramadan geçemeyeceğimiz duraklardan biridir. Tanzimat Devrinde Batı’ya açılan edebiyatçıların hedeflerinden biri, Divan şiirinin içine düştüğü boşluğu fırsat bilerek eskiye kapıyı bir daha açmamak üzere kapamaktı. Eski şiire ilk darbeyi vuran ise hürriyet, vatan, millet romantizmini başlatan Namık Kemâl’di (1840-1888).Tanzimat Devrinin –genelde içerik açısından da olsa yenilikçiliğin– öncülerinden olan Namık Kemâl’in edebî kişiliği üzerine yapılan akademik çalışmalar tatmin edicilikten uzak ne yazık ki. Eserlerinin ciddi bir kısmının hâlâ Latin harfleriyle basılmadığını, yani günışığına çıkmadığını düşünürsek, Namık Kemâl’in eleştirilerine odaklanan bir çalışma ilgiyi hak ediyor. Sanat Araştırmaları Merkezi’ne doktora teziyle konuk olan İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Fatih Altuğ bu türden saiklerle yola çıkmış.Bugün Türkiye’nin renklerini oluşturan farklı görüşteki insanların sıkça başvurduğu karizmatik bir ismin üzerinde çalışmak iki sorumluluğu devralmak anlamına geliyor Altuğ’a göre: İlkin, Namık Kemâl ve kuşağına neleri borçlu olduğumuz; ikincisi, bu sancılı dönemin fikir adamlarından hangi zaafları devraldığımız sorularının cevabını aramak.Altuğ’un, Namık Kemâl’in bugüne nasıl aktarıldığına dair tespiti şöyle: Yaşadığı devirde “öncü” konumundan dolayı fazlaca göklere çıkarılıyordu, bugün ise edebî değeri tartışmalı eserleri sebebiyle hak ettiğinden daha değersiz bir konuma itilmekte. Burada, kendisinin de tecrübe ettiği gibi, araştırmacıların içine düştüğü, bugünü eskiden daha iyi, daha doğru sanma yanılgısıyla hesaplaşma fırsatı da doğuyor.Namık Kemâl’in eleştiri dili de edebî dilinden farklı değil; öznel, duygusal, öfke ve heyecan dolu. Gençlik yıllarından itibaren yazdığı, çok sayıdaki eleştiri metinlerinde savaş terminolojisini kullanıyor, eserleri acizlik veya iktidar kavramlarıyla değerlendiriyor. Bilhassa sadme yaşadığı devrin edebiyat deneyimini anlatırken Namık Kemâl’in başvurduğu karakteristik kavramlardan biri; vurma, çarpma, darbe gibi anlamlara geliyor. Batılı marifet güneşi bu topraklara ulaşırken bunun “sadme”sine maruz kalan en bariz alan edebiyattı. Her şey yerli yerindeyken bir darbeyle, sarsıntıyla yerle bir oldu; tam bir altüst olma hâli yaşandı. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Eski türler işlevini kaybetti, yeni türler ithal edildi; bu ikisinin bir araya gelmesinden melez türler doğdu. Tanzimat’ın ilk nesline mensup her aydınının darbe sonrası takip edilecek yol haritasına yönelik önerdiği çözüm yolları dikkate değerdir. Altuğ, Namık Kemâl’in önerisini Fransız felsefeci Alain Badiou’nün özne kavramıyla ortaya koyduğu teze benzetiyor. Buna göre “özne olmanın imkânı, o toplumdaki sarsıntıların farkına varmak ve o olayların açtığı imkânlarla özdeşleşmek yoluyla gerçekleşir.” Namık Kemâl de Batılı edebiyat anlayışının yol açtığı travma sonrasında doğan imkânlara sahiplenme çabasında bir özne olarak yeni bir edebiyat kurmaya çalışmaktadır. Türkçedeki edebiyat kavramını da, bugünkü bağlamıyla ilk kez kullanan Namık Kemâl’e borçluyuz. Kavram 17. yüzyıl metinlerinde farklı bir anlamda geçer; ama bütün türleri aynı şemsiye altında toplayan estetik bir kategori olarak kullanılması Batı’dan iki yüzyıl kadar sonraya denk düşüyor.Batı etkisindeki edebiyatın ilk eleştiri metni olma özelliğini taşıyan, 1866’da Tasvir-i Efkâr’da “Lisan-ı Osmaniyenin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhâzatı Şâmildir” başlığıyla yayınlanan makalesinde Namık Kemâl, edebiyatın fonksiyonlarını, iktidarla ilişkisini ele alırken kıyıcı bir dille “sadme öncesi” edebiyatımızı hiçleştiriyor. Eski, ileri-geri kavramları üzerinden eleştiriliyor, çocuksu olmakla suçlanıyor. Altuğ, Namık Kemâl’in eskiye dair bir boşluk üreterek kendi projesine yer açtığını söylüyor, şairin çözüm önerisi ise edebiyatın ıslahından yanadır. Kritik kavramını karşılamak için “tenkit” ve “muâheze” kelimelerini öneriyor, tercihini ikincisinden yana koyuyor. Buna göre tenkit, nesneler arasında hakiki ve sahteyi ayırmaya yarar; muâheze ise bir şeyin kendi hakikatinde bulunan batıl yönünü temizlemek, onu kendi hakikatine döndürmek anlamındadır.Namık Kemâl’in bakışına göre edebiyat evrenseldi ve akıl-hakikat-tabiat esasına göre kurulmuştu; Hint’ten Yunan’a, oradan da Araplara geçerek evrenselliğini sürdürdü. Zamanla bu medeniyetler evrenselliklerini kaybettiler, Batı da bu değeri aldı ve kendinin kıldı. Diğer bir deyişle biz Batı’dan bünyemize yabancı bir unsuru değil, zaten bizim olanı geri alıyoruz. İntibah’ın mukaddimesinde hakikat ile hikâyeyi karşılaştırırken, hakikati çıplak bir genç kıza, hikâyeyi ise güzel giyinmiş koca karıya benzetiyor. İlki doğallığı sebebiyle çirkin gelirken, diğeri allanıp pullanmış bir çirkinliktir. Kadın-elbise-örtünme metaforlarına sıkça başvuran Namık Kemâl’in gözünden bakınca edebiyat eyleminin temelinde de yer alan budur aslında; çıplak gerçekten hoşlanılmaz, sahtenin göz boyayıcılığına aldanılır.Fatih Altuğ, Namık Kemâl’in Fars edebiyatı ve Divan şiirinden, güzel giydirilmiş bir ceset metaforuyla veya pisliğin kaynağı olarak bahsetmesinin Julia Kristeva’nın “zillet” kelimesiyle karşılayabileceğimiz abject kavramıyla örtüştüğünü dile getiriyor. Kristeva’ya göre her insan yüce ve süfli değerlerle yaratılır ama özneye dönüşmesi, süfli tarafını yok saymasıyla mümkün olur. Tanzimat aydınının yeni bir edebiyat üretme sancısı bu çabayla benzeşiyor.Devrinin çoğu aydını gibi Namık Kemâl de bir ikilemin içindeydi. Sade yazmak isterken babasına yazdığı mektupta bile sanat yapmaktan kurtulamamaktan yakınıyordu. Altuğ’un altını çizdiği gibi, hararetli tartışmalarında şiddetle eleştirdikleri, kendinde barındırdığı eğilimlerdi bir yandan da. Beşir Fuat gibi kendisinden daha radikal kalemler ortaya çıkınca, Namık Kemâl’i eski şiir ve Fars edebiyatına karşı daha insaflı, fikirlerinde daha itidalli bir konumda görüyoruz.